“Çünkü aşk, hikayeyi değiştirir”
“Erkeklik, kurtulmamız gereken bir illet gibi. Tüm hayatımızı ve tabii başkalarının hayatlarını zorlaştıran, her durumda erkeği sistemin ve otoritenin bütünselliğinin dinamik parçalarından biri haline getiren bir şey o.” Burcu Aydoğan, Mahir Ünsal Eriş’le aşk ve aile, Gaip ve Acaip üzerine söyleşti.
Mahir Ünsal Eriş’in 2020 yılında tefrika olarak yazdığı ve sesli kitap türünde yayınlanan romanı Gaip geçtiğimiz haftalarda basılı kitap olarak okurlarıyla buluştu. Türkiye’nin yakın siyasi tarihi içinde, derin devletin ve eril kötülüğün sınırlarında gezinen bir aile hikayesi Gaip. Hafızasını kaybetmiş kötü bir babanın, yeni bir hafıza, yeni bir kimlik ve belki de iyi bir benlik kazanacağı umuduyla bir araya gelen ailenin karanlık bir geçmişi temize çekme mücadelesini anlatıyor Mahir Ünsal Eriş. Bir yandan içimizdeki karanlığı deşerken bir yandan da son derece büyük bir soğukkanlılıkla derin bir eril sorgulamaya girişiyor. Ancak okurlarını şaşırtmayı seven çok üretken bir yazar Eriş. Bir yandan Gaip’i okurken diğer yandan Gaip’in kardeşi diyebileceğimiz ve yine sesli kitap olarak yayımlanan yeni romanı Acaip’le karşılaşıyoruz peşi sıra. Gaip ne kadar soğukkanlı ve mesafeliyse Acaip o kadar içerden, duygu dolu, keder dolu ve öznel. Kelimenin tam anlamıyla aşk dolu ve acayip! “Her yeni yazdığım şeyde kendime karşı mütevazı bir meydan okumayı önüme koyuyorum” diyen Mahir Ünsal Eriş’le, Gaip ve Acaip özelinde, aile, kötülük, iyilik, yeni yazı planları ve aşk üzerine konuştuk.
Okurlarınızı bir yandan beşinci romanınız “Acaip”le sevindirirken diğer yandan “Gaip” romanınızın basılı hale gelmesiyle onlara bu ay bir iyi haber daha vermiş oldunuz. Gaip ve Acaip bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayan ama aynı zamanda başlı başına bağımsız iki roman. İkisinin ortaklıklarına ve ayrılıklarına gelmeden önce Gaip’le başlamak ve biraz magazinel bir soru sormak istiyorum. Türkiye’nin yakın siyasi geçmişinin içine oturan bir aile hikayesi Gaip. Ancak Gaip yayınlandıktan neredeyse hemen sonra bir suç örgütü liderinin yaptığı açıklamalar, Kıbrıs’ta yaşanan cinayet, Barnabas İncili meselesinin ortaya çıkması... Bunların üzerine kendinizi bir yazardan ziyade bir kahin gibi hissettiniz mi hiç? Yoksa Türkiye siyasi tarihinin nasıl tekrarlayacağını iyi görmek, iyi okumakla mı ilgiliydi bu.
Aslında doğru yanıt sanırım sorunun içinde saklı. Bir zamanlar, lisansüstü eğitim sırasında Türkiye Yahudileri ile ilgili çalışmalar hazırlarken Milli Kütüphane’de bir sürü eski gazeteyi taramıştım. Neredeyse cumhuriyetin en erken zamanlarından beri gazetelerde yer alan haberler o kadar birbirinin tekrarı ki. On yıl, kırk yıl ya da yetmiş yıl önce hep aynı şeyler var: Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi, azınlıkların mal ve mülkleri, komünistler, rejim ile siyasal İslam arasındaki gerilim… Dolayısıyla Türkiye siyasetine ucundan kıyısından dokunan bir şey anlatmaya kalktığınızda bu ülkedeki siyasi hayatın birtakım değişmez döngüleri gelip anlattığınız şeyin tam merkezine oturuyor. Yani özetle benim kahinliğim değil Türkiye’deki siyasi hayatın sürekli kendini tekrarlayan yapıları rol oynadı Gaip’in gerçek birtakım olaylarla örtüşmesinde.
