top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Atın Ölümü *Arpadan

“Geçmedi bugün zaman. Ayaklarımın altı alev gibi yemin ediyorum.”


Burcu Kurtulan Kaya

“Saat kaç kız?”

“Çeyrek geçiyor. Kırk beş dakika kaldı.”

Garsonluk yaptıkları restaurantın kasa sayımı, servis güzergâhı derken sabaha karşı girdikleri yataklarının sıcağına alışamadan başlamışlardı yine çalışmaya. Şanslılardı, bugün erken çıkacaklardı ve iş yerleri henüz paydos etmediğinden içerisi de kalabalık sayılmazdı. Siparişini aldıkları birkaç müşterinin gönlünü yaptıktan sonra köşelerine çekilip aralarında konuşmaya devam ettiler.

“Geçmedi bugün zaman. Ayaklarımın altı alev gibi yemin ediyorum.”

“Al benden de o kadar. Belim koptu artık. Ne yapacaksın yarın?”

“Bütün gün yatacağım. Zaten herkesin işi var. Bizim gibi ameleler, herkesin tatil yaptığı günlerde eşek gibi çalışıp, elit çalışanlara hizmet ettikleri için benim menü belli; yatış.”

“Olsun kızım bu hafta iyi bahşiş topladık. Onların bir ayda kazandığını biz iki haftada çıkardık bir de böyle düşün. Pazar gecesi haftalığımızı sayarken ameleliğimizi unuturuz merak etme.”


Mekânın gece sahne yapması yasak olmasına rağmen duvara döşedikleri ses yalıtımına gizledikleri sanatçıyı dinlemeye gelen sarhoş godamanların kabarık bahşişleri herkesin işine geliyordu. En çok da Burcu’nun. Dört yıllık diplomasıyla ulaşamadığı Amerika hayallerini gerçekleştirmesine bir fırt kalmış olması, bütün bu yorucu geceli hayatını çekilir kılıyordu.


“Murat bey geldi, yerine geç de akşam akşam konuşmasın. Kafam zaten davul gibi.” deyip toparlansalar da şef garson Murat Bey:

“Herkes postasına. Çeşme başı dedikoducuları gibi amma lak lak yaptınız. Kaç kere söyleyeceğim! Müşteri olmasa dahi herkes yerinde bekleyecek. İlter nerede? Gelmedi mi daha? Saygı yahu! Ben Küçükçekmece’den buraya on dakika öncesinden geliyorum, beyefendi Florya’nın göbeğinde oturup hala geç kalabiliyor. Olmaz, sevmem böyle disiplinsiz hareketleri.”

Gözünü duvardaki saatten ayırmayan Burcu, az önce yediği fırçanın bir benzerini İlter’in de yiyecek olmasına keyiflenerek tebessüm etti. Hepi topu beş aylık garsonluk hayatının ilk çalışma gününden beri anlaşamamaları İlter’den kaynaklansa da çenesinin ucundaki uzun sakalı ve kısa olmasından ötürü kendi aralarında “bahçe cini” lakabını takan da Burcu olmuştu. Hatta ağız dalaşına girdiklerinde daha da ileri gidip arkasından “kel kafalı pigme” dediği bile olmuştu. İlter’inse çekinmeden her toplantıda deneyimleri olmayan “bu iki bayanın” komilik yapmadan direkt garsonluğa terfi etmelerine “diplomalı bayan torpili” tamlamasına yerleştirdiği bir sürü iğne ise cabasıydı.


“Al işte geldi. İti an çomağa hazırla.” diye dişlerinin arasından hırladı Burcu.

Tüm rahatlığıyla barın arkasına geçip şefliğini yaptığı bir adet arkadaşından günlük içki sayım raporunu alan İlter bir yandan bardakları ve tezgâhı parlatıyordu.

Burcu’nun gözlerindeki ışık Murat Bey’in tepkisiz voltasıyla beraber söndü. Yüzü düştü, canı sıkıldı. Barın tezgâhına yaslanıp dakikaların akmasını bekledi.

“Yaslanma bara.”

“İşine bak İlter.”

“Çalışma alanıma yaslanma dedim.”

“Ya sabır.”

Tezgâha bıraktığı küp şekerlere bakan Burcu, İlter’in “Enerji verir.” deyip rahat tavırlarıyla arkadaşının yanına gidişini izledi. Aralarındaki şakalaşmayı duymak için bakışlarını saate sabitleyip gözlerini kıstı. Parmaklarıyla uzun sakalını tarayan İlter’in “starting boxta yerini alan…” dediğini duyduktan sonra boynunu her iki yana kıtlatıp rahatlamaya çalıştı.

Resepsiyon zilinin sesine irkilip, İlter’le göz göze geldi.

“Yarışın başlamasına son sekiz dakika...” diye sırıttı.

Ayaklarının ucunda yükselip yaslandığı tezgâhtan İlter’e iyice yaklaştıktan sonra şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak:

“Sen at mı demek istiyorsun bana?” dedi. Avucuna batan uzun tırnaklarına aldırmadan yumruklarını sıktı. Bakışlarını sabitleyip, ağzının içinde yuvarladığı dilini çiğnedikçe vereceği cevabı havada yakalamak için bekledi.

“Yekten at dedim.” dedi.

Tezgâha abanıp bir eliyle sakallarına asılırken diğer eliyle de tezgâhın üzerindeki resepsiyon zilini yeni tıraşladığı parlak kafasına geçirdi. Zilin çınlamasına irkilen müşterilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan halat gibi asıldığı sakallarını bırakmadan çıplak kafasına vurmaya çalıştıkça çıkan şaplak sesleri hoşuna gitmişti. Dışarıdan izleyen biri, pürüzsüz bir kayaya tutunmaya çalıştığını sanırdı hatta terden kayan eline sinirlendikçe de aradığı çıkıntıyı bulamıyor olmasına telaşlanarak düşmemek için tırnaklarını geçirmeye çalıştığını düşünürdü. Tutunduğu kayadan karga tulumba edilip koparıldığında başını kaldırıp ayrıldığı zirveye baktı. Hasar kaydı: kafasında bıraktığı tırnak izleriyle eliyle yolduğu bir tutam sakaldı.

Sakinleşmesi için mutfağa sürüklediklerinde içeri dalan Murat Bey:

“Kızım nesin sen? Eşkiya falan mı! Delirdin mi! Bu nasıl bir rezillik.”

“At dedi bana, at!” diye bağırdıkça boynundaki damarları kabarıyordu.

“Sus cevap verme bana. Terbiyesiz, utanmadan bağıra bağıra küfür ediyor bir de. Müşterilerin huzurunu kaçırdın. Topla eşyalarını git.”

“Görmediniz, önüme kesme şeker attı. Zile basıp dalga geçti Murat Bey.

Arkadaşıyla Yeşilköy istasyonuna vardıklarında yol boyunca ballandırdığı sahnelerin şaşası kalmamıştı sesinde.

“At dedi bana.”

“Desin nolmuş at mı oldun demesiyle.”

“Diyemez. Adam gibi konuşacak.” diye mırıldandı.

“İyi bok yedin. Adamın niyeti belli sıkamadın dişini. Bu haftaki bahşiş çok iyiydi yalarsın artık avucunu. Ne yapacaksın şimdi?”

Dudaklarını kemirdi, başını önüne eğdi “Bilmiyorum.” diyebildi.

bottom of page