Öykü: Ayna Sancısı
"Makyajla kapatmalı mı geceyi? Kalsın. Bugün bütün günlerden daha çok ben olmak istiyorum…"
Murat Yurdakul
“İki aynayı birbirine tutun, işte olur size labirent. ”
J. L. Borges, Yedi Gece
Ötekilerle geçirdiğim gecelerden birini yaşadım yine dün gece. O, odaya girdikten sonra gömleğimin düğmelerini açmaya başladım. En üsttekinden başlayarak. Üçüncü düğmeye geldiğimde elimi tuttu ve düğmeyi o açtı. Ses çıkarmadım. Ötekiler her zaman memnun edilmeliydi…
Sabahı olan karanlık gecelerden birinin ertesinde:
"Alo…"
"Sen misin Şule?"
"Benim ya tanımadın mı? Anlaşıldı afyonun patlamamış senin. Gecen kötü geçmiş."
"Sen nerden biliyorsun?"
"Sen ne yaşarsan ben bilirim."
"Üff… Peki peki… Dalga geçmeyi bırak da niye aradın onu söyle."
"Seninle acilen görüşmem gerek. Saat 4'te eski Antakya evlerinde, Mistika Kafe'ye gel."
"Tamam ama bak peşinen söylüyorum, geç kalıp bekletme beni, bozuşuruz."
"Olur, Şule siz ne emrederseniz onu yapar."
"Ay cıvıttın sen yine. Hadi kapatıyorum artık, zaten Kadri gözümün içine bakıyor."
"Tamam tamam, Kadri'ye selam. İkinizi de öptüm. Görüşürüz."
Kızım Kadri, gel pisi pisi… Nerdesin be kızım, aç değil miydin sen? Kesin yine pencere kenarına oturmuş, ağzını titreterek kuşlara bakıyorsundur. Nasılsa acıkacaksın Kadri Hanım…
Kapıcı kapıya süt ve gazete bırakmış. Şöyle bir göz atayım derken üçüncü sayfa haberlerine takılıveriyorum. Adamın biri kendisini aldatan karısını da, sevgilisini de kurşunlamış.
Genç bir kız intihar etmiş ama nedeni anlaşılamamış. Dün gece geç saatte alkollü araba kullanan genç bir adam trafik kazasında ölmüş. Gencin küçücük fotoğrafının altında yaşına dair yazılar. Oysaki fotoğraftan ne yaşı, ne de yaşadıkları anlaşılabiliyor. En belirgin yeri gözleri. En çok onlar var. Bugün de ölüm literatürüne birbirine çok benzeyen farklı ölümlüler ekleyerek kapatıyorum gazeteyi. Yatak odamın her yerinde ötekilerin izi. İzmarite bulanmış terle karışık ağır ten kokusu havada asılı. Acil pencere açmalı. Dağınık yatak çarşafının yarısı yerde. Boş şarap şişeleri, kadehler gecenin tablosunu tamamlamak üzere işinin ehli bir ressam tarafından odanın her yerine özenle yerleştirilmiş gibi. Ressam, kadehlerinden biriyle tuzak kurmuş bana. Sabah üzerine basmadığıma göre bugün şanslı günümdeyim. Şanslı saatler mi demeli? Günün en güzel zamanları, ötekilerin saatinden en uzak… Olabildiğince sade olmalı bugün. Mavi kot pantolonumun üzerine siyah bir kazak geçiriyorum. Aklıma Şule geliyor, doğru dürüst giyinse bari. Dikkat çekmememiz gerektiği konusunda onu ne kadar uyarsam boş… Evden çıkmadan aynaya bakıyorum. Solgun. Makyajla kapatmalı mı geceyi? Kalsın. Bugün bütün günlerden daha çok ben olmak istiyorum…
Kapıdan çıkarken Kadri'ye bakıyorum, o kuş olmak istiyor.
Eski Antakya evlerine vardığımda her zaman buluştuğumuz kafeye doğru giden dar yola sapıyorum. Kışın soğuk rüzgârı Antakya'yı dondursa da bu sokak hep sıcak. Belki de eski evlerin arasında kalan bu sokağı bu kadar sıcak yapan omuz omuza vermiş binaların, birleşmelerine ramak kalmış avluların arasında kalmışlığıydı.
