Öykü: Birtakım Fobiler
"Hastalıkların artık çok hızlı bulaştığını bilmiyor olamaz. Bu dağınıklık işini çok abarttı. Belli ki ilişkimizi sarsmak istiyor."
Tuba Susoy Toprak
Gece doğru dürüst uyuyamadım. Morarmış gözaltı torbalarımla başımı yavaşça çevirip salondaki pencereye baktım. Kapalı. Gökyüzü aynı. On beş katlı apartmanın en üst katında oturuyorduk. Akrofobini ancak böyle yenebilirsin, dedi doktor, hatta benden sık sık uçağa binmemi istedi. Yok, o kadar da değil, dedim, uçağa asla binmem ama üst katta oturabilirim, dışarı çıkmadığım müddetçe sıkıntı yok, deneyebilirim.
Denedim.
Gidip güzelim bahçe içindeki evimizi bırakıp üst katlarda ev tuttuk, belki de huysuzluğu bundan. Gidip diyeceğim doktora, olmadı bu iş, pencereleri o açıyor ben kapatıyorum o açıyor ben kapatıyorum. Korkuyorum.
Minik burnunu gece boyunca hırt hırt çekip durdu. Rahatsız ediciydi. Sağda solda burnunu sildiği kâğıt mendiller bırakmış. Hastalıkların artık çok hızlı bulaştığını bilmiyor olamaz. Bu dağınıklık işini çok abarttı. Belli ki ilişkimizi sarsmak istiyor.
“Hadi gel, kahvaltı hazır,” diye seslendim. Ayağındaki pofuduk terlikleri süreye süreye geldi. Pijamalarıyla masaya oturdu. Suratı asık. Küs çocuklar gibi ağzını büzdü, çatalıyla tabağındaki zeytinlerle oynadı. Neşesi yerine gelsin diye ona şarkı söyledim. “Sus,” dedi, “Sesini iyi kullanamıyorsun.” Radyoyu açtım. “Kapa,” dedi, “Cızır cızır, başım ağrıyor.”
Üçüncü çayımı içerken o daha birincideydi.
“Hadi benimle ilgili bir hikâye yaz,” dedi.
Of, yine başladık. Bazen durup dururken yeni icatlar çıkarır, ben de gitmesin diye alttan alıyorum, ya giderse, korkuyorum.
Yüz hatlarımı yumuşatıp, “Peki,” dedim. Doğaçlama daldım.
“Kış günüydü, hava çok soğuktu, yerler buz olmuştu. Ekmek almam gerekiyordu, bir de deterjan, ev çok kirlenmişti. Yalnız yaşıyor, mecbur kalmadıkça evden çıkmıyordum. Marketin önünde seni gördüm, ellerinde poşetler. Pat diye buzda kaydın, yere kapaklandın. Gülesim geldi, kendimi tuttum. Başarıyla seni kaydığın yerden kaldırdım. Düşen elmalarını topladım, zor oldu. Çok kırmızılardı. Bunları iyice yıkamalısınız, demedim. Bunun basit kaçacağını düşünüp afilli bir sözle veda etmek istedim. Elmayı güzelce soyun, soymak çekirdeğe ulaşmanın tek yolu, dedim.”
Gülmemek için yere düşürdüğüm çatalımı alır gibi masanın altına eğilip, dişlerimi sıktım. Toparlanınca ağzımı hiç açmadım.
Bir süre yüzüme baktı, sonra hızlı adımlarla arka odaya geçip elinde kalem kâğıtla geri döndü. Kafasını önüne eğip bir şeyler yazdı, ara ara burnunu çekti, çayından bir yudum aldı. Öne düşen uzun koyu kahverengi saçlarından ne yazdığını göremedim. Sıkılıp masadan kalktım, yatak odasına gittim. Yere attığı iç çamaşırını ucundan tutup kirli sepetine attım. Yatağı toplarken sütyenini yastığın altında buldum. Neden bu kadar dağınıksın, birlikte yaşamanın birtakım kuralları var. İçimden avaz avaz bağırdım. Kızgın mutfağa döndüğümde hâlâ kafası önde, saçlarının birkaç teli vişne reçelinin içindeydi. Usulca reçel tabağını kenara ittim. Mikroplardan ölebileceğimi, kafasından aşağı bütün reçeli dökmek istediğimi ona söylememe gerek yoktu. Kendime çay koyup tekrar masaya oturdum.
