Öykü: Bahtın Kate olsun
"Belimdeki anahtarlık öncekinden daha fazla şıkırdıyor; sıvaların terk ettiği duvarları utandırıyordu. Varolan her şey utanıyordu."
Tuba Sina Aydın
“Neticede olan çocuklara oluyor, doktor.
Herkes yaptığının cezasını çekiyor.
Çocuklarsa büyüklerin günahını.”
Bir Zamanlar Anadolu'da
Nuri Bilge Ceylan
Sağlı sollu nezaretlerin yanından geçtim. Buralardaki bir-iki meraklı kafa, kollarını demir parmaklıklara yaslayarak soran gözlerle yüzüme bakıyorlardı. Hiç oralı olmadım, koridorun sonuna doğru hızla ilerledim. Kadının çığlıklarına yakınlaştıkça botlarım yerdeki fayanslara daha beter vuruyordu. Belimdeki anahtarlık öncekinden daha fazla şıkırdıyor; sıvaların terk ettiği duvarları utandırıyordu. Varolan her şey utanıyordu.
Kadının lavaboda işinin bittiğini zannetmiştim ama öyle değilmiş. Kapanmayı bilmeyen lavabo kapısının bıraktığı aralıktan içeriye baktığımda onu, arkası dönük, lavaboya kafasını eğmiş vaziyette buldum. Çığlıkların yerini genzinden kopardığı öksürükler ve yutmaya çalıştığı hıçkırıklar almıştı. Üstündeki soluk renkli sarı bluzun uçları hafiften sırtının yukarısına doğru katlanmıştı, belinin açıklığı hemen fark ediliyordu. Utandım, az geri durdum:
“Bacım işin bitince hazırlan da yukarı çıkalım. Bugün mahkemeye çıkacaksın artık.”
Boğulan öksürüğünden başka hiçbir ses vermedi. Bir iki dakikaya kapıyı araladı, karşıma dikildi. Daha sonra onu nezaretine bıraktım. Kolumdaki saati işaret parmağıyla gösterdim:
“Beş dakikaya hazır ol, tamam mı?”
Kenara geçtim, beklemeye başladım. Koridorun sol köşesinde asılı duran Atatürk resmine bakarken dalıp gitmişim. Demir parmaklıklı kapıya doğru yaklaşan ayak seslerini duyunca kendime geldim. Hemen kafamı, yasladığım duvardan çekip, cebimdeki anahtarlığı çıkardım. Kapısını açtım. Az önce yüzünde gözünde gördüğüm kan kırmızılığın biraz olsun azaldığını fark ettim ama mor eşarbından alnına düşen perçemlerin uykusunu almamış ve isyan eden dalgalanışları hâlâ devam ediyordu. Yürüyecek mecali yoktu, koluna girdim, ağır ağır ilerledik. Arada bakışlarımı ona döndürüyordum. Tespih tanesi çevirir gibi sessizce dudaklarını kımıldatıyordu. Merdiven basamaklarına gelince adeta ayak ucuyla hareket etmeye başladı. Belli ki öksürdükçe yerlere dökülen umut kırıntılarını ezmekten korkmuştu.
Bekleme odası kalabalıktı. Bekir komiser duvarın bitişiğindeki masada oturmuş; bir eliyle kulağına telefon ahizesini tutuyor, diğer eliyle de önündeki kağıtlara notlar alıyordu. Ayakta dikilen üç-dört tane devremin hararetli konuşmaları, telsizlerinin zırıltısı, bir de üstüne televizyonun gürültüsü vardı. Kadını uygun bir sandalyeye oturttum. Ardından Arif'i gördüm, kendime bir çay söyledim. Kadına baktım, yan tarafımdaki akvaryumun kirli suyunda yüzen iki büyük, dört yavru balığı izliyordu. Akvaryumun yaslandığı duvarın hemen üstüne düşen kurşun izlerini görünce yüzünü ekşitti. Sonra bakışlarını doksanlardan kalma vitrin parçasının içine yerleştirilmiş olan televizyona çevirdi. Ekranda yine bir kadın programı vardı. Alt yazı şu şekildeydi: “Ailesi tarafından darp edilen on iki yaşındaki Gülşah K.'den günlerdir haber alınamıyor.” Kadın aniden kafasını çevirdi. Eşarbının ucuyla gözlerini sildikten sonra ellerini karnına götürdü.
Beş dakika ya geçti ya geçmedi, kucağında yeni doğmuş bebekle elli beş atmış yaşlarında bir ormancı çıktı geldi. Dışarının soğuğundan ödünç aldığı dumanları ağzından savurarak, bir çırpıda anlatıverdi bu bebeğin hikayesini. Sabah sabah civarı kontrol ederken odun yığınlarının arasında bir ağlama sesi duymuş, bakmış ki minnacık bir şey. Üstünü başını aramış, “Anasını babasını bilen var mı?” diye yakınlardaki evlere ünlemiş. Daha da beklemeyip buraya getirmiş. Yolda bebek çok ağlamış ama adam bir türkü çığırınca yavrucak mızmızlanmayı kesmiş. Adam ölen anasının adıyla kulağına seslenince bebek gülüvermiş. Ne olursa olsun, bundan sonra bebeğin adını Döndü koymalıymışız. Ah ah, Allahsız kitapsızlar madem bakmayacaklarmış, ne diye bu çocuğu doğuruyorlarmış? Hep bunlar o ahlaksız diziler yüzünden başımıza geliyormuş...
