top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Gördüm Çiçeği ile harekete geçen insan ruhu

Ünlü oyuncu Başak Daşman’ın ikinci öykü kitabı Gördüm Çiçeği üzerine Peyman Ünalsın Gökhan yazdı: "Öykülerinde sık sık sorular soruyor. Kahramanına doğruyu buldururken okurun dikkatini soruları üzerinden gerçek hayata yöneltiyor."


Oyuncu ve yazarın kesişim kümesi

Ünlü Amerikalı oyuncu Annette Bening “Oyunculuk ünlü olmakla ilgili değildir, insan ruhunu keşfetmekle ilgilidir,” demiş. İnsan ruhunu keşfetmenin sırrı da güçlü gözlem yeteneğinde ve empatide yatmaz mı? Bir rolün hakkını vererek oynamak için gecesini, gündüzünü maden ocaklarında, evsizlerin yanında, bir sporcuyla diz dize geçiren nice oyuncuyu duymuşuzdur. Karakteri daha iyi görmek, daha derin algılamak, nerede, nasıl bir tepki gösterebileceğini, hangi cümleyi kurabileceğini kestirmek için tüm algıları açarak gözlemlemek, gözlemlemek. Aslında bir noktada yazarla oyuncunun kesişim kümesi tam karşımızda durur. Biri yazarken gözlemlerinden faydalanır, diğeri oynarken. Sinema, tiyatro ve TV’den tanıdığımız ünlü oyuncu Başak Daşman, 2017’de yayımlanan ilk öykü kitabı Kırk Evin Delisi ile hem oyuncu hem de yazar olarak gözlemlerinin meyveleriyle kesişim kümesini bir tam kümeye dönüştürmeyi başardı. Mart ayında yayımlanan ikinci öykü kitabı Gördüm Çiçeği ile de okurlara bu kuvvetli sentezden doğan on güçlü hikâyeyi sunuyor.


Sorulardan, sorgulamalardan doğan öyküler

Başak Daşman Gördüm Çiçeği öykü kitabının girişinde, çok genç yaşında intihar eden şair Onursal Yakupoğlu’ndan bir alıntıya yer veriyor.


“Büyük taklit yönteminin eseri olan beynim

İlk öğrendiği anlamlı sesi unuttuğunda

Huzur içinde,

Çığlık atabilirim.”


Belki de Daşman, Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi koridorlarında, Yakupoğlu’nun kendi şiirleri ile Nilgün Marmara, Ece Ayhan gibi etkilendiği şairlerin şiirlerini yazdığı ve duvarlara astığı uzun kâğıtlara omuzları değerek yürüdü.


Henüz sekiz yaşındayken, bir akşam annesi onu bakkala ekmek almaya gönderdiğinde, çıkmadan az önce son sayfasını bitirdiği Spartaküs ve saçlarına değen rüzgârın etkisiyle dünyayı değiştireceğine inanması gibi omuzlarına değen o şiir yazılı kâğıtlarla da bu inanışı perçinlendi.


Başak Daşman, Aynur Kulak ile yaptığı söyleşisinde soru sormadan hayatın geçiştirilemeyeceğini söylüyor. Nitekim öykülerinde sık sık sorular soruyor. Kahramanına doğruyu buldururken okurun dikkatini soruları üzerinden gerçek hayata yöneltiyor. “Sen de sor, sor hadi ve dürüstçe karşıla cevapları” der gibi.


Modern ve bilinçli insanın dikkatini çeken, bireyin zihnini meşgul eden toplumsal sorunlara odaklanıyor. Günden güne hacmen genişleyen sorunlar, doğal olarak insan psikolojisini de yakından ilgilendiriyor. Bireyin iç dünyasına dokunan, sorunları ironik bir dille ele alan, rüyaları kurguya yediren akıcı diliyle öykülerini postmodern olarak nitelendirebiliriz. Biri hariç, ben anlatıcıdan dinlediğimiz öykülerin bazılarında yazarı görüyoruz. Adeta okurla konuşurcasına dizdiği sözler, meselesi insanlık halleri olan öykülere dönüşüyor.


