Öykü: Ardım Sıra
"Kendimi sakinleştirmeye çalışsam da günler birbirini takip ettikçe yıllardır benim için bir sığınak, kendimi teslim ettiğim bir ana kucağı olan uyku bana iyiden iyiye yüz çevirdi."
Hatice Akalın
Beni bu otobüse bindiren şey neydi bilmiyorum. Onca yılın ardından üç günlüğüne de olsa oraya gidecek olmamı önceleri bir türlü kabullenemedim. Muhtar sorup soruşturup bir yerlerden numaramı bulmuş, bana ulaşmıştı. Bense köyle tüm bağımı kestiğime öyle büyük bir kesinlikle kendimi ikna etmiş olacağım ki muhtarın telefonu beni fazlasıyla alt üst etti. Ne çaydan ne kahveden etkilenen, saati geldi mi beni şıp diye yatağa sürükleyen uyku düzenim de işte o günlerde bozuldu. Önceleri bu uykusuzluğun sebeplerine dair çeşitli teoriler ortaya attım. “Yok yok köyü düşünmüyorum, illa gitmem gerekmez herhalde,” diye kendimi sakinleştirmeye çalışsam da günler birbirini takip ettikçe yıllardır benim için bir sığınak, kendimi teslim ettiğim bir ana kucağı olan uyku bana iyiden iyiye yüz çevirdi. Her gece, “Bugün çok yoruldum, artık düşünmüyorum da zaten. Her şey olacağına varır,” gibisinden birçok telkinle salonun ışığını söndürüyor, terliklerimi yatak odası kapısının önüne bırakıp bir mabede girer gibi odama giriyordum. Fakat bu mabet, artık huzuruyla beni karşılayan bir mekân olmanın çok uzağındaydı. Yatağa girdikten sonra, bir süre uykunun bana gelmesini bekliyor; bunu beceremeyince internetten bulduğum uyku meditasyonuna dair kayıtları dinlemeye koyuluyordum. Kayıttaki kadının sesi, beni ormanlara veya dalga seslerinin ruhu okşadığı sahil kenarlarına davet ediyordu fakat ben aradığım uykuyu ne ormanlarda ne de denizde bulabiliyordum. Sabaha karşı, sağa sola dönmekten her yanım ağrımış bir halde sızıyor; sabah yedide ise zangır zangır çalan alarma söverek uyanıyordum. İşte, köye gitmeye böyle uykusuz bir gecenin sabahında karar verdim.
Otogara vardığımda, ki sabaha karşı saat beşti, etrafın tenhalığı otogarı daha da tekinsiz kılıyordu. Tüm geceyi uykusuz geçirmiş ve gelen birkaç yolcuya bilet kesmiş simsarların gün içerisindeki bıçkın hallerinden o saatte eser yoktu. Bu simsarlar gün içerisinde on kaplan gücünde olur, gözüne kestirdiği veya bir şey arıyormuş gibi avare avare dolaşan yolcu adaylarını gördükleri gibi kollarına yapışır, inandırıcı olduklarına sadece kendilerinin ikna oldukları bir edayla bu kişilere rehberlik etmeye çalışırlardı. Tabii, bu lafın kibar hali. Onlarınki rehberlikten çok tuzağa yakalanan sineği bir an önce hareketsiz kılmaya çalışan örümceği andırıyordu. Ben de köye giden otobüsten bir bilet kestirdim kendime. Hareket saatini bildiğimden otobüsün yanaşacağı peronu gören bir büfeye oturdum ve aldığım simidi çaya bandırarak yemeye başladım. Üniversite yıllarımdan kalan bir alışkanlıktı bu, gerçi o zamanlar simide ayran eşlik ederdi ama insanız hepimiz değil mi? Elbet bazı huylarımı ben de değiştirdim.
Yarım saatin ardından otobüs yanaştı, ben de valizimi teslim edip yerime geçtim. Belli ki muavin için de günün ilk seferi olacaktı. Kravatını aynadan alıp boynuna geçirdi. Bense belli etmemeye çalışan bir tavırla yedi numaralı koltuktan onun yol hazırlıklarını izliyordum. Hem otobüsün çok arkalarında seyahat etmeyi sevmiyordum hem de şoför mahalline çok yakın olmayı tercih etmiyordum. Birkaç kez simsarlar jest yaptıklarını belli eder bir halde bana en önden yer vermişlerdi de yol boyunca muavinle şoförün tüm konuşmalarını dinlemek zorunda kalmıştım. Bugünse nispeten uzak olacaktım bu ikilinin muhabbetlerinden. Bu durum bir yandan beni mutlu ediyor diğer yandan da başka insanların hayatlarına dair beslediğim iflah olmaz merak duygusunu doyuramayacak oluşum bende inkâr edemediğim bir üzüntüye sebep oluyordu.
