top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Bavul

“Eh işte kendin dedin, bir ömrün bir bavul kadar hükmü yok be. Doldur boşalt, şunun içine sığış bakalım!”

A. Mehtap Sağocak


Dolabın üstünde duran bavulu indirebilmek için diğer odadaki sandalyeyi sürükleyerek getirmesi gerekti. Bir eliyle arkalık tahtasına, bir eliyle dolaba tutunarak, sandalyenin üzerine çıkmaya çalışıyordu. “Giderayak bir tarafını kıracaksın, o olacak yaşlı bunak!” Nefes nefese kalmıştı, sandalyenin tepesinde dikkatlice dikilirken bir yandan da zorlanan el bileklerini ovuşturuyordu. “Sen benim yaşıma kurban ol. Şu halimle bavulunu alıp kaçan o genç kızdan ne farkım var ayol, ha hayt!” Gülerken yüzü iyice kırışıyordu. İnce ve titrek bedeniyle uzanıp, dolabın üzerinde sapı görünen yeşil bavulu çekip yere düşürmeyi başardı. Bavul büyük bir gürültüyle odanın ortasına serilirken, yıllardır üzerinde biriken toz tabakası da loş aydınlığın içinde ortalığa saçıldı. “Eh be Münevver, sen ne kirli çıkısın. Şu rengi ruhsarı solmuş, kilidi bozuk Nuh nebiden bavulu bile tutmuşsun ya bunca yıldır, pes!” Dikkatlice sandalyeden inip, havada uçuşan tozları elleriyle savuştururken hafifçe öksürdü. Bavulu yatağın üzerine yerleştirip, kayışlarını çözdü, kırık kilidiyle bir süre uğraştı. “Bavul deyip geçilmez buna, neler yaşadık beraber… kocaya kaçtım kız ben bununla. Sonra doğuma gittim, oğlanı askere uğurladım, kızı üniversiteye… Kırk yıllık hatırı var ihtiyarın.” “Eh işte kendin dedin, bir ömrün bir bavul kadar hükmü yok be. Doldur boşalt, şunun içine sığış bakalım!”


Yaşlı kadın kilitten sonra bir de tutukluk yapan fermuarla uğraştı ve bavulu açıp derin bir nefes aldı. İçinde naylon poşetlerde türlü eşyalar vardı. Hepsini ters yüz edip, odanın ortasına silkeledi. Eski kitaplar, dosyalar, oyuncaklar, bebek eşyaları… Yerdeki yığının içinden pembe bir patik tekine uzandı Münevver. Yatağın ucuna oturdu. “Al işte. Gönül’ün patiği değil mi bu?” “Evet ya, bu modeli çıkartmak için çok uğraşmıştın ama yetiştirmeye fırsat olmadı ki, iki ay erken doğunca …” “Babaannesi nasıl da laf soktuydu, bebesini karnında, kocasını koynunda tutamayan kadından hayır mı gelir demişti de içine oturduydu.” “Haklıymış be kadın. Ha hayt! Ben kimseyi tutamadım yanımda. Benim kaçıp geldiğim adam, biri kucağımda biri karnımda bebelerimle öylece bırakıp kaçtı gitti Almanya’ya… Güç bela büyüttüğüm kız desen en uzak şehre attı kendini, üniversite sevdasına. Bari bitireydi yüreğim yanmazdı. Gitti bir hayırsızın peşine anası kılıklı… Bir tek Oğuz işte…”


Kadın bavulun iç ceplerini yoklarken eline bir kâğıt parçası takıldı. Boynunda asılı duran gözlüğünü taktı. Bunun yıllar öncesinden bir tren bileti olduğunu anladı. “Konya bileti mi o?” “Oğuz’un yolculuklarından kalmış. Aslan evladım. Nasıl da çakı gibi asker olmuştu.” “Hadi oradan, Konya’ya yolcu edişini unuttun galiba. Bir hafta gülerken ağlamış, ağlarken gülmüştün de herkes deli gözüyle bakmıştı sana. Askerden geldikten sonra da çocuğun başına ördün çorabı. Neymiş efendim buralardan bir gelin olsunmuş, uzaklara gitmesinmiş. Gördün ebenin…Tövbe tövbe.” Münevver daldığı yerden silkindi. Bavulun içini iyice temizledikten sonra çekmecelere yöneldi. “Hepsi geçti gitti Münevver Hanım. Şimdi tek tabancasın. Bir karar verdin kendi aklınca, yoluna bak artık.” Sürüklediği küçük adımlarıyla odada dönmeye başlamıştı. Çekmecelerden birkaç kat çamaşır, çorap, dolaptan üç beş giysi çıkarıyor, katlayıp koyuyordu bavula. Bir çift terlik ve poşetlenmiş ayakkabı sıkıştırdı kenarlara. “İlaçlarını unutma asıl, tansiyon, kalp, sinir… Ne arasan var malum.” “Yani yaş yetmiş, iş bitmiş diyorsun da, yemezler. Ben daha yaşamadım ki ayol. Ha hayt!” İlaçlar da büyücek bir poşet olarak yerini buldu. İyice tombullaşan bavulu örtmeye kalkıyordu ki duraladı: “Dur kapatma, bir şey unutmadın mı?” “Öyle mi diyorsun, peki o zaman.” Sonra dolabın diplerinden bir kutu, kutunun içinden kahverengi eski bir albüm çıkardı. Bir süre göğsünün üstüne bastırdığı albümü usulca bavuldaki son boşluğa yerleştirdi. “Şimdi kapatabilirim bavulumu ha” dedi. Fermuarı çekti, kilidi güçlükle kapattı, kayışları bağladı, yataktan yere indirdi ve sürükleyerek kapının yanına götürdü. “Emin misin Münevver? Ne oğlanın ne kızın haberi var, kızacaklar.” “Ne hakla. Bu sefer de ben gidiyorum işte. Oh olsun!”


Evi toparladı, çöpü çıkarttı. Camları, lambaları kontrol etti. Perdeleri kapattı. Telefon edip taksi çağırdı. Mantosunu giydi. Portmantodaki aynada örtüsünü bağladı. “Ah şu mavi gözlerin ne yaş döktü be Münevver ama kimse bilmedi. Kuşan silahını, her şeye inat gül gitsin be!” Aynadaki görüntüsüne bakıp “Ha hayt!“ diye küçük bir kahkaha attı yaşlı kadın. Bavulunu dışarı çıkarttı, anahtarını kilitte üç kez döndürdü. Kapının önünde bekleyen taksicinin yardımıyla arabaya yerleşti. Gençten şoför sordu: “Nereye gidiyoruz hanım teyze?” Yaşlı kadın, önünde uzayan yola boş boş dikti gözlerini, bir süre sonra dönüp evinin kapısına baktı, Münevver’i aradı ürkek gözleri. Çiselemeye başlayan yağmurla ıslanan sokak hiç olmadığı kadar ıssız ve sessizdi. Zor duyulur bir sesle, “İkinci Bahar Huzurevi’ne gidelim çocuğum,” dedi. Taksi hareket ettiğinde ağzı aralandı, gözleri kısıldı, kahkaha yerine hırıltılı bir hıçkırık döküldü boğazından.

bottom of page