Gaip tefrika olarak yazılmış bir roman. Yıllar sonra bir tefrika roman yazılması, bunun sesli bir şekilde okunması nasıl bir deneyimdi sizin için?
Tefrika, benim çok özendiğim, hayranlık duyduğum bir şey oldu hep. Yalnızız’dan Mai ve Siyah’a, Handan’dan Çalıkuşu’na, Kürk Mantolu Madonna’ya, İnce Memed’e kadar sevdiğim birçok romanın ilkin tefrika olarak yayınlanıp sonra basılı kitaba dönüşmüş olduğunu bilmek beni hep çok heyecanlandırdı. Kendi çabamla bu geleneğin, yani tefrika olarak bir roman kaleme alma geleneğinin bir parçası olmak, bu deneyimi yaşamak hep aklımda, kalbimde vardı. Ancak bir tefrika düzenini tutturabilecek kadar sık yayınlanan gazete ya da dergi yok. O yüzden bunun içimde kalacağından çok korkuyordum açıkçası. Neyse ki bir sesli kitap platformu imdadıma yetiştirerek bu sorunu ortadan kaldırdı. Gaip’in benim açımdan önemi, tam anlamıyla bir tefrika olmasıdır. Yani, bir bütün yazdım ve her hafta o bütünden parçaların olduğu bölümler yayınlandı gibi değil, her hafta oturup yeni bölümü yazdım ve o hafta okuruyla ya da dinleyicisiyle buluştu. Bir anlamda yazıldıkça yolda da gelişen bir roman oldu. Her hafta belli bir uzunlukta bir roman parçası yazma ödevinin beni kısıtlayacağından çok korkmuştum başlarken. Boyumdan büyük bir işe kalkmış olduğumu fark ettim. Ama çok keyifli ve öğretici bir deneyimdi.
Peki Beyti Engin’in romanlarınızın sesi haline gelmesi size ne hissettiriyor?
Beyti’ye, katıldığı bir okul söyleşisinde sizin sesiniz bize artık Mahir’in sesi gibi geliyor demişler. Çok hoşumuza gitmişti bu. Beyti’yle biz çok eski arkadaşız. Aylarca kardeş gibi aynı odada yattık, birlikte büyüdük. Annesini annem, babasını babam gibi sayar severim. Birbirimizi layıkı veçhile hissettiğimiz muhakkak. Ama onun dışında Beyti Engin’in muhteşem bir sesi ve sanatkarlığından da kaynaklanan eşsiz bir okuma, canlandırma yeteneği var. Bu açıdan ona minnettarım diyebilirim. Bazen ben bile yazarken onun sesini duyuyorum zihnimde artık.
Gaip’in merkezinde bir aile hikayesi var. Bu ailenin merkezinde de hafızasını kaybetmiş bir baba. Kötü bir baba bu, hem ailesini mutsuz etmiş hem de devletin karanlığını üzerine almış bir anti-kahraman Salih Bey. Üstelik onun elden ayaktan düşmesi, hafızasız, neredeyse bir bebek gibi çaresiz kalması zaman zaman biz okuru üzse de kötü yine kötü kalıyor ve Salih Bey yeni benliğini yine kötülükle yoğurmayı başarıyor. Kimsenin özdeşleşmek istemeyeceği böyle bir karakteri yazmak sizi bir yazar olarak nasıl etkiledi? Bir edebiyatçı için buna bir meydan okuma diyebilir miyiz?