On dakika geçti geçmedi, muavinin biz değerli yolcuları için önceden ısıttığı otobüsün kaptanı da geldi. Oldum olası şu kaptan lafına alışamamıştım. Bu ünvanla otobüs şoförleri kendilerine bulunduklarından daha yüksek bir statü sağlıyorlardı bana göre. Uzun lafın kısası şoförün dik alası olan adam gelince artık yolculuğumuz başladı. Yolculuk yaklaşık yedi saat sürecekti. Şehir merkezinden uzaklaşınca ortaya ekini yeni biçilmiş tarlalar ve yaprak dökmüş halleriyle bana öksüz çocukları anımsatan çıplak ağaçlar çıktı. En son ne zaman bu yolu kat ettiğimi düşündüm, acaba şimdi dikkatimi çeken ağaçları daha önce de incelemiş miydim? Eskiden yolculuklarım sırasında aynı tarlanın bir mevsimden diğerine yaşadığı değişiklikleri aklımda tutmaya çalışırdım. Bir sonrakinde bu ağaç çiçeklenmiş olur, diye hayal ederdim mesela ya da kışsa yolculuk vaktim, toprağın o kimsesiz, o çiftçilerin ellerinden uzak hali bana dokunurdu. Sabredin derdim, buğdaylar yine göverecek. Şimdiyse tabiatın her yerinde artık sonbaharın izlerini görebiliyordum. Dışarıdaki görüntüleri izlerken kendimi bir film karakterine benzettim. Eskiden beri mekân değiştirirken bir yandan da sanki bu mekânsal değişikliğin bana başka bir insana dönüşme şansı da vereceği hissine kapılırım. Bu düşünceme camımdaki kıpırtısız bir köy görüntüsü de eşlik edince, bu köyde inmek ve muhtara, “Ben köye yeni atanan öğretmenim,” demek hayalinin peşinden gittim bir süre. Kafamda yarattığım hikâyenin içerisinde boşluklar barındırdığını elbet ben de biliyordum fakat yolculuklarda kurulan hayallerin pek de mantık kuralları dâhilinde olması gerekmiyordu. Güneş camı iyice kızdırmaya başlayınca perdeyi kapattım ve böylece az önce hem yazıp hem yönettiğim hikâyeyi de sonlandırmış oldum. Gündüz uykularıyla arası hiç iyi olmayan ben, ışık miktarının azalması ve perdenin sağladığı mahrem hissiyle dalmışım. Uyandığımda kasabaya varmak üzereydik. Yol boyunca zihnimi meşgul etsin diye kendim dışında bir sürü şeye odaklanmıştım fakat şimdi, yolun sonuydu.
Önce otogarda valizimi muavinden teslim aldım, sonra köye giden minibüsün kalkış saatlerinin yazılı olduğu camdaki A4 kâğıdına baktım. Demek artık daha sık kalkıyor, diye geçirdim içimden. Köy minibüsünün her yarım saatte bir hareket ettiği, sadece perşembe günleri kasabanın pazarı olduğu için seferlerin o gün on beş dakikada bir yapılacağı yazıyordu. Ben kâğıda bakarken minibüsün şoförü gelip, “Abla birazdan galkcez, çok uzaklaşma e mi?” dedi. Ben de adamı onaylayan bir baş hareketiyle kapısı açık minibüse yöneldim, teker üstü olmadığına kanaat getirdiğim bir koltuğa oturdum. Sabahtan beri yolda olduğumdan her yanım et kesmişti, sıcak bir duşun hayalini kurdum fakat ne ruhumun ne de bedenimin gevşeyebileceği bir yere gelmediğimin de bilincindeydim. Beş on dakika içinde birkaç yolcu daha geldi ve minibüs hareket etti.