İnsan bu sokakta yürürken gökyüzü yok olurdu. Gökyüzü yok ise, yağmur da yoktu, kar da. Gökyüzü yoksa Tanrı olur muydu? Hayır, Tanrı bu sokakta oturmuyordu…
Burada oturmadığının kanıtı sokağın başındaki kaldırımda duruyordu. İsmail'i ilk gördüğümde bir elinde sigara, bir elinde boya fırçası olan ve her boyacı çocuk gibi "Boyayım mı abla?" diyen bir çocuk sanmıştım. Öyle olmadığını daha ikinci cümlesinde anladım. "Sen istemesen de ben bir gün mutlaka boyarım," dedi. Sesindeki kendine güven şaşırttı beni. "Bazı şeyler boyamakla kapanmaz çocuk," diyebildim ancak. Yine de beni her görüşünde yüzünde para kazanacak olma ihtimalinin verdiği aydınlık beliriyor. Bu gerçekten sadece bir ihtimal. Ancak bir gün şaşırıp da herhangi bir ayakkabımın yaşadıklarını silmek istersem gerçekleşebilecek bir ihtimal. İnsan nereye giderse ayakkabıları da gider. Onlar da gezdikleri yerlerde kendi anılarını biriktirir. Bu yüzden hiçbir zaman boyatmadım ayakkabılarımı, üstelik bu sefer acelem de var. Şule'ye "Geç kalma," dedim, geç kalmak üzereydim. Hızlıca İsmail'in önünden geçerken gözlerine bakıp, "İstemem," diyorum. Benden para kazanamayacak olduğunu bilmesine rağmen niye her seferinde gülüyor bu çocuk anlamıyorum. Para kazanmayacağım biriyle yatmam gibi bir şey. Sahi ben hiç böyle bir şey yaptım mı?
Yok, ilk birlikteliğim bile işti benim. Ya Şule? Parayı görmez onun gözü. Ne zaman yakışıklı bir erkekle yatsa âşık olduğunu söyler. Ertesi gün heyecanla uyanıp geceyi her ayrıntısına kadar anlattıktan sonra bir başka yakışıklı karşısına çıkınca dek onu sayıklar. Ben hiçbir erkekten zerre kadar zevk almazken, o nasıl hâlâ haz duyabiliyor?
Mistika Kafe'nin önüne geldiğimde kapının hemen arkasında duran garson saray kapısı aralar misali açıyor kapıyı. Bakışları rahatsız edici. Pişmiş gülümsemesiyle baştan aşağı süzüyor beni. Bacaklarımda takılı kalıyor gözleri. Altımda mavi kotum var… Yoksa ben mi yanlış görüyorum diye şüphe etmeme neden oluyor bakışları. İçerisi dolu, pencere kenarındaki masalar boş. Kapılmasından korkar gibi atıyorum kendimi masaya. Şule yine geç kaldı. Sokağın başından hızlı adımlarla gelişini görüyorum.
O da İsmail'le göz göze geliyor. İsmail ona gülümsemiyor. Kafeye girdiğinde heyecanlanıyorum. Acilen görüşmemiz gerektirecek kadar önemli olan nedir merak ediyorum. Oturduğu masaya yaklaşınca hemen ayağa kalkıyorum. Sımsıkı sarılıyoruz. İkimizden biri mahpustan yeni çıkmış gibi… Garson ise ikimizden birinin peşini bırakmayan gardiyanı.
Rahatsız edici bakışları bu kez sarılışımızda. Hangimizin hapisten yeni çıktık karar veremiyorum. Garson hangimizin gardiyanı. Şule önden düğmeli siyah mini bir elbise ve elbisesiyle aynı boyda kırmızı bir kaban giymiş. Ona bakmadan geçmek zor. İnsan onun peşine takılmadan edemez. Garson Şule'nin gardiyanı olmalı. İki çay istiyorum gardiyan garsondan. Siparişi alırken kocaman bakan garip gözleri büyüyor. Bu kez daha da şaşkın. Gardiyan garson gider gitmez "Hadi hemen başla anlatmaya," diyorum. Ellerini masaya koyup birbirine kenetleniyor. Gülümsemesi yanaklarını dolduruyor. Büyük ağzı ve dolgun dudaklarıyla gülümseyerek suratıma bakıyor. Yıllarca içeriden çıkmayı bekledim, biraz da sen bekle der gibi ifadesi. Sakinliği ise çıldırtıcı. Beni daha fazla böyle merakta bırakmasına dayanamıyorum, aklımdakini çekinmeden soruyorum.
