"Onu evde yalnız bırakarak alelacele yiyip kalktığımız öğle yemeği masası öylece duruyordu."
Ahmet Karadağ
Eve geldiğimizde babam yoktu. Neşeyle basmıştık zile. Kapı uzun süre açılmayınca annem “babanızı tanımıyor musunuz, belki de uyuyakalmıştır odasında, anahtarla açıverin” dedi sinirli sinirli. İçeri girdiğimizde ne bir not, ne de nereye gittiğine dair bir işaret vardı. Onu evde yalnız bırakarak alelacele yiyip kalktığımız öğle yemeği masası öylece duruyordu.
Morgdan cesedini aldığımızda tabuta sığmayacak kadar şişmişti. Bir de kamburluğunu ekleyince üstüne, özel yaptırmak zorunda kaldık tabutunu. Babamın nehirde yüzüstü yatan ölüsünü üç gün sonra balık tutmaya giden iki delikanlı bulmuş. Üç gündür eve gelmiyordu babam, polise bildirmemiştik. Koca adam kayıp mı olacak, illa ki döner demişti annem. Öldüğünü biz de polisten öğrendik. Komiser, anneme, üç gündür eve gelmeyen adamı hiç mi merak etmediniz be kadın, demiş. Sabahın alaca karanlığında önce ne olduğunu anlayamamış delikanlılar. Sonra 155’i arayarak haber vermişler. Adli Tıp “intihar” demiş, savcıdan öğrendik.
Öldükten sonraki hafta her akşam ben, liseye giden erkek kardeşim, annem ve dedemin öldüğü günden beri bizimle yaşayan anneannem bir araya gelip babamın kendini öldürmesi için bir neden aradık, bulamadık.
Annem diyordu ki;
Düşünüyorum da çocuklar, babanızın kendisini öldürmesine hâlâ şaşıp kalıyorum. Önümüzdeki Mayıs’ta tam otuz üç yıl olacak, evlendiğimiz günden beri bir kez olsun bağırmadım babanıza. Baban zaten hiç bağırmazdı. Çok kızarsam eğer, yatak odasına gider orada beklerdim. Günlerce, bazen aylarca konuşmazdım, yatak odasını içerden kilitler almazdım babanızı içeriye. Beterinden saklasın, her evde olur bunlar. Etrafımda döner dururdu rahmetli konuşalım diye. Aylarca yanaştırmazdım yanıma ama birbirimize hiç bağırmazdık. Hiçbir konuda baskı yapmazdım babanıza, üstelemezdim. Mesela canı yemek yemeyi istemiyor mu, Hüseyin çocukluk yapma, hadi gel bir iki lokma olsa da bir şeyler ye, demezdim. Ha, zaman zaman yemeğe çağırmayı unuttuğumuz olurdu ama bunu da sorun etmezdi. Giydiğine ettiğine, saç sakal tıraşına hiç karışmazdım, sağ olsun kendi yıkar, kendi ütülerdi. Bir erkeği bunaltmamak lazım çünkü. Musluk mu damlatıyor, başka kadınların kocalarına yaptığı gibi babanızın başının etini yemezdim. Aman Hüseyin, şu musluk damlatıyor epeydir, bir bakıver, demezdim. Kolları sıvar, takım çantasından musluk anahtarını alır, hallediverirdim. Bir gün olsun üzmedim babanızı. Bir kez olsun, Hüseyin, benim canım şunu istedi, beni bir lokantaya götür, baş başa bir yemek yiyelim demedim. Bazen babanız, hanım gel seni dışarıya yemeğe götüreyim, bak kaç yıl oldu, bir kez olsun gelmedin benimle yemeğe, bu akşam çıkalım dese kabul etmezdim. Ne gerek var onca masrafa. Yarım kilo kıymayı köfte karıverdim mi hepimize fazla fazla yeter, lokantadaki en ala yemekten daha güzel. Masrafa sokmadım babanızı hiç. Eve ne alırsa onu pişirdim, siz şahitsiniz işte, evde şu yok, bu yok diye bir kez olsun babanıza surat yaptım mı? Ellerin karıları her sene bir yere tatile gitti, ben hiç tatile götür beni, demedim. Yaz tatili başladı mı, sizi de alıp üç ay köye anneannenizgile giderdik, tatilimiz buydu işte. Babanız da üç ay kafasını dinlerdi burada yalnız başına. Bir iki kez tatile gidelim baş başa demişti siz daha doğmadan, Hüseyin tatile ne gerek var, sen ona harcayacağın paraya bana bir burma al demiştim, Allah var almıştı da. Cömert adamdı be babanız. Çocuklar, erkeği bunaltmamalı kadın kısmı, erkek bazen de yalnız kalmalı, kafasını dinlemeli, karısını özlemeli. Bilmiyorum ne derdi vardı babanızın, kendini öldürdü de eline ne geçti? Sizi yetim, beni dul bırakıp gitti.