İlkin, ilçeye önceki dönem belediye başkanının yaptırdığı saat kulesinin önünden geçtik; belediyenin de bulunduğu bu meydanın şimdiki halini ilk kez görüyordum. Annem yapıldığı sıralar bu küçük Anadolu kasabasında büyük bir olaymış gibi her hanede anlatılan bu saat kulesinden telefonda bana da bahsetmişti. Ben de kilometrelerce uzakta oluşumun verdiği duygudaş olamama hissiyle onu dinliyormuş gibi yapardım usul usul. Düşünüyorum da belki o da farkındaydı aramızdaki bu kapanmaz uzaklığın. “Hava nasıl?” derdi örneğin. Bir kere bile gelmediği bu şehrin, ya da uzaklığı çok küçük yaşta öğrenmiş kızının soluduğu şehrin, sıcaklığını merak ederdi. Benim cevabımı beklemez, “Sabahları işe giderken dikkat et, burnundan giren soğuk hasta etmesin seni,” diye eklerdi. Havanın burun deliklerimizden hep yirmi üç derecede girdiğini bir arkadaşımdan öğrendikten sonra bile, onu bu keskin inancından etmedim. Bu telefon görüşmeleri her ne kadar kopuk konuşmalar potpurisi sayılabilecekse de eskiye dair ılgıt ılgıt akan bir nehrin şırıltısını getirirdi bana.
Kasaba ile köy arası on kilometre olduğundan minibüs yolculuğum hemen bitti. Evin anahtarını almak için önce muhtarı görmem gerektiğini, bunun içinse doğruca kahveye gideceğimi bilen ayaklarım beni o tarafa sürükledi. Ben de bu sırada tekerlekli valizimi çekiştiriyordum, sanki o köye gelmek istemeyen tek bir varlık vardı: Valizim. Kahvenin önüne yaklaşıp valizi girişe koyduğumda zaten tüm bakışlar üzerime çevrilmişti. Ocaktaki çaycı elinde demlik, çayları doldururken bir yandan da, “Bu hatun ne ayak?” der gibi kaş göz yapıyordu muhtara. Muhtarsa beni tanımıştı.
Muhtar yanıma yaklaşınca, “Hoş geldin bizim gız,” dedi. Bende bunun karşılığı bir, “Hoş bulduk,” olabilirdi. Fakat ben daha çok bizim gız lafına takılmıştım. Sözcükler her zaman anlatmak istediklerinden daha fazlasını ihtiva ederler bana göre. Adamın ağzından tüm aleladeliğiyle çıkan bu kişi zamiri, bende büyük bir yabancılaşmaya sebep olmuştu. Burada bahsi geçen bize ben de dâhil miydim ya da buraya gelişim benden bize bir yolculuk mu olacaktı? Kafamın içindekilerden habersiz olan muhtar, uzun zamandır görmediği bu gızla kuracağı sohbeti bir türlü başlatamıyor, sadece valizimi taşımama yardım etmekle yetiniyordu. Birkaç adım ilerleyince geriye dönüp, “Bizim eve varam mı önce, hem anahtarı alırız hem de Birsen aban da seni bi görüvesin,” dedi. Sessizce başımı salladım ve ardı sıra yürümeye devam ettim. Köy küçüktü, iki üç dakikaya muhtarın eve varmıştık. Ev hayli değişmişti ama alçak bahçe duvarları hâlâ duruyordu. Sokak kapısını çocukluğumda küflü bir demir kapı olarak hatırlıyordum, şimdi ise çiğ bir maviye boyanmış, duvarlara da kireç sürülmüştü. Aradan geçen yıllarda muhtarın hayvancılığı da bıraktığını o an anladım çünkü etrafta hiç gübre kokusu yoktu. Muhtar kapıyı açıp avluya seslendi.
“Huuuu, gız Birseen.”
“…”
“Nerledesin hanım, bak kim geldi?”
“…”
Ben tam evde kimsenin olmadığını düşünmeye başlamıştım ki evin on on beş ayak merdiveninin başında Birsen abla göründü. Onca işimin arasında bir de yabancı misafir mi getirdi bu adam, diye düşünürken bakışlarımdan bu fikrim anlaşılır telaşıyla terliklerini ayağına geçirdi. Temkinli ama güler yüzlü olmaya gayret eder bir tavır takındı, merdivenleri inip avlu kapısına yaklaştı.