Göster çöpünü, söyleyeyim kim olduğunu

İnsanın olduğu yerde çöpün olmaması mümkün mü? Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığımız andan, gece karanlığında yatağımızın rahat kollarına kendimizi terk edinceye kadar tüketiyoruz. Önce zamanı, sonra yiyecekleri, kutu kutu içecekleri, yazıyoruz, olmuyor, yırtıyoruz, doküman kopyası alıyoruz, yok yanlış basılmış, yırtıyoruz, dolapları karıştırıyoruz, bir sürü broşür, gidilen ülkelerin haritaları, kullanılmış metro biletleri, müze biletleri, atıyoruz, klipsi bozulmuş babaanneden kalan çanta, bozuk, atıyoruz, eski sevgilinin hediyesi sedef kakmalı ayna, sedefleri yer yer dökülmüş, üstelik sevgili eskide kalmış, atıyoruz. Çöp, hepsi çöp. Kiminin varlığı enerjimizi aşağı çekiyor, kimi çöp gibi duruyor ama onlara baktığımızda gülümsüyoruz, yüreğimiz aşkla çarpıyor. Bir anlamda belleğimizi ateşliyor. Unutmamızı isteyen var mı? İnsan belleğini zayıflatıp bundan bir çıkar elde etme peşine düşen yönetimler olabilir. "Anı Yasası" isimli öykünün izleğinde anıların devlet tarafından yok edilmesini ironik bir dille okuyoruz.


“Vatandaşlarının huzur ve mutluluğunu başat görevi sayan devlet, rekor hız ve sayıda kabul edilen yeni yasayı, Anı Yasası adıyla, vakit kaybetmeden yürürlüğe sokmuştu. Yasanın üst sıralarında yer alan maddelerden biriyse, insanlara hüzünlerini, travmalarını hatırlatan, onları melankoliye davet edebilecek tüm objelerden –anı eşyalarından– kurtulmaları gerekliliğiydi.” Syf.12


Kitabın, yetkili yazar anlatıcısı olan tek öyküsü "Anı Yasası". Öykünün karakterlerinden Dima’nın zihninden anlatıyor. Dima ve arkadaşı gönüllü kaçak çöpçülük yapıyor. Her ne kadar yaptıkları işin amacı anılarından sıyrılıp yas sürecini atlatamayan ve sistemden dışlanan insanlara yardım etmek olsa da özellikle Dima anılar olmadan insanların hiçleşeceğine inanıyor. Bizi biz yapan anılarımız değil mi? Kendimizden başka kimseye zararı dokunmayacağına inandığımız anılarımız varsın dolabın en diplerinden bizi izlesin, çekmecenin gözünde öylece yatsın. Hatta gördükçe, o anıların sarhoşluğuyla yitirdiklerimizin kıymetini bilelim, hatalarımızı hatırlayalım.


"Hegel’in Parkı" ben anlatıcısı, sokaktaki çöp bidonlarından içecek kutularını toplayarak, açık bir şekilde çanta gibi koluna astığı şemsiyesine dolduran bir çöp toplayıcısı üzerinden Hegel’in varlık felsefesine gönderme yapıyor. Çöp toplayanlar, diğer insanlar tarafından görülüp de görmezden gelinen varlıklar. Onları görmezden gelerek nesnelliklerini yok sayıyoruz ama onlar da topladıkları çöpleri satarak yaşamda varlıklarını sürdürme çabasındalar.


İncecik işlenmiş bir oya insan ruhu

Toplum içinde görmezden gelinenler sadece kokularıyla, dış görünüşleriyle dışlananlar değil. Günümüzde dinlenmeyen, yok sayılan, karşı tarafın bencilliklerine yenik düşen, dikkate alınmayan o kadar çok birey var ki! Birey olmasına izin verilmeyen bireyler dersek yanlış söylemiş olmayız. Tıpkı, "Rebecca" öyküsündeki, fiziksel olarak şahane diye nitelendirebileceğimiz ben anlatıcı karakterinin birey oluşunu, sesini duyurabilmeyi çevresinden kaçarak gittiği Utrech’te başarması gibi.