"Yoksa sen… Yine mi âşık oldun?"
Şule kaşlarını yukarı kaldırıyor, evet mi demek istiyor hayır mı anlayamadan aynı rahatsız edici gülümseyişini yüzüne oturtmayı başararak, "Aslında sayılır," diyor.
Şaşırmıyorum. Ben bilmez miyim malımı. Yine de kızıyorum.
"Yapma Şule ya!" diyorum sitemli.
Hiç umursamış gibi görünmüyor. Fazla sakin, fazla rahat...
"Yok yok, korkulacak bir şey yok merak etme. Bir daha görme ihtimalim olmayan biri bu. Yani gelir diye gözüm yollarda kalmayacak," diye açıklıyor durumunu.
Merak etmeyecekmişim, yollarda kalmayacakmış gözü… Nasıl da biliyor kendini. Her önüne gelene nasıl âşık olunur bir türlü almıyor aklım.
"Çok rahatladım inan… Salaksın kızım sen. Niye geri gelme ihtimali yokmuş?" diyerek üstüne gidiyorum.
Ağzından bir anda tek nefeste çıkıveriyor.
"Çünkü o ölmüş…"
İşte şimdi beni şaşırtmayı beceriyor. Elim çay bardağına çarpıyor. Henüz bir-iki yudum aldığım çay, öyle bir hızlı yayılıyor ki, masa örtüsü ıslanıyor. Umursamıyoruz. Aklımda uçuşan sorular çaydan hızlı dökülüveriyor ağzımdan.
"Nasıl yani? Ölmüş de ne demek? Öldüyse… Sen niye gülüyorsun karşımda?"
Öylece havada kalıyor sorularım. Bir süre sessizce etraftaki masalarda oturanları izliyoruz. İçinde bulunduğumuz andan kaçıp, başkalarının hayatına kapatıyoruz fincanı. Hemen çaprazımızda oturan kızla çocuğun ilk buluşmaları. Kız çekingen, çocuk istekli. Yavaş yavaş, sokulmaya çalışıyor kıza. Elinin tersiyle okşuyor kızın yanağını. Avuçiçi varken elinin tersiyle seven adamın sevgisinin yapacaklarını kız henüz bilmiyor. Biz biliyoruz adamın her türlüsünü. Köşede yalnız başına dergisini okuyan genç fazla idealist. Düşünceleriyle dünyayı değiştireceğini sanacak yaşta. Üstelik bunu okuyarak yapabileceğini düşünecek kadar da tanımıyor hayatı. Biz çoktan okuyup bitirdik hayatın kitabını. Gardiyan garsonun gözü ise hâlâ masamızda. Dökülen çaya müdahale etmekle etmemek arasında kalmış. Havanın gerginliğini hissetmiş olsa ki, dokunmamaya karar veriyor. Şule, gardiyan garsonun bakışlarından bihaber, dalmış gitmiş uzaklara. O an işin ciddiyetini anlıyorum. Bu kez farklı bir şeyler var belli. Çok mu sevdi yoksa bu adamı? O kadar sevmiş olsa bugüne kadar bana söylemez miydi? Söylerdi elbette, anlatmadan edemezdi. Belki de o kadar çok sevdiğinin farkına varmamıştı. Bunu da ötekiler gibi sanmıştı.
Sonunda gözlerini gözlerime dikerek, meydan okur gibi, "Çünkü ölmesine rağmen bana güzel bir şey bıraktı," diyor. Sinirleniyorum. Ne bu gizemli konuşmalar, arkası yarınlar… Sesimi yükseltiyorum. "Ne yani, adam ölürken son birlikte olduğu karı onu çok memnun etti diye mirasını mı bıraktı? Sen şu işi adamakıllı anlatacak mısın, anlatmayacak mısın?" diye bağırıyorum. Üste çıkıp, zafer kazandığımı düşündüğüm anda oluveriyor her şey. Sinir edici gülümsemesi dudaklarında, "Ben hamileyim!" diye haykırıyor…
Sessizlik bıçaktan keskin. Önce zamanı ikiye ayırıyor. Sonra elinin tersi ile seven çocuğu, utangaç genç kızı, idealist genci, garip bakışlı kocaman gözlü gardiyan garsonu, çayları, kahveleri, içerideki yoğun sigara dumanını ve ikimizden birini kesiyor, atıyor… İkimizden hangimizi yine önce anlamıyoruz.