“Tanımadın mı len yoksa? Bizim Hatçe’ylen Kamil’in gızı.”
“…”
Kadın bir yandan yüzümde veya duruşumda çocukluğumdan bir iz arıyor, bir yandan da zaman geçtikçe azalmasını ümit ettiği tedirginliğine için için saplanıyordu. Bir şey deme gereği duydum.
“Merhaba Birsen abla, kusura bakma seni de işinden ettik. Ben aslında anahtarı alıp geçeceğim hemen.”
“Meraba, meraba. Du bakeeem. Hatırladım hatırladım. Çok yıl oldu ama enki gözlerin aynı durup duru.”
Evet, çok yıl olmuştu. Bunu başkasının sesinden duymaksa bana o an pek iyi gelmemişti. Kadının söyledikleri sanki beni hiç etkilememiş gibi gözlerimi kaçırmaktan çekindim fakat karnımda yükselen bir burulma hissine, gözlerimdeki yanma eşlik ediyordu. Halimden anlayan muhtar, kapının arkasındaki çividen anahtarı aldı, ben de kadına hafifçe bir selam verdim. Yola çıktık.
Doğduğum ev, tamı tamına dört ev ötedeydi. Vardığımızda muhtara teşekkür edip anahtarı ondan aldım, bundan sonrasını kendim hallederim, deyip kapıyı açmaya yeltendim. Evin avlu kapısı eskisi gibiydi, kapı numarası metal bir plaka ile ahşap kapıya tutturulmuştu. Anahtar, bir karış büyüklükteydi ve ben eskiden olduğu gibi kapıyı yine açamadım. Büyüsek de bazı şeyleri başaramıyorduk. Muhtar, bu konuda ona ihtiyacım olacağını düşündüğünden sessizce geride beklemiş, ben elimde anahtarla o koca kapının önünde kıvranırken yanıma yanaşıp, “Ben açıverem gızım, sen unutmuşun yalım,” dedi. Evet unutmuştum. Muhtar kapı açılınca artık kendisine hacet olmadığını fark etti, “Sen şimdi az biraz dinlen gızım, yarın yine gelirin,” deyip gitti.
On beş yıl önce çıkmıştım bu evden, şimdiyse tek mirasçı olmam sebebiyle buradaydım. Birkaç gün kalıp evi almak isteyen kişiye satışı yapacak, sonra da geri dönecektim. Bana kalsa muhtara falan vekâlet verip bu işi halledebilirdim ama muhtar ısrar etmiş, “Gelmen ilazım, gonuşceklerimiz var,” demişti. Bunca yol yorgunluğunun üzerine ona bu ısrarının nedenini henüz soramamıştım, muhtarın da bu konuşmayı ayaküstü yapmak istemediği her halinden belliydi.
Önce avluyu geçtim, darmadağınıktı. İçimden, kimsesizlik en çok bahçelere bulaşıyor diye geçirdim. Merdivenleri çıkıp eve açılan küçük demir kapıyı açtım. Adımımı içeri attığımda gözlerim içerideki eşyaların yerlerinde ben yokken yaşanan değişikliklere takıldı ilkin. Annemin dolaplı dikiş makinesi camın önünden kalkmıştı. Dikiş dikmeyeceği zamanlar annem makinenin gövdesini alttaki dolap kısmına yerleştirir, böylece dikiş makinesi benim ödevlerimi yapabileceğim bir masaya dönüşürdü. Sonraları ödevlerimi yapmak için başka masalar kullanmaya alıştım ama hep cam kenarındaki bu dikiş makinesini andım. Çocukluğumda, sadece kasabada ortaokul olduğu için her gün oraya kız başıma git gel yapmam uygun görülmemişti, köyde de yaşıtım çok kız çocuğu yoktu. Olanlarınsa derdi okumak değildi. Babam, ilkokul öğretmenime sorup soruşturmuş, beni parasız yatılı sınavına sokmuştu. Kazandım ve gittim. Okula ilk gideceğim gün annem kapı ağzında kalmış, bana sarılmamıştı bile. Çok sonraları telefonda, sarılırsam bırakamam sandım, diye ağlamıştı. Bense parasız yatılı olmanın ne demek olduğunu tam olarak bilemediğim bir yaşta, yatakhane ile tanıştım. Evim artık orasıydı.
