Öykü: Ana Kucağı
“Neylermiş? Elbet iyileşecek benim yavrum. Ben onu bırakıp şuradan şuraya gitmem. Çok biliyorsan sen git evine. Ben yavrumu almadan o eve adımımı atmam.”
Seher Tanıdık
“Doktorlar ne bilirmiş? Nereden bilirlermiş benim yavrumun öleceğini? Daha demin açtı gözlerini. Gülümsedi bana! Gördüm!”
Oğlunun yükü sırtından kalkmadan karısını teselli etme derdine düşmüştü Kemal. “Gel Asiye’m. Bırak doktorlar işini yapsın. Kerem'imiz orda işte, şu camın ardında. Görelim Mevla’m neyler?”
“Neylermiş? Elbet iyileşecek benim yavrum. Ben onu bırakıp şuradan şuraya gitmem. Çok biliyorsan sen git evine. Ben yavrumu almadan o eve adımımı atmam.”
Kocasını kovaladıktan sonra gözlerinde beş günlük ağlamanın şişliği, göğsünde beş gündür emmeyen bebesinin sızısıyla tek başına kaldı Asiye. İyot-alkol karışımı kokan koridorda zor nefes alıyordu. Çocuk yoğun bakımdaki minik kuvözlerin sıralandığı duvarın diğer yanına yığıldı. Hemşireler geldiler, ayılttılar kadını. Bir yığın azar işitip gittiler.
Herkese kızgındı Asiye. Nasıl kızmasın? Bu hemşireler yıllar önce iki bebesini daha hasta diye kucağından alıp götürmüşler, bir daha geri vermemişlerdi. Bu doktorlar üç bebesinin karnında öldüğünü söylemişler, içini kazıyıp bebelerini ondan almışlardı. Kocası olacak sabır kumkuması Kemal’e de kızgındı. Delirmeden nasıl dayanabiliyordu?
Üç günü daha böyle geçirdi Asiye. Ertesi sabah kıpkırmızı gözlerine rağmen ağzı kulaklarında eve geldi. Sesi mahalleyi çınlatıyordu: “Kemal! Ne dediydim sana? Bak iyileşti oğlumuz!” Oturduğu sedirden fırlayan Kemal, mavi örtülere sarılı bebeği kucaklamak isterken genç kadın mani oldu. Kollarının arasında sıkışan bebek ağlamaya başladı.
“Oğlumu ağlattın! Defol git bu evden!” derken çakmak çakmak gözleriyle saldırdı kocasına. Kemal ağız dolusu bir “Fesuphanallah” çekti. Kapıyı vurup çıktı. Asiye saatlerce emzirdi bebeği. Kendi doyuncaya kadar emzirdi.
Birkaç saat sonra eve dönen Kemal yine karısının bağırtılarıyla karşılaşınca kuyruğunu kıstırıp kaçtı. Kahveye gitti, sokaklarda boş boş yürüdü. Akşam olunca mahalleye döndü. Evinin ışıklarını, Asiye’nin perdeye vuran gölgesini izledi. Oturdukları odanın ışığı hiç sönmedi, yattıkları odanın ışığı hiç yanmadı. “Uyumaz mı bu kadın? İyice dellendi zahir,” diye söylendi durdu Kemal. Oğlu aklına geldi, içi ısındı. Usulca kilide soktu anahtarı, kapıyı yavaşça açtı. Evin içi yeniden bebek kokuyordu. Parmaklarının ucuna basa basa yatak odasına seğirtti. Asiye’nin şefkatli sesiyle söylediği ninniyi dinleyerek uyudu.
Ertesi gün Taşköprü Kıraathanesinde, köprüye yakın tüm masalar doluydu. Kâğıt oynayarak vakit öldüren erkekler akşam ezanını bekliyor, çıplak kalan ağaçlar yerlerde savrulan yapraklarına bakıp iç geçiriyordu. Kemal, sabah evde karısından yediği paparayı düşünüyor, bu gece karısı uyuduktan sonra oğlunu koklayıp öpmenin hesabını yapıyordu.
Karşıdan gelen adamın üzerindeki incecik ceketi görünce ürperdi Kemal. Uzun ince, omuzsuz bir adamdı Tayyar. Sürüklenen bir ağaç dalı gibi ağır ağır geldi, köprünün orta yerine yaslandı kaldı. Dünyanın ne kadar derdi varsa hepsini yüklenmişti. Durduğu yerde sallanıyordu. Ağaç dalıydı adam, rüzgâr sertleşti. Kahvedeki adamlardan biri yanındakini dürteledi:
“Bizim Tayyar değil mi bu? Hani şu Gavurların Mahalleden.”
“O valla!” dedi öteki. Adam tanıdık olunca meraklısı arttı. Kahvedekilere seyirlik lazımdı. Parmaklarıyla birbirlerine gösterdiler adamı:
“Ne yapıyor bu adam?”
“Atlar mı acaba?”
“Atlar valla!”
“Suratı surat değil adamın.”