Anneannem diyordu ki;
Sen öyle diyorsun da kızım, asıl ben hiç mana veremiyorum damadımın kendini öldürmesine. Neredeyse on yıldır yanınızdayım. Bugüne bugün ne ben damadımı üzdüm ne de damadım beni üzdü. Zaten evde varlığıyla yokluğu belli değildi Hüseyin’in. Kaç kez yemeğe çağırmayı unutmadık mı? Rahmetli hiç gönül koymaz, niye beni çağırmadınız, ben sizin artıklarınızı yemek zorunda mıyım, demezdi. Geçen ahretlik Münevver anlattı, kahvaltıda ekmek bayat diye damadı epey bir surat yapmış, herkesi azarlamış. Sağ olsun Hüseyin’in hiç öyle huyları yoktu. Hatta demiş ki Münevver’e, kaynana senin de suyun ısınıyor bu evde, köyü de özlemişsindir, kocan kabirlikte bekliyordur, çok bekletme, göndereyim yanına seni. Hüseyin’den ben böyle bir şey duymadım hiç, bana hiç sizlere yükmüşüm gibi hissettirmedi. Dedenizden kalma dul maaşından bir kuruş bile vermedim, o da sağolsun hiç açgözlülük yapıp anne bu ay elim sıkıştı, bu hafta pazarı da sen görüver demedi. Üzüldüğüm bir şey varsa o da şu; bir gün benden kiraz yaprağı sarması yapmamı istemişti, bilirsiniz parmaklarınızı yiyorsunuz yapınca. Olur Hüseyin oğlum, demiştim, aylar sonra ancak yapabilmiştim. Yaptım yapmasına da o da çocuğa nasip olmadı. Akşam yemeğine kalmadan ikindine kaşla göz arasında yenilmiş bitmiş. Allah’tan haberi olmadı, kızmazdı da üzülürdü belki. Yediği önünde yemediği arkasındaydı, ne derdi vardı bilmem. Hani diyeceğim, bu kocanın senden gizli bir kadın meselesi vardı Semahat da ondan mı şey etti kendini? Yok valla, gözümle görsem inanmam, öyle beyefendi, öyle namusluydu. Gerçi o kambur hâliyle zaten hangi kadının gönlünü çelebilirdi, o da ayrı mesele ya, neyse. Yazık etti kendine de size de.