Önceleri kendimi, ailem için okumam lazım, diye kandırmaya çalıştım. Çocuk aklımla gönderemediğim mektuplar yazıyordum köye. Onların özlem dolu cevapları da yine benim kalemimden çıkıyordu. Etüt odasına kapandığım saatlerde derslerime çalışmamın yanı sıra bu mektuplarla da vakit geçiriyordum. İşte, Şebnem’le o etüt odasında tanıştık. Uzaktan beni izleyip duruyormuş meğer. Bir gün, “Sen ne yazıyorsun her akşam böyle?” deyip yanımda bitivermişti. Şaşkınlığım suratıma yapışmış olacak ki, “Korkma korkma cicim, istemezsen sormam. Bu arada ben Şebnem,” diyerek hayatımın ortasına dalıvermişti. Yaşıtım bir kızdan cicim kelimesini duymak da birinin hayatıma bu denli teklifsiz dalması da garipti bana göre. Ama onu sevmiştim. Zamanla yakın arkadaş olduk. Onun ailesi okula iki saat uzaklıktaki bir kasabada yaşıyordu ve iki haftada bir ziyaretine geliyorlardı. Bir iki ay hiçbir şey sormadı Şebnem. Ailesi geldiği zamanlar ben etüt odasında bitiremediğim bir ödeve odaklanırdım ya da sanki benim de bir ziyaretçim gelecekmiş de onları bekliyormuş gibi okul bahçesinde dört dönerdim. Uzun zaman bu oyuna inandı, fakat bir gün dayanamadı.
“Cicim, sizinkiler hiç buraya gelmedi değil mi? Ben mi kaçırdım diye düşünüyorum düşünüyorum ama hiç hatırlamıyorum vallahi.”
Cicim sözcüğünü kullanmasındaki bu ısrar, sözcüğün ona şehirli bir genç kız havası kattığını sanmasından ileri geliyordu. Oysa ikimiz de taşralıydık ama bu çabasının komikliğini onca yıl hiç yüzüne vurmadım, yıllar sonra aynı evde yaşamaya başladığımızda bile. Ben yazdığım hayali mektuplarla, o da cicim oluşuyla mutluyduk. Var olmaya çalışıyorduk.
Sorusunu artık geçiştiremeyeceğimi anlayıp, “Evet hiç gelmediler,” dedim, sustu. Şebnem öyleydi, cevabından korktuğu soruları yine de sorar, duymak istemediği cevaplarla yüzleştiğinde ise üzülürdü. Onun bazı davranışları mantık silsilesiyle ilerlemiyordu, öğrenmiştim. Şebnem’in sorduğu şey benim kafamda da dönüp duruyordu aslında. “Neden?” diyordum sürekli, “Neden annemler hiç ziyaretime gelmiyor ya da en azından ailesi uzak yerlerde oturan diğer arkadaşlarıma geldiği gibi bana da memleketten bir erzak kolisi dahi gelmiyor?” Tabi bu soruları hiçbir zaman seslendirmedim. Köye, sömestr ve yaz tatillerinde gidiyordum bir tek. Babam bu tatillerde ise ben sanki evin içerisinde hiç yokmuşum gibi davranır, gün içerisinde kahvede vakit geçirir, çoğu akşam yemeğinde bile benimle aynı sofraya pek oturmazdı. İçin için bunun sebebinin ben olduğumu hissederdim fakat söze dökülen bir şey olmadığından hiçbir şey içimde bir netliğe kavuşmazdı. Bense her şey net olsun isterdim, kabahatimin ne olduğunu bilsem ona göre belki de babama affettirebilirdim kendimi. Ama babam bana karşı son derece mesafeliydi. Bendeki mahzunluğu hisseden annemin tek yaptığı ise hüzünlü bir edayla saçlarımı okşamaktı. Onun saçlarımı okşadığı bu anları hep masalsı bir atmosfer içerisinde anımsarım. Oysa şimdiden o günlere baktığımda, annemin de sessizliği ile bana büyük bir kötülük yaptığını kavrayabiliyorum. 14 yaşındaki bir çocuğun sebebini bir türlü çözemediği bu sevgisizlik tüm tatillerimi kaplarken, ben bir an önce okulların açılmasını ve Şebnem’e döneceğim günleri beklerdim.