Adam olayın heyecanıyla o kadar çok konuşuyordu ki Bekir Komiserin sorduğu soruların yarısı havada kalmıştı. En sonunda komiser “Tamam hemşerim.” diyerek adamı güç bela başımızdan savdı. Bebeği bizim teşkilatın yeni yetmesi Nezahat'in kucağına verdik. Biz böylesi kadersiz yavruları çok görmüştük de Nezahat ilk kez karşılaşıyordu. Kızcağızın gözlerinin buğusu ıslanıverdi. Islaklık bebeğin gözlerindeki ıslağa değdi. Nezahat anne edasıyla sabinin ha bire sırtını sıvazlayıp, ağlamasını kesmeye çalıştı ama bebeğin susacağı yoktu. Bekir komiser bebeği hastaneye götürecek ekibi ayarlamıştı. Acilen hastanede sağlık taraması yapılması gerekiyordu. Ne var ki hastaneye varış nereden baksan kırk beş dakikaydı. Nezahat'te artık sabır kalmamıştı:
“Komiserim hastaneye gidene kadar bi şey yapın, bu bebeğe mama bir şey bulalım, kim bilir kaç saattir aç.”
“Ben emzirebilirim!”
Bu duyduğumuz iki kelime, öksürükle karışık, bir kibrit alevi kadar cılız ama santigrat derecelerin en azılısı kadar yakıcıydı. Hepimiz şok olmuş gözlerle yanımdaki kadına baktık. Tutulup kaldık. Bereket versin Nezahat erken toparlandı:
“Sizin hâlâ sütünüz geliyo mu?”
“Gelmez olur mu? Bir haftadır göğüslerimde biriken sütü lavaboya döküyorum. Siz bana çocuğu verin, bi faydam dokunsun.”
Bu cümleleri ağzından nasıl çıkardığına, kendisi de hayret etmiş gibiydi. Kısa bir şaşkınlığın ardından başını önüne eğdi. Bekir Komiser bana kaş göz işareti yapınca hemen yerimden kalkıp kadının bileklerindeki kelepçeyi söktüm. Nezahat, bebeği kadının kucağına verdi, ardından da kadın ve bebekle birlikte yan tarafta boş bir odaya geçti. Arkalarından bakıp “Cık cık” yaptıktan sonra her birimiz bir sigara yaktık:
“Komiserim tam bir hafta olmuştu de mi bu kadın doğum yapalı.”
“Öyle Nadir. Aynen öyle. Yazık vallaha...”
Bir iki bir şey daha söyledi, sonrasını getirmedi. Komiserde konuşma isteği yoktu. Baktım odadakilerin hiçbirinde konuşma isteği yoktu. Sessizliği yine ben bozdum:
“Komiserim bu kadıncağızın hali ortada. Böyle olmasına rağmen hakim bugün bu kadını tutuklar mı?”
Bekir Komiser damarına basmışım da öç almak istermiş gibi çatık kaşlarından sert bir bakış fırlattı. Ardından elindeki sigara izmaritini tüm kuvvetiyle kül tabağına bastırdı:
“Dalga mı geçiyorsun Nadir? Kimin gözünün yaşına bakıyorlar? İyi ki bu kadının karnındaki çocuk öldü. Yoksa o da annesiyle beraber...”
“İyi ki mi? Komiserim bunu siz mi söylüyorsunuz? Hani siz dememiş miydiniz, bu kadın tüp bebek tedavisiyle anca hamile kalmış da, bilmem kaç sene boyunca...”
Cümlemin gerisini getiremedim çünkü Bekir komiser yumruk yemiş gibi öylece durdu, yutkundu, o esnada odaya giren çaycı Arif'e sert bir şekilde bağırdı. Arif neye uğradığını şaşırdı, elindeki tepsiyi bıraktığı gibi odadan çıktı. Neyse ki devrelerimden birisi odadaki gerginliği azaltmak için elindeki televizyon kumandasını iyi bir belgeselde ayarlayıp, sesini açtı. Ekranda İngiliz kraliyet ailesi vardı ve belgesel ‘Kate Middleton Özel Bölümü’ydü. Hızlıca ilerleyen videonun her görüntüsünün altında bir alt yazı okuyorduk:
“Kate'in gelinliği dünyaca ünlü modacı ... tarafından tasarlandı.”
“Muhteşem fiziğiyle göz dolduruyor, hamilelik kilolarını çoktan attı.”
“Yakışıklı kocası William ve çocuklarıyla Buckingham Sarayı'nın bahçesinde harika barbekü partileri düzenliyor”
“Şimdilik düşes ama gelecekte kraliçe olmasına kesin gözüyle bakılıyor. ”
Belgesele dalıp gitmişiz. On dakika sonra bozuk kapı aralanınca yayıldığımız sandalyelerden bir çırpıda doğrulduk. Kucağında bebekle kadın ve Nezahat içeri girdiler. Kadın gülümsüyordu. Yavaşça az önceki sandalyesine oturdu. Nezahat, emme işinin nasıl olsa bittiğini düşünüp bebeği kadının kucağından alacak oldu ama Bekir komiserin kaş göz işaretiyle vazgeçti. Hepimizin gözü kadındaydı. Kadın bir yandan ekrana baktı, bir yandan da kucağında mışıl mışıl uyuyan meleği izledi.
“Rüya gibi....” alt yazısını okuduktan sonra işaret parmağıyla bebeğin minicik burnuna küçük bir 'pıt' yaptı, sonra da kulağına yavaşça eğildi:
“Bahtın Kate olsun!”, dedi.
تعليقات