Sessizliğimizden kaçmak isteyen Şule pencereden dışarıya bakıyor, Mistika Kafe'nin dar sokağına. Sokaktan geçebilecek herhangi bir insanın göz temasından destek arıyor. Aslında o da bal gibi biliyor Tanrı'nın bu sokakta oturmadığını. Gözlerini bana çevirdiğinde gözlerimi hiç kaçırmıyorum ondan. İçimde öfke biriktiyorum yavaşça. Böyle bir şeye nasıl izin verir, nasıl hamile kalır? Nasıl kendini ötekilere korumasızca sunar? Kızgın olduğumun farkında olmalı ki ağzını açmaya yeltenmiyor. Aynı sensizlikte Mistika Kafe'den ayrılıyoruz.
Tanrı'nın oturmadığı sokakta birlikte yürüyoruz. Sokak sıcak. Cehennem gibi, hiç soğumuyor. Dante'nin Cehennem'i.. Şule'nin yüzü buzdan bir parça. Sokağın sıcaklığında birazdan eriyecekmiş gibi buzları. Kendiliğinden… Ama ben bekleyemiyorum. "Kimdi o adam?" diye soruyorum. Önce şaşırıyor, ardından gözleri doluyor. "Bilmem ki, adı Ali'ymiş, bu sabah gazetede fotoğrafını görünce tanıdım," diyor. Niye ölmüş diye sorsam mı acaba diye düşünürken açıklamaya başlıyor. "Alkollü araba kullanmış diye yazıyordu. O gecede alkollüydü ve korunmamızı istemedi. Hem biliyor musun, gözleri o kadar güzeldi ki. Gazetedeki küçücük fotoğrafta bile parlıyordu. Aslında hiçbir açıklaması yok, sadece ona karşı çıkmadım, çıkamadım işte."
Az önceki kızgınlığımızın geçtiğini fark ediyoruz. Hiçbir şey konuşmadan devam ediyoruz yolumuza. Evin önüne vardığımızda Şule itiraz etmeden apartmanın kapısından içeri giriyor. Asansöre biniyoruz. Düğmeye basıyor. Ne olur ne olmaz diye ona verdiğim yedek anahtarı çıkıyor cebinden. Kapıyı açmasıyla birlikte Kadri geliyor. Ayaklarımızın dibinde mırıltılar eşliğinde dolanıyor. İkimizin de onu sevecek gücü yok.
Sevmeye gücü olmayan bakkalın, sık sık alışverişe gelen tombul ama şirin kıza bakışlarıyla küçük sevgiler satmaya çalışması gibi yaklaşıyoruz Kadri'ye. O da daha çok dolanıyor ayağımızın altında, tombul ama şirin kız, daha fazla sevgi alabilmek için daha sık uğruyor bakkala…
Şule hemen mutfağa doğru ilerliyor. Kadri'yi de çağırıyor. O, Kadri'ye yemek verirken ben üstümü değiştirmek için odaya gidiyorum. Elbisemin üçüncü düğmesine elimi attığımda kapı açılıyor, içeri elinde bıçakla Şule giriyor.
Bıçağı karnıma
Tam üç kez
Saplıyor.
Vücudumda bir sıcaklık hissi
Demek Tanrı burada da oturmuyor…
Dün akşam Şule Elibol adında bir hayat kadını, karnına sapladığı üç bıçak darbesiyle intihar etti.
Evde beslediği kedinin sürekli miyavlamasından şüphelenen komşular tarafından hastaneye kaldırılan kadının 3 aylık hamile olduğu ortaya çıktı. Kadın ve bebeği hayatlarını kaybederken polis intiharın sebeplerini araştırıyor.
Comentarios