“Tamam,” dedi, “Bitti.”
“Ne bitti?”
“Hikâyem.”
“Oh, neyse, bitti deyince, ben de,”
“Ne?”
“Boşver, oku hadi.”
Sesindeki ılıklığı abartarak başladı yazdıklarını okumaya.
"Sıcak bir yaz günüydü, çok terliyordum. Gölgelik yer aradım plajda, bulamadım. Kendimi aşmakla, deniz korkum arasında sıkışıp kalmıştım. Sen kıyıdan beni izliyordun. Su çok soğuk, diye seslendin arkamdan, aldırmadım. Hep ileriye baktım, ufuk çizgisi silinmişti. Minik minik adımlarla ilerledim, ayaklarım ıslandı, pes etmek yoktu. Birden kafamın üstünden alçaktan uçak geçti, güm diye ses çıkardı, savaş çıktı da bombasını bıraktı sandım. Öyle korkmuştum ki, denize düştüm. Kafam suyun altında kaldı. Bir sürü balık, mercan, deniz anası, karides, midye gözümün önünden geçip gitti. Yosunların arasında kayboldum. Mürekkep balığı takıldı peşime, çırpınıp durdum, tamam dedim, ölüyorum, derken, bir el beni yukarı çekti. Gözlerimi açtığımda karşımda sen, ölü balık gibi bakıyordun.
Sonradan farkettim ki, meğer ben kıyıdan hiç uzaklaşmamış, bulunduğum yerde dizlerimi dahi geçmemiş suda debelenip duruyormuşum.”
“Bitti,” der demez, çayımı yüzüne püskürterek katıla katıla güldüm. Yokuş aşağı yuvarlanıyor, durduramıyordum kendimi. “Çok saçma,” diyebildim sadece.
Yüz hatlarından gerildiğini görebiliyordum. Hiç beklemediğim anda masadan kalkıp, korku dolu bakışlarım arasında pencereye koştu. “Yapma,” dedim, “Yapma.” Dinlemedi. Pencereyi açtı. “Bak”, dedi, “bak, biz birinci kattayız, Bİ-RİN-Cİ.”
İçim kalktı.
Kahvaltı masasının ortasına kustum. Tir tir titremeye başladım. Atak geçirirken hep böyle olurdu, üşürdüm, çok üşürdüm. Panik halde masadaki su dolu bardağı bana uzattı, olanca gücümle onu ittim. Kafasını sandalyenin demirine vurmaktan son anda kurtuldu. Bardak kırılmış, kırılan parçalar yerlere saçılmıştı. Delirmiştim. “Tamam canım,” diyordu, “Tamam, güvendesin, merak etme, sadece şaka yaptım, beni duyuyor musun.” Koluna yapışmış bırakmıyordum. Ayaklarımıza batan cam kırıkları yüzünden yerlerdeki kan lekelerini görünce, gözüm karardı, adeta ruhum uçtu, buraya kadarmış dedim.
Zor bela benden kurtularak doktorumu aradı, onun yönlendirmeleriyle beni sakinleştirmeye çalıştı. Salonda duvar dibindeki berjerlerin arasına büzülmüş, kollarım başımın üstünde, avaz avaz bağırıyordum, “Düşüyorum, düşüyorum.”
Bir hafta on gün kadar hastanede yattım. Yanımdan hiç ayrılmadı. İlacımı verdi, suyumu içirdi, arada ‘Huzursuzluğun Kitabı’ndan bölümler okudu. Yatağın karşısında refakatçiler için tekli koltuk koymuşlardı, orda uyuyordu. Bazen onu gözlerini tavana dikmiş bir şeyler mırıldanırken buluyordum.
Taburcu olmama yakın bana, “İkimiz birbirimize zarar veriyoruz, olmuyor, ne yapsak olmuyor, hikayeler de işe yaramıyor,” dedi. Daha bir sürü şey söyledi. Aldığım ilaçlar her yerimi uyuşturmuştu. Sadece, “Panik yapmaya gerek yok, hayatta böyle şeyler olur,” dediğimi hatırlıyorum.
Hastane çıkışında çok bekledim. Gelmedi.
Comments