top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Bir Düş(üş) Boyu

"O gitti, O’nun gidişi çok yerindeydi. Ben işte diyorum ya mesela, öyle yerinde gidişlerde bulunamadım."


Alara Çakmakçı


Kalkacağım zamanı bilmeliydim, içki masasında sözgelimi, bu son kadeh olsun deyip kalkabilmeli, kumarda yeter bu kadar deyip ayrılabilmeli ya da daha basitinden, belki de her durumda, benden bu kadar demeyi bilmeliydim. Beceremedim. Tevekkeli değil ne çıktıysa o bir kadeh sonrasından, o açılan son karttan, zeytinin sayısının altından yediye çıkmasından oldu. Ne susabiliyor ne yerimden kalkabiliyordum. Daha ziyade kalakalıyordum ben, bir yere de zor giderdim ya zaten, öyle işte oracıkta, o minicik metrekarede, kendi bedenimin çevresinde, kalakalıyordum. 


O gitti, O’nun gidişi çok yerindeydi. Ben işte diyorum ya mesela, öyle yerinde gidişlerde bulunamadım. Hep, nasıl derler hani, herkes bir ayağına bir kapıya bakar, hava bir açar bir kapar, çoğunluk sen artık oradan kalk diye gözlerinin içine bakar. Öyle. O gideli de oldu bir iki ay. Durun hadi tamam söyleyeyim, iki ay, bir buçuk hafta. Ev bana büyük. Ev dediğim daire işte anlayın. Bakırköy. Hem AVM’lere hem sahile yakın deyip tuttuyduk burayı. Bilmiyorum belki hata orada, hem alım satıma hem denize yakın olamıyorsun. Olamadık işte. Masanın kenarı, perdenin ucu, püskülün dibi, olmayan çocuğun okulu, şudur budur. 


O gitti ben burada kaldım, hoş, zaten yalnızmışım da çok yeni anladım. Gözün gördüğünden, kulağın işittiğinden öte bir yalnızlık, dağ yalnızlığı gibi. Kuru, verimsiz. Bir bakış mesela, peşini bırakmayan, ne uykuya dalmana izin veriyor ne oturmana. Orada, gözlerinin önünde. Kente dair unutmak istediğin ne varsa orada, o dağ başında, bakışında gizliyor hepsini. Öfkesi, intikamı, acısı, nefreti, sevdası, tutkusu. Hepsi, üzerinde. Tüm bunları da çevreleyen, bitimsiz bir yalnızlık. 


Çıktım, yürüdüm sabah. O’nunla da yürürdük uzun uzun. Ama böyle değil, hep konuşmaya mahkumduk sanki. Hava güzelse söz gelimi, yani güneş falan açtıysa, “hava da ne güzel yahu” demek zorundaydık, tersine, yağmur çiseliyor ya da su boşanıyorsa gökten, “aman ne de çok yağıyor”. Bunları demek zorundaydık. Aksi mümkün değil. İki insanın arasında ortak bir dil nasıl mümkün değilse, biz de öyle konuşamazdık işte birbirimizle. Ama hep mümkünün, imkânın sınırlarında dolaşmaktı zaten aşk ya da birliktelik dediğin. (Sanmam.) Bunların ikisinin hep aynı kapıya çıkacağını düşündük. Olmadı. 


Bu şehrin yokuşları meşhur, bilen bilir, bilmeyen ötekine öğretir. Yokuşun ve merdivenin müdavimleri de farklı olur, biri durmadan inmek ister, ötekisi bir durup şöyle bir soluklanmayı sever. Denize inmek kolay değildir zira, o maviliğe ulaşmak, tuzla barışmak, pisliği, petrolü kucaklamak. Ben yokuş aşağı inerken merdivenci, çıkarken yokuşçuyumdur. O, tam tersi. Her şeyi yerli yerine koyasım gelmişti O’nun gidişinden sonra, kendini bir insana emanet etmek diye bir şey de var, uzamsız, zamansız, tüm etkenlerden bağımsız. Dayanak noktasını yitirmek ya da hiç olmadığını fark etmek gibi bu. Söğüdün en üstündeki dallar kıpraşıyor. İçimden, çok derinden bir yerde. Ona ait olanı ondan çalıyormuş gibi bir hasret. Ama neyse işte, alışmalıyım. 