“Hiçbir şey beni tatmin etmiyor. Gerçekten bir şey yapmak istemiyorum aslında. Evden çıkmadan günler geçirebilirim. Ne hayal ettiğimi, ne istediğimi bilmiyorum sanki.” Syf. 38

Bu satırları okuyunca pek çoğunuz kendisiyle özdeşleştirecektir kanısındayım. Öykülerin tamamı olmasa da bir kısmının pandemi sürecinde yazıldığını düşünüyorum. "Yaz Bunları" öyküsünün bunlardan biri olma ihtimali yüksek sanki. Kişisel pandemi güncemi yokladığımda bu cümle takımı kulağıma oldukça aşina geliyor. Yaşadıklarımız hiç kolay değildi. Bitmiş de sayılmaz. Bu süreç çoğumuzu dönüştürdü. Hayata, önceliklerimize, sahip olduklarımıza eleştirel ve daha derin baktık. Dostlukların değerini daha iyi anladık, dostlarımızı özledik. Onlarla dertleşmeyi. Dertleşirken dallanıp budaklanan konular, insanlık halleri. Marx’ın “İnsanın Özü” yasasına göre yeryüzünde sadece insan birden fazla şey üretmekle mükellef. Ne var ki yenidünya düzeninde şeffaf bir küre gibi insanlığı kuşatan kapitalizm, yalnızca bir konuda uzman olunmasını dikte eder. Olamayan eksilir, sistemden çıkarılır. Yabancısı olduğu topraklarda savaşmaya giden çocuklarımıza ve ülkesindeki savaşlardan kaçıp yabancısı olduğu topraklarda dışlanan insanlara da dokunuyor bu öyküsünde Daşman. Tamamen yazarın zihnine sızdığımız bir öykü bu.


Hayat denilen senaryodaki en meşakkatli roller anne ve baba karakterlerine düşer. Tasası fazla, endişesi yüksektir bu karakterlerin. Biri iyi, diğeri hep kötü polis olarak hatırlanır. Ailede sürdürülebilirliği sağlar anne baba. Çünkü bizi biz yapan erdemlerimiz, karakteristik ya da fiziksel özelliklerimiz bize onlardan, onlara da onların anne ve babasından mirastır. Anne hep kötü polistir ama dokuz ay taşıdığı yavrusunun üzerinde en çok onun hakkı vardır. "Bant Bükülür"’de on altı yaşındaki kızı ve kocası ile çatışması üzerinden kendi on beş yaşına dönen bir anneye kulak veriyoruz.

Her konuda bilgiçlik taslayan insan gruplarına da ironik bir dille "Kıymet" öyküsünde yer vermiş yazar. Hani senin hiçbir şeyi yaşayarak öğrenmene müsaade etmeyenler grubu var ya, onlar. Hayatın anlamını yazanlar! Sürekli seni yönlendirmeye çalışanlar. Onlar olmasaydı ne yapardık?


Ve tabii bir de kadınlar var. Toprağa sarılmış asırlık ağaçların kökleri gibi kadınlar. Topraktan aldığı suyu dallarına, yapraklarına kadar ulaştıran kadınlar. Erkeklerin kendilerinden koruyamadığı kadınlar güçlü, dirayetlidir. Mutlaka onlar kendilerini korumak için bir yol bulacaktır.


Başak Daşman’ın öykülerinden aklınızda kalan şey mekânlar değil. Zaten bence yazarın arzusu da tam bu. Çünkü okurun dikkatini insan ruhuna çekmek istiyor. İnsana dair mutluluk, hüzün, sıkıntı, korku, endişe, yalnızlık duygusu zihnimizde yer buluyor. Ve kokular. Anılarımızın kokusu, arkamızda bıraktığımız çöplerin kokusu ve en önemlisi, başımızı döndüren ve fakat ne olduğunu tam olarak algılayamadığımız "Gördüm Çiçeği"’nin kokusu. Kırk ton çiçekle ancak bir ton elde edilen o kıymetli koku. Kimimizi mutlu ederken kimimizi korkutan ya da ruhumuzu kilit altına alan kokular. Siyah ya da beyaz insanları anlamak kolaydır. Önemli olan grileri de çözebilmek. Mamafih şehirlerin grisini aklımıza getiren, o minicik şişedeki çok değerli özüt. Tonlarca sıkılarak elde edilen, insanı yaşadığı gri şehrin dışına çıkarıp yeşille, maviyle buluşturan. Ve bazen yitirdiklerimizi hatırlatarak bizi kederlere gark ettiren de yine o kokulardır.


Başak Daşman’ın oyuncu-yazar kesişim kümesinden kurguladığı insana dair öyküleri su gibi okunuyor.


GÖRDÜM ÇİÇEĞİ

Başak Daşman

İthaki Yayınları, 2022

93 s.





bottom of page