Bir akşam, babam kahveden dönmüş, annem yemesi için ona bir şeyler hazırlıyordu. Ben de içimden taşan bir çocuksulukla, “Baba, annemin yaptığı kuru fasulye o kadar güzel olmuş ki ben tam iki tabak yedim!” deyiverdim. Babam önce bu cümle sanki kendisine söylenmemiş gibi hiç tepki vermedi. Sonra yüzüme bile bakmadan, “Doyuramıyoz ki gavurun dölünü!” dedi. Bu lafı işitmemle yüzümdeki gülücük asılı kaldı. Bu lafın sevilen kişiler için söylenen bir laf olmadığını öğrenecek kadar büyümüştüm. Babam tarla komşusunun çift sürerken sınırı aşıp bizim tarlayı da sürdüğünü anlatırken, “Aklınca sınırları gaybedecek gavurun dölü!” derdi mesela ya da kahvede çıkan bir kavgadan bahsederken, “Ben bilmiyom sanki, hepsi guyumu gazmaya çalışıyo. Guvurun dölleri işte!” diye çıkışırdı. Annem o sırada yemeği ısıtmakla uğraşıyordu. Babamın ağzından çıkan lafı duyar duymaz bakışlarını ona çevirdi. Hiçbir şey demeden. Sadece baktı. Uzun uzun. Günlerce bu lafın ne manaya geldiğini ölçüp biçmeye çalıştım, anneme sormak istedim fakat diyemedim. Her sözcük, her hecesine kadar babamın ses tonuyla, sözcüklerin üzerinde nasıl vurgu yaptıysa o haliyle kulaklarımda yer etti. En çok son sözcüğe vurgu yapıyordu, tıslamaya benzer sesi en çok o sözcüğü eziyordu ağzının içinde. Günlerce içimde dolaşan tıslaması bol bu ses, sonunda içimde kurudu kaldı. Yaz bitti, ben parasız yatılıya döndüm.
Yıllar sonra evde kaldığım ilk gecem geçmişle bugünün birbirine girdiği, bir ucundan yakalayıp mantıklı bir zeminde yorumlayamayacağım, zaman ve mekân mefhumunun parçalanmış siluetlerinden meydana gelen rüyalarla geçti. Sabah olduğunu ise horozlardan bildim, rüyaların yorgunluğuyla bitap düşmüş bedenim günün bu ilk ışıklarıyla kendini dışarı attı. Çiye doymuş toprak kokusu, toprağa düşmüş ve çürümeye meyletmiş yaprakların kokusuna karışmıştı. Bu kokuyu duymak niyeyse burnumun direğini sızlattı. “Ne işim var benim burada?” dedim ve sesimin yankısını duyunca irkildim. O hışımla içeri girerken hayattaki tahta divana ilişti gözüm. Yıllar geçmiş fakat divan varlığını korumaya devam etmişti. En son annemin cenazesi için geldiğimde oturup ovayı izlemiştim bu divanda, tekrar görünce o anı hatırladım. Annem için son vazifemdi, sonuçta o doğurmuştu beni, büyütmüştü. Son vazife. Böyle söylemişlerdi komşular. Gasilhanenin kapısında beklemiş, içeri girememiştim. “Son bir kez gör gızım, sonra pişman olursun bak,” demişlerdi de cesaret edememiştim. Onca zaman geçti, hiç pişman olmadım. Annemi çok eskilerden hatırımda kaldığı, silik, hüzünlü bir hatıra gibi anımsamak her zaman daha iyi hissettirdi bana.
