top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Ayna

"Paslı, buruk anlamadığım bir koku var odada. Ölüm kokar mı?"

Fazilet Genç Akarçay

Kenarı tırtıklı fotoğraflar dantelli sehpanın üzerinde. Sallanan sandalyesi televizyonun karşısında duruyor. Duvarda asılı duran takvim on gündür karalanmamış. Birbirine iple bağlanmış tıka basa dolu konsolun kapağını açsam anılarıyla birlikte kucağıma düşecek gibi. Sağ kolumu uzatıp, parmaklarımı sırıtan evin buz gibi duvarlarına sürdüm. Ne tuhaf! Küfü kapamak için duvarlara sürdüğü boya alacalı bulacalı kabuk bağlasa da bir inat duvara yapışmış. Evin girişindeki parke zemin gıcırdamıyor, rüzgâr olduğu halde pencerenin önündeki çınar ağacının dalları cama vurmuyor.

Cenaze evine gelenler taziyeden ziyade evden eşya alma derdindeler. Salonda koltuğun ucunda eğreti oturan kadın, başındaki örtüyü düzeltirken fısıldayarak yanındakilere bir şeyler anlatıyor.

“Rahmetli sağken salondaki İran halısını bana vermişti değil mi Rukiye?” Rukiye başıyla onay veriyor. Birlikte halıyı rulo yapıp kapının girişine diklemesine koyuyorlar. Koltuğun yanına tekrar ilişiyor iki kadın, daha işleri bitmemiş. Nermin teyzem salondaki hareketi görünce öfkeyle bağırıyor.

“Nasıl insansınız? Cenazeyi daha gömmeden yaptığınız işe bak! Kızı evde, sahipsiz değil kadının evi. Böyle niyeti olan varsa defolup gitsin evden.” Yanlarına yavaşça yaklaşıyorum.

“İsteyen istediğini alabilir. Yalnız Münevver’in odasına girmeyin.” Salonun kenarında onları seyrediyorum. On dakikanın içinde ev taşınmış gibi bomboş. Anıları götürdükleri için iyi hissediyorum kendimi. Nermin teyzemden ve benden başka kimse de kalmadı evde.

“Kızım öğlene az vakit kaldı, annenin odasına gitmeyecek misin?”

Griye çalmış odasının kapısından içeri giriyorum. Camın önüne koyduğu kaktüs, arsızca büyümüş bir noktadan sonra yaşamaktan vaz geçmiş. Paslı, buruk anlamadığım bir koku var odada. Ölüm kokar mı? Etrafta küstahça dolaşan sinekler her yere konsada Münevver’in üzerine konmuyor. Burnumu tutarak etrafıma bakıyorum. Gardolabın kapısı aralık; içinde üç elbise, kışlık paltosu, dört kazağı ve çekmecede giyilmemiş çorapları duruyor. Üzeri firketeyle tutturulmuş nakışlı iki bohça dolabın arkasına itilmiş. Bu odadaki eşyalar Nermin teyzemin olmalı. Peşim sıra dolanan kadına gülümsüyorum. Kapının arkasında pembeden sarıya dönmüş çamaşır leğeni. Yatağın yanındaki şifonyerin üstünde duran zarflara takılıyor gözüm. Yazılmış ama postalanmamış mektuplar. Mektuplar bana değil. Babama hitapla yazılmış. Şaşırmıyorum. Evin içindeki küf kokusuna alıştım sanırım. Yatağı ne kadar küçükmüş, oysa uzun boyuyla güneşe dokunacağını düşünürdüm. Şimdi bedeni yatağın içinde kaybolmaya yüz tutmuş bir kemik yığını. Başucuna dikildim öylece, yaprak gibi kuruyan gövdemin canlandığını hissedebiliyorum. Kınalı saçlarıyla yıllara meydan okuyan Münevver, zamanı durdurmuş vücudu taşa dönmüş karşımda sessizce yatıyor şimdi. Beni dokuz ay taşıdığı karnının üzerinde eğreti gibi duran parmakları da ondan ümidi kesmiş. Son kez onu üniversiteyi kazanıp evden çıkarken görmüştüm. Vücudu beyaz örtünün üstünde erise bile derin çizgilerin altında öfke akıtıyor. İnce dudaklarının arasından çıkmak isteyen diline engel olan bez parçası da dayanamamış gevşemiş biraz. Odanın sessizliğini sehpanın üzerindeki çalar saat bozuyor. İçimde uzun zamandır biriktirdiğim kelimeler dilimin ucundan geri dönüyor. Oysa rüyalarımda onunla hep konuşuyordum, aksamadan. Kekeme duygularla eğilip kulağına fısıldıyorum.

“Münevver, istemesen de geldim. Öyle durursun işte karşımda dut yemiş bülbül gibi. Şimdi kavuştun babama, bana yaptıklarını anlat, affeder mi dersin seni? Soğukta kapı dışarı attığında beni, merdiven altında yattığımı da söyle. Sesimi, hiç duymadığını. Sırtımdaki derin çizgilerin sebebini anlat ona tırnaklarımın neden hiç uzamadığını da.” Yanında ne kadar vakit geçirdim bilmiyorum. Nermin teyzemin sıcacık elini ve sesini omzumda hissettim.

“Güzel kızım, seni seviyordu ama” cümlesini bitirmesine izin vermiyorum.

“O yüzden babanla seni de gömdüm diyordu bana. Oysa üç yaşındaydım, kaldırımdan caddeye fırladığımda. Beni, hiç sevmedi.” Elimi yüzümü yıkamak için banyo kapısının önüne geldiğimde duraksadım. Ne işim vardı bu hastalıklı renge bürünen evde? Nermin teyzem, bir an evvel gelmem için çok dil dökmüştü.

“İşler bekler iki günlüğüne de olsa atla gel kızım, annendir. Çok hasta, pişman olursun sonra.” Ağır hasta olmalıydı. Münevver ile benim hikayemin sonu gelmişti. Ondan kaçmakla iyi etmiştim etmesine ama bir gölge gibi peşimdeydi yaşadığım sürede. Buz gibi odada fısıltıların yerini kıkırdamalar almıştı. Yüzümü yıkamak için banyoya yöneldim. Bembeyaz kapıyı açtım. Banyoda ki ayna tanıdık geliyor bana. Duvarda asılı ayna, hayatında ne kadar yer kaplayabilir ki insanın? Kollarımın ucundaki sundurma parmaklarım, Münevver’in sırtıma savurduğu parmaklar gibi. İlk adet oluşumu, aşk acısı çektiğimi, baba özlemimi, feryatlarıma ortası çatlamış kinini kusmuş bu aynadaki siluet şahit.

“Zehra, anneni biliyorsun seni görünce huysuzlanacak şimdi.” Diyen Nermin teyzemin naif sesini duyuyorum. Sessizce odama çekiliyorum büyüyen sivilcelerimle. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, sesimi odalara ulaştırsam da odalardan dönen sesim, Münevver’in kulağına hiç ulaşmıyor. Saçlarım defalarca uzadı, kısaldı, yanaklarım sarktı, ellerim kırıştı, fındık gibi olan memelerim armut gibi büyüdü, memelerimin biri alındı, Münevver sesimi duymadan öldü.

Aynadaki silueti alıp bir an önce gitmek istiyorum bu evden.

bottom of page