Hayatımın tümü (hem ne demekse bu) değilse de bir kısmı gözlerimin önünde. 

Meyhaneye varmışız. Fena da yol değil gittiğimiz. Öyle köprüler şunlar bunlar. Elbet yokuş falan da var. Neyse vardık. Şans bu ya, deniz kenarında da bir masa ayarlamışlar bize. Oturuyoruz karşılıklı. Her şey olması gerektiği gibi, sözgelimi atomun acısı, şakşukanın yağı, biberin közü, salatanın soğanı. Öyle uzak, öyle soğuğuz ki, bu uzaklığın arasına hiçbir şey giremiyor, şakşuka dahil. Bulutlar yerli yerinde, milim oynamıyor. Beyazlıksa devam, mavi yerler aynı öyle. Yeşil yeşilliğine, kızıl kızıllığa devam, bize hiçbir söz bırakmıyor. 

Susuyoruz haliyle. Susmanın, sessizliğin öğretilmiş asaleti de var bir yandan. Oysa herkesin bağırası var biliyorum, sadece O’nunla ben değil, tüm meyhane, hani şöyle bir izin verilse, bağıra çağıra inletecek, taş taş üstünde bırakmayacak. Susuyoruz elbet, ay falan da çıkar, biraz ona bakar gibi yaparız bir yandan.


Her ayrılık, bela okumalarla bitmeli, hiç değilse gerçek tutkular öyle sonlanmalı, bize böyle öğretildi. Ama ya demek ki bizimkisi gerçek bir sevda değildi ya da fazla medeniyiz bunları açığa vurmaya. Yirmilik rakının bile dibinde bırakarak kalkıyoruz oradan. O’nu evine bırakıyorum. Evimize. Bir anlamı yok hala ve nedense bu iyelik eklerinin. Evimiz. Hava hala kararmamış. Gözlerimi dolduramıyorum O’nu bırakırken. O da deniyor, olmuyor. 


Ha bu arada işimi değiştirdim. Daha doğrusu kovuldum. Nazikçe çıkarıldım diyelim ya da. Ormana gittim “çıkarıldığım” gibi. Var bizim burada da toplaşmış üç beş ağaç. Şaştım kaldım hem servilerin boyuna. Bir yanım doğduğum eve varmak istiyordu, aklımda oranın imgeleri dönüp duruyordu. Bakışlardan bağımsız değil elbette, annemin gözleri, babamın inip kalkan kaşları, bağırmaları, yumuşamaları, kardeşimin yalvaran, ağlayan, gülmekten bitap düşmüş gözleri. O gitti. Beni tüm bu öteki bakışlarla bıraktı. 


Yürüye yürüye, ine çıka, bata kalka, ağlaya güle bir apartmanın girişine vardım. 

Zillerden birini rasgele bastım, diyelim dört numara, evet dört numara. İçeri aldılar beni, içeride babam, amcam, annem, çocuklarım. Ev kalabalık, bana da yer açtılardı sonra. Mutfakta patlıcan kızartılıyor, yanına kabak, patates. Yengem var, domatesleri rendeliyor, sarımsağa buluyor, zeytinyağında şöyle bir çeviriyor. İyi ki de çeviriyor, kokusu çıkıyor yağın. Berekettir derler, hele bayramda, yağ kokusu olmalı evde. Babamla amcam balkondalar. Benim aklımda biraz O, biraz patlıcan, biraz kent, biraz işsizlik. Yanlarına varıyorum. Ne amcamın ne babamın söyledikleri duyuluyor. Denizin uğultusu gibi bir bulanıklık almış götürmüş sözlerini. Ağızlarını oynatıyorlar. Görüyorum. İçeriden annemin sesi geliyor, yengemle konuşuyor, duyuyorum. Ben kimseyle konuşamıyorum. Konuşamaz halimle kalakalmak istemiyorum. Laflarını kesmek pahasına giriyorum aralarına, “Amca, Özcan abim n’apıyor, ne zamandır da konuşmadık onunla”.