Kardeşim diyordu ki;
Valla asıl ben bir neden bulamıyorum babamın kendisini öldürmesine anne. Bugüne kadar babamı üzecek hiçbir şey yapmadım. Hadi en fazla beş altı yaşlarına kadar, daha aklım başımda değilken şımarıklığımla, şuraya götür baba, buraya götür baba, yok şunu al baba, yok bunu al baba filan diyerek üzmüşümdür canım babamı. Okula başladıktan sonra zaten derslerden başımı alıp da onun canını sıkacak bir şey yapamadım. Bazen ders çalışırken odama gelip “bırak oğlum ders çalışmayı, gel seninle ikindi üzeri ırmağın oraya balığa gidelim” derdi de “yok baba, derslerim var benim, hem şimdi senin vaktini almayayım” der, kabul etmezdim. Ben başkalarının çocukları gibi şımarık davranmadım, canını sıkmadım babamın. Yazın köye gittiğimizde bile telefonla köyü aradığında babamın vaktini almamak için konuşmak istemezdim. Sen diyorsun ya anne, bir gün bile tatile götürmesini istemedim, ben de bir gün bile olsun, bir dondurma, elma şekeri, büyüyünce cep telefonu almasını istemedim. İstesem, biliyordum alırdı ama olur da parası falan olmaz, alamazsa üzülür, gururu incinir diye düşünür, istemezdim. Bizim sınıfta Cenk diye bir çocuk var mesela, babasına yeni aldırdığı su altı kamerasıyla, birlikte Fethiye’ye dalışa gitmişler. Babasıyla birlikte çektikleri dalış resimlerini instagramda paylaşmış bir de. İnsan babasıyla bu kadar laubali olur mu, şımarıklık bu, başka ne olacak. Ben babamın veli toplantısına gelmesini de pek istemezdim. Hem yorulmasın hem de kamburluğuyla öğretmenler, arkadaşlar dalga geçer de üzülür babam diye, veli toplantılarını hep sana söyledim anne bugüne kadar, yalan mı? Bir iki kez gelmek, öğretmenlerle tanışmak istemişti de, üzülmesin diye, babacığım sen zahmet etme, annem gelir, zaten kimsenin babası gelmiyor, hep anneler geliyor, karılar hamamı gibi oluyor okul, demiş, güldürmüştüm. Üzülsün istemedim babam, hep dikkat ettim üzmemeye, bilmem neden kendini öldürdü, ailecek bunca mutlu bir yaşamımız varken.
Genelde de en son söz bana düşüyordu;
Ah canım babam, bizleri böyle yetim bırakıp gittin, neydi derdin keşke bir bilebilseydik. Oysa ne güzel bir hayatımız vardı. Bizim başka aileler gibi sorunlarımız yoktu. Aileme helal lokma yedireceğim diye, başkalarına muhtaç olmayalım diye haftanın üç günü mesaiye kalırdın. Eve hep yorgun argın dönerdin atölyeden. Öyle ince ruhluydun ki biz rahatsız olmayalım diye ellerin poşetle dolu olsa bile zile basmaz, anahtarınla açardın kapıyı. Anahtarını unuttuğun bir akşam zile basmıştın da biz sen değilsindir diye kapıya bakmamıştık, sen seslenmişsin duymamışız, saatlerce dışarıda beklemişsin, ondan sonra hiç anahtarını unutmamıştın babacığım. Ah canım babam, poşetleri başka babalar gibi öyle buzdolabının kenarına bırakmazdın, kendin yerleştirirdin. Bir kez poşetleri öyle kenara bırakmıştın da atölyede bir arkadaşın parmağını hızara kaptırdığı için apar topar hastaneye gitmiş, iki gün hastanede başında durmuştun. Döndüğünde bizim kaldırmayı unuttuğumuz, buzdolabının kenarında duran poşetteki domatesler çürüdüğü için bize hiç kızmamıştın, tek tek hepsini kendin atmıştın çöpe. Sadece cık cık demiştin o kadar. O günden sonra da poşetleri dolaba yerleştirmeden hiç çıkmamıştın evden. Ah canım babam, bak nerdeyse yaşım otuza yaklaştı, şu evde bir kahveye tuz katıp da damat adayına ikram etmek daha nasip olmadı bana. Boyum kısaymış da, şişmanmışım da, orta ikiden terkmişim de, mahallede ne dedikodular çıkarırlardı, sen hiçbirine itibar etmezdin. Bundan dolayı ne zaman ağlasam, benim güzel kızımı daha benden alacak adam doğmamış, der, öper teselli ederdin. Aslında neymiş dertleri biliyor musun baba. Kamburun kızı diye meğer adımı çıkarmışlar benim, konfeksiyondaki Nezahat söyledi, kızım yok, senin gibi güzel kızı nerden bulacak bu mahalle, ama babanın kamburluğundan oluyor her şey, nasibini kapatıyor bu adam demişti bir keresinde bana. Hakkım helal olsun baba, bak öldün gittin, hakkım helal olsun sana. Ama baba, ne vardı kendini öldürecek ha, bak ne güzel mutlu mutlu yaşayıp gidiyorduk.
Ben, kardeşim, annem, anneannem her akşam düşünüp duruyorduk ama hiçbir neden bulamıyorduk babamın durduk yerde kendini öldürmesine. Yazık etti kendisine de bize de. Ne kadar mutluyduk hâlbuki…
Commentaires