top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Ayakkabı Tamircisi

"Elimdeki ayakkabının kırık topuğunu yenilemekle o kadar meşguldüm ki, ancak, çukur dükkânımın küçük penceresinden süzülen gün ışığı kesiliverince durakladım."


Mehtap Sağocak


Caddeye hafif bir eğimle bağlanan dar sokaktaki tamirhanemi açarken, Tabelacı Ahmet karşıdan seslendi. Atölyesinin önünde sabah güneşine kendini vermiş, çayını yudumluyordu. “Günaydın komşu, yeni tabelan hazır, gün içinde asarız yerine”. Selamlaşıp, ayaküstü lafladım. Bir iki basamakla inilen dükkânıma girdiğimde, alışık olduğum deri ve boya kokusu karşıladı beni. Kesilecek yeni tabanlar, boyanacak kunduralar, değiştirilecek fermuarlar, kırık topuklar sıraya dizilmişlerdi.


Duvar saatinin tik takları eşliğinde aralıksız çalışırken zamanın akışında kaybetmiştim kendimi. Elimdeki ayakkabının kırık topuğunu yenilemekle o kadar meşguldüm ki, ancak, çukur dükkânımın küçük penceresinden süzülen gün ışığı kesiliverince durakladım. Bakışlarım kaldırımdaki kadınla çocuğa takıldı. Kemikli yüzü, ince bedeniyle gençten bir kadın, elinden kurtulan beş altı yaşlarındaki oğluna laf anlatmaya çalışıyordu. “Oğlum, şimdi olmaz, sonra hallederiz, idare ediver biraz daha. Elimiz rahatlayınca yeni ayakkabı alırım sana, söz”. Çelimsiz, soluk benizli oğlan ise camın önüne dizdiğim yeni boyanmış ayakkabıları fark edince, burnunu cama dayamış, içeriye bakıyordu. Mızırdanarak, annesinin elinden çekiştirince, kadın da bezgin bir yüz ifadesiyle, çocuğu önüne katıp, basamaklara yöneldi. İçeri girdiklerinde, gözlüklerimin üstünden baktım, “Buyurun” dedim. Tanıyordum onları. Kadın başörtüsünü düzeltti, hafifçe boğazını temizledi; tam konuşacaktı ki, oğlan ayakkabısının tekini çıkarıp, bana doğru uzatmıştı bile. “Pabucum delik tamirci amca, yapıştırır mısın, al bak” Kadının yanakları kızarmıştı. “Dur oğlum” diyerek bana döndü. “Usta, sen şu ayakkabıya bir bakıver de, olurunu deyiver önce. Hazırlıksızım, mahcup olmak istemem”. Ellerini hırkasının cebine sokmuş, donuk mavi bakışlarını benden kaçırmıştı.

“Siz oturun şöyle, tabana yama yaparım şimdi, uzun sürmez. Nisan yağmurları kapıda, su almasın çocuğun ayağı. Gerisi mühim değil, hallederiz,” diyerek başımla yer gösterdim.

Kadın çekinerek köşedeki tabureye oturdu, alet edevatı kurcalayan çocuğu yanına çağırdı. “Halit, karıştırma, gel yanıma annem.” Oğlan annesinin kucağına yerleşti. İkide bir eliyle kadının çenesine yapışıp yüzünü kendine döndürüyor, başı sonu olmayan hikâyeler anlatıyordu. Kadın sessizce dinliyor, dalgın dalgın başıyla onaylıyor ve sıklıkla hapşırıp burnunu çeken çocuğun burnunu mendille siliyordu.


İşimi kısa sürede bitirip, ayakkabıyı teslim ettim. Oğlan pabucunu giyip, zıp zıp zıplarken, kadın da titreyen ellerle cebinden para çıkarmaya yelteniyordu, elimle durdurdum. “Lüzum yok. Önemli bir şey yapmadım zaten. Rahmetli Bekçi Hasan’ın emaneti sayılırsınız. Lafı olmaz.” dedim. Utanarak teşekkür etti. “Tanır mıydınız beyimi? Kör kurşunla göçtü gitti işte, kaldık oğlumla ikimiz.” Ben üzüntüyle dudaklarımı büzmüş, sessizce dinliyordum. Kendi halinde oyalanan çocuğa bakarak, kısık bir sesle devam etti: “Şimdilik ben temizliğe filan giderek hallediyorum. Ama oğlum biraz büyüsün, sizin gibi bir ustanın yanına vereceğim. Zanaat öğrenirse, eli tez ekmek tutar.”

“Keşke okuyabilse, eli ekmekten önce kalem tutsa çocuğun” diye geçirdim içimden ama demedim. Bir şeyler geveledim ve kalbime çöken bir buruklukla uğurladım el ele dükkândan çıkan ana oğlu.


Saatin tok sesli uzun vuruşlarıyla silkinip kendime geldiğimde, oturduğum yerde yamulmuş olan bedenimi düzelttim, tutulan boynumu ovaladım. Saate göz attım. İçim geçmiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Ortalığı toparladım. Çıkmadan, çekmecedeki defterimi aldım. Arasında kalemimin durduğu sayfaya üç beş satır karaladım. Geç olmuştu. Kapımı kilitlerken, başımın üstünde “ H. Yazgan, Ayakkabı Tamircisi” yazılı yeni tabelam rüzgârda gıcırdıyordu. Ağaçlar bir o yana bir bu yana salınırken, beyaz polenler kar taneleri gibi havada uçuşuyordu. Ne başımdaki kasketimi, ne üst üste gelen hapşırığımı zapt edebiliyordum. Yavaş adımlarla ilerlemeye çalışırken, elimde mendil, sürekli burnumu siliyordum.


Eve geldiğimde karanlık karşıladı beni. Ayakkabılarımı çıkarıp, özenle kenara koydum. Başımdaki kasketimi, portmantoda duran solgun bekçi şapkasının yanına astım. “Anne?” diye seslendim. Koltukta uyuyakalmış yaşlı bedenin yanına vardım. Elimle çenesinden tutup yavaşça başını döndürürken, gözlerini araladı. Çukura kaçmış mavi gözlerini kırpıştırdı, dudağında beliren hafif bir tebessümle: “Halit, hoş gelmişsin oğlum.” dedi.

bottom of page