Birden muhtarın sesini işitince uzun zamandır divanda oturduğumun ayırdına vardım. “Obu bizim gız, erkencisin bakıyom da. E tabi köy havası iyi geldi de mi? Uyanıverdin erkenden. E hadi üstünü değiş de Birsen aban gahvaltıya bekliyo, önce midemizi dolduralım bi,” dedi. Beni niçin köye çağırdığını bir an önce öğrenmek istediğimden muhtarın bu teklifini geri çevirmedim. Biliyordum ki bu ihtiyar adam kahvaltı diye beni evine çağırıp mevzuyu açacaktı er geç. “Hemen geliyorum Osman amca,” deyip üstümü değiştirmeye eve girdim, sonrasında da muhtarın ardına takılıp yürümeye koyuldum. Eve vardığımızda Birsen abla, taşra kadınlarına özgü çeviklikle kahvaltı sofrasını çoktan hazır etmişti bile. Beni görünce, yüzünden bir yalım geçti. Bunun sebebini anlayamadım ama masaya bir şeyler daha getirirken telaşlı bir hal içerisinde olduğunu hissettim. Biraz sonra yan odanın tahta kapısı açıldı, içeriden 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu gözlerini ovuştura ovuştura yanımıza doğru geldi. Muhtarın hiç çocuğu olmadığını bildiğimden odadan çıkan bu çocuk beni şaşırtmıştı. İkisinin de yüzüne, “Bu çocuk kim?” der gibi baktım fakat muhtar bunu anlamış olacak ki, “Hadi Hamiyet, elini yüzünü yıka da gel gızım. Acıktık hepimiz, hem bak misafirimiz de var,” diye kız çocuğunu uyardı. Birazdan dördümüz de yer sofrasında çok konuşmadan kahvaltımızı yapmaya başlamıştık. Yalnız ara ara muhtar bana dönüp, “Hamiyet de senin gibi pek akıllı abası, kitapları çok seve,” veya “Sen de büyüyünce Gülsüm aban gibi oku, mesleğini eline al e mi gızım. Hayatta insan başına ne gelceni Allah’tan başka kimse bilemez. Herkesin kolunda bi altın bilezik olmalı mutlaka,” gibi cümleler kuruyordu. Fakat Hamiyet muhtara pek cevap vermiyor, sadece başı önünde ara sıra onu onayladığını belli eden bir baş hareketi yaparak yemeğini yemeye devam ediyordu.
Kahvaltımızı bitirince kız çocuğu yine ortalıktan kayboldu, biz de divana oturduk. Muhtar karşımda ıkınıp sıkınıyor, bir türlü lafa giremiyordu. Ben dayanamayıp, “Osman amca, nedir bu kadar önemli dediğin olay, anlat hadi!” demiş bulundum. Adam, artık lafı daha fazla sündüremeyeceğini fark etmiş, oturduğu yerde sanki söze girmek için bir kuvvet ararmışçasına toparlanmıştı. Birsen abla, sözde o sırada mutfağı toparlıyordu fakat bile isteye yanımıza gelmediğini sezer gibi oldum. Sonunda muhtar derin bir nefes aldı,
“Gızım bak, nasıl diyeyim bilemiyom emme demek de lazım gari. Malum biz yaşlanıyoz, bir ayağımız da çukurda. Birsen abanla garar verdik, senin artık bilmen ilazım,” dedi. Ben de karşımda elini kolunu nereye koyacağını şaşıran koskoca adamı dinlerken iyiden iyiye gerilmiştim. “Az önceki gız çocuğu va ya, o senin kardeşin.”
Son cümleyi söyledikten sonra susmuş, ağzından çıkanların bende bıraktığı etkiyi ölçmek için suratıma bakmıştı. Bense muhtara söylemesi gereken önemli şeyi hâlâ söylememiş birine bakar gibi beklenti içerisinde bakıyordum. Çünkü son söylediği şey kulaklarımdan girmişti girmesine fakat idrak mekanizmam onu henüz dişlileri arasında öğütememişti. Bu cümle, henüz benim için bir sürü sesten müteşekkil bir yığından ibaretti. Ne kadar sonraydı anımsamıyorum, muhtar tekrar araya girme gereği duydu. “Gızım gorkutma beni, bi şey disen ya! Gardeşin diyom, Hamiyet senin öz be öz gardeşin,” deyiverdi. Bende yine bir tepki göremeyince de konuşmaya devam etti.