Doğrusunu söylemek gerekirse ben yazdığım karakterlerle, iyi ya da kötü olmalarından bağımsız, pek bağ kurmadan, belli bir mesafeyi inatla gözeterek ilişki kurmaya çalışıyorum. Salih Bey, kötü bir adam ama Gaip’i yazmaya, oturayım da kötü bir adam anlatayım diye niyet ederek başlamadım açıkçası. Kara Yarısı’nda kötülükleri anlatmak istemiştim. Hatta bunun için okur tarafından çokça hırpalandım bile. Ama Gaip’te niyetim bu değildi. Asıl amacım aileyi anlatmaktı, geri kalan her şey, öyle zannederim ki tali kalıyor. Meydan okuyan bir yanı var mıydı? Bence vardı. Çünkü her yeni yazdığım şeyde kendime karşı mütevazı bir meydan okumayı önüme koyuyorum. Başarıp başaramamak başka mesele ama hakiki niyetim her zaman budur.
Neden özellikle bir aile hikayesi anlatmak istemiştiniz?
İnsanın şahsi meselelerinin hemen hepsinin aileden kaynaklandığını düşünüyorum. Aslında sadece ben böyle düşünmüyorum, psikanaliz de bunu öğretiyor. Aile bizim temel meselemizdir. Çünkü her aile, önce neslin hataları üzerine kuruluyor. Onları reddetmek, onlara savaş açmak ya da onları benimseyip yeniden üretmek şeklinde. Bu nedenle belli paternlerin simetrik ya da asimetrik olarak nesilden nesile aktarılmasıyla toplumu oluşturan o girift örgü ortaya çıkıyor. Her şey ailede başlıyor. Meslek hayatı böyleyken evinde saadet ve neşe saçan bir baba olamazdı örneğin Salih Bey, çünkü ikisi birbirine kopmaz şekilde bağlı konulardır. Ben aileye bakmayı, orayı kurcalamayı seviyorum. Kendim de çok aileciyimdir. Düğünlere, bayramlara, kalabalık yazlıklara bayılırım. Aileyi her ölçekte izlemeyi çok severim çünkü. Bu, dantelden bir masa örtüsüne dikkatle bakıp onun örneğini çıkarmak gibi bir uğraştır. O yüzden bir aile hikayesi anlatmak istedim. Bundan sonra da anlatacağım nefesim yeterse.
Gaip’te derin devletin içimize işleyen kötülük sarmalından politik ve bireysel kurtuluş imkanlarına doğru çok katmanlı bir şekilde bakıyor ancak dümeni umuttan ziyade karanlığa kırıyorsunuz yine. Yine diyorum çünkü özellikle Kara Yarısı ve Sarıyaz’la birlikte insandan yana umudunu kesmiş bir Mahir Ünsal Eriş okuyoruz. Ne dersiniz? Hüzünlü mağlupların iyimser yazarı değil misiniz artık?
Bu adlandırma Levent Cantek’in kitabımın arka kapağında dile getirdiği bir şeydi, tatlı, nahif bir havası vardı. İtiraz edilecek türden bir şey değildi. Öte yandan, aslında yazdıklarımın hiçbirinde iyimser olma iddiasında olmadım. Bilakis, genelde kötümser biriyimdir, hep en kötü ihtimali düşünürüm. Bardağın dolu tarafı mı, boş tarafı mı çekişmesinde ben çoğunlukla ‘Ya bardak da yoksa?’ cephesinde olurum. Hüzünlü müyüm? Galiba genellikle öyleyim. Sabahattin Ali’nin “Beni en güzel günümde sebepsiz bir keder alır,” deyişine yakın bir yerdeyim. Ama pek iyimser sayılmam. İnsandan ümitli olduğum, her şeyin çok güzel olacağına inandığım bir dönemi olmadı sanırım hayatımın. Tabii çok karanlık da bir portre çizmek istemem. Neşeliyimdir de yakınlarımla. “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime,” diyor ya Nazım Hikmet, tam öyle hissederim.
Gaip’in anlatıcısı romanın kahramanlarına da, onların politik tutumlarına da oldukça objektif diyebileceğimiz bir yerden, yargılamadan bakıyor. Bir yazar olarak böyle bir çizgide kalmak, neredeyse hiç taraf olmamak sizi zorladı mı?