Yorgundu Tayyar. Köprüden aşağıya bakınca başı döndü. Hoşuna gitti sarhoşluk hissi. Gözlerini kapatıp yere düşmeyi; uzun, çok uzun bir uykuya dalmayı diledi. Çarpık bir gülümseme gelip geçti yüzünden, yerini acıya bıraktı.
Önceki günü ve geceyi havasız, terli koridorda volta atarak geçirmişti Tayyar. Karakola girip çıkan insanların kendisini acıyarak seyretmelerini umursamamıştı bile. Polisler bir sürü şey sormuştu ona. Zihninde uçuşan bölük pörçük anıları defalarca anlatmıştı:
“Telefonu arabada unutmuşum. Hemen geliyorum, dedim. Kafa salladı kızım. Bebek arabasının hemen yanında duruyordu. Bir dakika… Otoparka gidip gelmem bir dakika bile sürmedi. Kızıma sordum defalarca. Bilemedi. Bağırdım. Sonra…” Sonrası, sessizlik.
Telsiz seslerinden, ifadesiz polis yüzlerinden bir ümit bekleyerek gözünü kırpmadan geçen yirmi dört saatte tükenmişti Tayyar. Sabah işbaşı yapan polisler “Ekiplerimiz oğlunuzu arıyor. En ufak bir gelişmede biz size haber vereceğiz,” demişti. Karakoldan çıkmıştı mecburen ama aklı da, umutları da içeride kalmıştı.
Ne yapacağını bilemeden sokaklarda dolandı durdu uzun süre. Sonra eve gitti Tayyar ama içeri giremedi. Pencereden baktı. Küçücük odada karısı, kocaman açılmış gözlerini divana dizilmiş üç çocuğundan bir an olsun ayırmıyordu. “Hayır!” diye bağırdı kadın. Sesi sokağı doldurdu. “Tuvalete falan gidemezsin. Gözümün önünden ayrılmak yok bundan sonra.”
Eli boş geldiği evine giremedi Tayyar. Arkasını dönüp uzaklaştı. Bütün gün aklında oğlu, elinde telefon, sokaklarda dolandı durdu. En sonunda Taşköprü’ye takıldı kaldı. Kahvedekiler onu seyrettiler. Biri polis çağırmaya niyetlendi. Tam o anda köprünün korkuluklarına tırmanmaya başladı Tayyar. Oturduğu yerden fırladı Kemal. Koştu, yetişti. Adamı tuttuğu gibi yere devirdi. Toparlanıp oturdu adam. Kemal de yanına çöktü. Köprünün korkuluklarına yaslandılar, hiç konuşmadılar. Kemal de acısını yalnız çekenlerdendi. Gece, her dertliyi örtünce, suyu çekilmiş dere boyunda ağladığını kimselere söylemezdi.
Kemal’in telefonu çaldı sonra. Hızlı konuşan bir kadın: “İyi günler Kemal Bey. Ben Çocuk Hastanesinden arıyorum. Başınız sağ olsun öncelikle. Cenaze işlemleri için hastaneye gelmenizi bekliyoruz.”
Gözlerini kırpıştırdı Kemal, büyüdü gözleri. Telefondaki kadın hiç susmadan konuşuyordu:
“Dün sabah eşinize de bilgi verdik aslında. Bu gün de arıyoruz ama her seferinde telefonu yüzümüze kapatıyor. Zor olduğunu biliyorum Kemal Bey ama dünden beri cenazeyi almanızı bekliyoruz.” Cevap veremedi Kemal. Kapandı telefon. Dünya durdu.
Kemal önceki sabaha, Asiye’nin kucağında bebekle eve geldiğini âna döndü. Zamanı biraz daha geriye sardı. Yirmi dakika öncesinde, yoğun bakımın cam duvarını delmeye çalışan Asiye’nin kıpkırmızı gözlerinde durdu zaman. Sonra yeniden işlemeye başladı.
Asiye, kendisini ayakta tutmaya çabalayan hemşirelerin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Kafasını inatla sağa sola sallıyor, doktorun söylediklerini duymaya direniyordu. Sıra baş sağlığına geldiğinde kimse tutamadı Asiye’yi. Bir hışımla kendini koridora attı. Nasılsa düşmeden indi merdivenleri. Hastanenin döner kapısında, gün ışığı gözlerini acıttı. Sendeledi. Serseri mayın gibi savrula savrula caddeye doğru ilerledi.
Bir bebeğin ağlama sesini duyduğunda durdu Asiye. Köpek gibi kulak kesildi. Gözlerinde bir ışık gezindi. Sese doğru yöneldi. Otopark çıkışında duran bebek arabasının yanına varana kadar nefes bile almadı. Arabada yatan mavi örtülere sarılı bebeği gördüğünde, yanında duran küçük kızı bile görmedi gözü. Bebeğe mıknatıs gibi yapıştı. O anda yüzüne yayılan gülümseme, yoldan geçen ilk minibüse atladığında da, evine vardığında da dağılmadı.
Comentarios