“Sen çok güçük ayrıldın köyden biliyon, şimdi geçmişi deşmek bana düşmez emme baban hata etti arayıp sormamaklan seni. Değişik bi adamdı. Az çok biliyon sen de, ölünün ardından pek konuşulmaz yalınız, tavşan boku gibi ne koka ne bulaşırdı.” Bu sırada odadaki varlığını hatırlatmak ister gibi Birsen abla da söze karışıp, “Dee mi ya? Allah günah yazmasın emme kimsenin pek kafası almazdı rahmetliyi,” dedi. Muhtar sanki karısı o cümleyi kurmamış gibi devam ediyordu. “Kahveye gelirdi emme kimse onun ev hayatını bilmezdi. Anlatmazdı bize. Rahmetli anana da çok çektirdi. Biz de çok sona duyduk, meğer baban kasabada başka birine daha imam nikâhı mı ne kıymış, babandan çok gençmiş kadın. Bak gızım günahı onnarın boynuna, dedim ya elçiye zeval olmaz, düşman belleme bu dediklerimden sona bizi. Neyse bu kadın başımda bir erim olsun demiş, başka da kimi kimsesi yokmuş zati. Nasıl olmuşsa olmuş işte geçmiş gün, illa, “Bi çocuk isterim,” demiş baban. Biz tabi bilmiyoz o zamanlar bunnarın hiçbirini. Biliyon sen de, önce anan sonra baban hakkın rahmetine gavuştu. Çok zaman sonaydı, bir adam çıktı geldi. Köyün muhtarıyım diye bana anlattı her bi şeyi. O zaman bu sabi daha dokuz yaşında va yoktu. Çocuğun anası olacak kadın ezelden beri hastamış zati, o da ölünce Hamiyet ortada kalmış. Tabi sen şinci böyle tek avazda anlattığıma bakma, öğrendiğimizde biz de önce Birsen abanla ne yapacağımızı bilemedik. Adam çocuğu bırakıp gitti, komşularıymış kasabada. ‘Biz bakamayız, ablası varmış herhalde çağırın sahip çıksın kardeşine,’ dedi. Biz de el mahkûm bu gızı evladımız bildik, yanımıza aldık. Gördün ya pek gonuşmaz gıyamam, hem öksüz hem yetim galdı tabi. Ne diyodum, işte kızımız belledik Hamiyet’i. Seni hemen aramak istedik de ulaşamadık gızım. Sakın yannış anlama senin de kendine göre dertlen vardır tabi, emme ne yapsan gardeştir be gızım, aynı gandansınız sonuçta. Biz bunca zaman sahip çıkmaya çalıştık yalınız bundan sonrası sende gari. Bu sabiyi sokakta goymazsın de mi?”
Son duyduğum cümle, bir soru cümlesiydi. Osman amca benden bir cevap bekliyordu. O sırada kapı tekrar açıldı ve kız çocuğu elindeki bardağı mutfağa bırakıp tekrar ortadan kayboldu. Bense bir yandan az önceki cümleleri kafamın içinde öğütmeye çalışıyor bir yandan da bu kız çocuğuyla kendi simam arasında bir benzerlik yakalama telaşıyla çocuğu inceliyordum. Kız yanımızdan gidince muhtardan izin isteyip evden çıktım.
…
İki günde dönerim diye çıktığım bu yolculuktan ancak bir hafta sonra dönüyorum. Bazı yolculuklar hemen bitmiyormuş, öğrendim. Şimdi yan koltuğumda uyuklayan bu kız çocuğu, yolculuğun ilk saatlerinde benimle neredeyse hiç konuşmamış; müşteri memnuniyetini önemseyen ısrarcı muavinin çabası neticesinde bir bardak meyve suyu içmeyi kabul etmişti. Tavırlarındaki teslimiyetten Osman amcanın onunla konuştuğunu, kızın her şeyden haberdar olduğunu hissediyorum. “Ben gitmem şehre,” demedi örneğin. “Tanımıyorum bu ablayı,” demedi. Bense onun diyemediği tüm cümleleri içimde önce hallaç pamuğu gibi çırpmış çırpmış, olanları kendi sesimden duyarsam idrak edebilirim umuduyla arayıp yaşananları bir bir Şebnem’e anlatmış, en sonunda tüm dağıttıklarımı az da olsa toplamış, bohçama yerleştirebilmiştim. Geçmişin bana bıraktığı en canlı kanlı şey, Hamiyet’ti. Yıllar önce okumaya diye çıktığım bu yolculuğa şimdi yanımda bir emanetle çıkmak, içimde nice suları çalkalayıp boz bulanık bir hale sokmuştu. Bir kişinin daha yıllarını kimsesiz geçirmesine, tüm yaşananları düşünüp, “Acaba ne yapsaydım bunların hiçbiri olmazdı?” demesine müsaade etmek istemedim.
Hamiyet’le ben, ruhumuzdaki yamalar denk mi, birbirine denkleşir mi bilmeden yeni bir hayata başlıyoruz. Tek bildiğim bu.
Comments