Hayır. Dediğim gibi bu genel olarak yazdıklarımda özellikle gözettiğim bir şeydir. Hiçbir hikayemin, ve onların kahramanlarının benim merhametime de samimiyetime de ihtiyaçları yok diye düşünüyorum.
Bir baba-oğul, devlet-birey romanı desek yanlış olmaz sanırım Gaip için. Erkeklik, otorite, iktidar, devlet aygıtı tek bir çizgide sarsılmaz bir biçimde bir araya geliyorlar: Kötülük. Böyle derin bir erkeklik sorgulamasına girişmenizde Türkiye’nin ve dünyanın politik ikliminin bir etkisi var mı?
Elbette var. Erkeklik, daha önce de defalarca söyledim, kurtulmamız gereken bir illet gibi. Tüm hayatımızı ve tabii başkalarının hayatlarını zorlaştıran, her durumda erkeği sistemin ve otoritenin bütünselliğinin dinamik parçalarından biri haline getiren bir şey o. İktidarı mikro alanlarda her an yeniden üreten bir mekanizma. Türkiye’de politikanın son derece erkek olduğunu biliyoruz. Kurumların, geleneklerin, dilin, tutumun, her şeyin…
Dünya Bu Kadar, Öbürküler, Diğerleri, Gaip ve Acaip. Bütün romanlarınıza baktığımızda görülüyor ki, bir roman yazarı olarak zamanda gezmeyi, yakın tarihin can alıcı noktalarına cesurca gidip oralardan hikayeler anlatmayı seviyorsunuz. Politik iklimin, tarihin kendi sıradan, kişisel tarihlerimizi nasıl etkilediği üzerine kuruyorsunuz romanlarınızı. Bu gezinti devam edecek mi? Mesela Öbürküler ve Diğerleri’nin ardından başka zamanda geçen bir ötekiler romanı daha gelecek mi? Aynı sorum Gaip ve Acaip için de geçerli.
Evet, bunu çok seviyorum. Yalnızca kendimi çevreleyen dünyayı değil onu yaratan koşulları, zamanları ve mekanları da anlatmayı seviyorum. Seyir halinde bir yazar olmak bana yeni kapılar açıyor anlatıda ve bundan çok memnunum. Bu gezintinin devam etmesini umuyorum. Aynı hikayeyi başka cephelerden anlatmayı, aynı hikayenin farklı kişilerini başka anlatılar içinde görmeyi, kronolojik bir akışı izleyen fragman denebilecek hikayeler yazmayı seviyorum. Öbürküler ve Diğerleri’nin üçüncü kitabını yazmayı çok istiyorum. Sanırım adı Başkaları ya da Ötekiler olacak. Gaip ve Acaip’e de bir üçüncü yazmak, olayları bu kez bambaşka bir yerden görmek istiyorum. Onun da adı Tekzip olsun istiyorum. Olayı bir de üçüncü bir gözden okumayı çok istiyorum çünkü.
Gaip ne kadar yargılamasız, ne kadar soğukkanlı ve mesafeliyse, Gaip’le hikayesi önemli bir yerden kesişen Acaip o kadar duygu yüklü, o kadar sıcak ve kederli bir roman. Tam bir aşk romanı! Aynı hikayenin içinde gezerken bu duygusal farklılığı nasıl yakalayabildiniz? Üçüncü tekille, ben anlatıcı arasındaki fark mı bu?
Çünkü aşk, hikayeyi değiştirir. Sesi, kokuyu, fonu, atmosferi, meseleyi, dünyayı değiştirir. Hikayeler aşkın süzgecinden geçince bambaşka şeylere dönüşürler. Bence bundan.
Hangisi daha Mahir Ünsal Eriş peki? Gaip mi, Acaip mi?
Zannederim ikisi de biraz. Ama galiba Acaip daha çok.
Комментарии