“Siktir et Özcan abini” demiyor. Anlatıyor uzun uzun. Şu fabrika, bu müdürlük, şu kavga, bu terfi. Falandır filandır. Gerçekliğe bağlanıyorum, hem sesim duyuluyormuş da meğer, hoşuma gidiyor, dinliyorum. “Sıçarım Özcan Abime” de demiyorum elbette. “Hayırlısı”, “Allah nasıl kısmet ederse”, “Her şeyin başı sağlık” bok püsür. İyi öğretiyorlar bunları ufaklıktan. Tüm bunları konuşurken annemin sesi hala uzaktan yankılanıyor, bir kıyının ötesinden, koyun öteki yamacından. Sürekli değil ama ara sıra, kulak kesilirsen duyacağın bir tınıda hala konuşuyor. Babam, amcamla balkonda. Ben onların yanında. Hakikati biraz da oradan kurma isteğimden. Oysaki annem ne yazık ki koyun öteki yamacında değil, arka odada. Patlıcanın kabağın başında. Annemin sesi çok uzaktan geliyor hala. 


(O’nun bana dair hiçbir şeyi sevmediğini unutmadım elbette. Uyutmazmışım onu, horlarmışım. Oysa insanı uyutmayan, uykularını kaçıran horlama falan değildir, ya parasızlık, ya sevgisizliktir. O parası olsun istemişti, dilediğince harcayacağı. Olmadı. Benim de sevgi işte, biraz eksik kaldı.) 


Annemlerin sesi içeride, rahmetli babamla hala hayatta olan kardeşi balkonda, ben de onların arafında, öylece durduk bir süre. Her iki tarafın da sesine aynı uzaklıkta. Kalkmayı akıl etmek gerekiyor, demiştim ya, kumar masasından, içki sofrasından ve elbet aile evinden. Zamanında kalkmayı bilmek gerek. Yer bile değiştiremeyecek bir haldi benimkisi. Öyle çıkışsız, yorgun, hani derler ya, değil çekip gitmek, kapıyı çarpmak falan, ayağımı şuradan şuraya sürüyecek halim yoktu. 


Zamanın çizgisel ilerlediğinin artık bütün bütün çocuksu bir fikir olduğuna inanmıştım. Doğmak, büyümek, yaşlanmak, ölmek, bunlar art arda değil de üst üste binen şeylerdi. O ev, o balkon ispatıydı bunun. Acıların, ağrıların, sızıların, sevinçlerin, kayıpların, korkuların, hazların, ve dahası bir zamanlar yaşamış olduğunuz bir kentin, oranın sokaklarının, barlarının, insanlarının, marketinin, manavının; veya ölen birinin, sizi terk eden ya da sizin terk ettiğiniz birinin, bir zamanlar çok yakın olduğunuz fakat artık aklınıza pek de sık düşmeyen bir dostunuzun, gittiğiniz okulların koridorlarının, ya da çocukluğunuzun en soğuk kışlarıyla arkadaş edinmek için çırpındığınız yazlık yerlerinin bakkalının, bir daha gidip gitmeyeceğinizi bilmediğiniz uzak bir ülkenin havalananındaki tuvaletin, eski sevgilinin çok eskiden yolladığı bir kartpostalın, çocukluktan kalan bir oyuncağın, annenizin sizi emzirirken giydiği sabahlığın... Tüm bunların siz unuttuğunuz için yok olduğunu düşünmek, hiç var olmamışlar gibi hoyratça yaşamak ne büyük lütuf ve aynı zamanda işkence.

Bir de şey var değil mi: İyi bak kendine… 

bottom of page