Öykü: Bu Bir Masal Değil
"Kötüler yaptığı kötülüklerin cezalarını katırın kuyruğuna bağlanarak ya da keskin satıra boyunlarını uzatarak öderlerdi. Bu sefer soruyu sormadan hüküm veren kişi bir kral değil. Ben de kötü değilim. Ama masal olmayan bu hikâyede sona geldim."
Berrin Yelkenbiçer
Çocukken okuduğum masallarda “Kırk katır mı kırk satır mı?” diye sorulurdu. O çocuk halimle kendimi sorulan kişinin yerine koymaya çalışırdım. Tüylerim ürperirdi. Öyle çok korkardım ki kendi cevabımı hiç bulamazdım.
Artık çocukluğumu ardımda bırakalı çok oldu. Üstelik şimdi cevap verebilecek durumda değilim. Birileri soruyu sormadan ceza kesti ve hükmü infaz etti.
Bu soruyu genelde krallar kötülere, masalın sonunda sorardı. Kötüler yaptığı kötülüklerin cezalarını katırın kuyruğuna bağlanarak ya da keskin satıra boyunlarını uzatarak öderlerdi. Bu sefer soruyu sormadan hüküm veren kişi bir kral değil. Ben de kötü değilim. Ama masal olmayan bu hikâyede sona geldim.
Öldüm ben. Öldürüldüm. Hayır, kötü olduğum için değil. Sadece kadın olduğum ve yanlış zamanda, yanlış yerde bulunduğum için.
Aklımız ermeye başladıktan sonra ölüm gerçeğiyle hepimiz yüzleşiyoruz. Çocukken en çok sevdiklerimizin ölümünden korkuyoruz. Az büyüyünce kendi ölümümüzün korkusu da listeye ekleniyor. Fazla düşünmemeye çalışarak ölümden kaçabileceğimizi sanıyoruz.
Babam kendisi için hep şöyle der. Derdi. “Bizler artık olgun meyveyiz kızım. Her an ağaçtan düşebiliriz.”
Ben daha önce düştüm. Aniden ölüvermek henüz hiç aklımda yokken üstelik.
Meğer ölüm hepimize eşit uzaklıktaymış.
Avukatım ben. Avukattım. Bir müvekkilimle görüşmeden çıkmış, aydınlık bir sokakta yürüyordum. Hayır, geç bir saat değildi. Hayır efendim, kıyafetim açık saçık da değildi. İnce topuklu ayakkabılarım ve diz hizasındaki eteğim suçlu sayılır mı bilmiyorum. Belki de bütün suç az önce aldığım boşanma davasındaydı. Ama o manyak bunu biliyor olamaz, öyle değil mi?
Demiş ki; “Kadın olduğu için kendini savunamaz diye düşündüm!”
Doğru, savunamadım. Çünkü yürüyordum. Ölümün karanlığından habersiz güneş ortalığı pırıl pırıl aydınlatıyordu. Aklım müvekkilimin göz yaşlarıyla anlattığı şiddet düşkünü kocasındaydı. Nereden başlayacağımı ve nasıl yol alacağımı düşünüyordum.
Belki de acılı bir kadını manyak kocasından boşamaya niyetlendim diye az sonra eril dünyanın sebepsiz cezasıyla yüzleşeceğimi nereden bileyim?
Güneşin en tepede olduğu saatte ortalığın biraz, çok değil ama, ıssız olmasından ya da adım attıkça eteğimin dizlerimin üstüne çıkmasından ama en çok tam o dakikada, oradan geçen bir kadın olmamdan dolayı öldüm ben. Öldürüldüm.
Ben olmasaydım bir başka kadın hedef olacaktı. Kadınlar savunmasızdır ve zaten hep savunmasız bırakılırlar diye.
İnsan sabah evden çıkarken, tam de öğle saatlerinde karşısına samuray kılıcıyla bir adam çıkacağını aklına getirmiyor. O kılıcın aniden, hışmının nereden geldiğini bile anlamadan üzerine ineceğini hiç akıl edemiyor. Kadın aklınla düşünmemişsindir diyenler var sanki. Sesli söylenmese de sessizce düşünülmüş olabilir. Düşünceleri duyabiliyorum artık. Öldüm yahu! Daha ne söylenebilir ki?
Ya da belki en çok şimdi konuşmak gerekiyor.
Bakıyorum da tartışılıyor, yazılıyor, çiziliyor aslında. Böyle bir tartışmanın öznesi olmayı hiç istemezdim. Bu hikâyede katır da satır da bana sorulmadı. Boşanma davasına baktığım için dışı kutsal içi cehennem bir ailenin dağılmasına sebep olacağım varsayılmazsa, kötü de sayılmam.
Sadece bir kadınım ben. Kadındım.
Bakıyorum da tüm o tartışmalarda, yazılarda, çizilerde konu ucundan kıyısından mutlaka kıyafetime ve dışarıda olduğum saatin ıssızlığına dokunuyor. Avukatım ya, hemen sorayım: Çok daha geç bir saatte, mini bir etekle sokakta olsaydım, bir kılıçla doğranmam daha kabul edilebilir mi olacaktı?
Siz şimdi bunu gelin de yüzü acıdan kararmış anneme, evladı ondan önce düştüğü için ayakta duramayan babama anlatın. Ben ölümle, onlar son nefeslerine kadar taşıyacakları bir acıyla cezalandırıldılar. Hangisi daha zor bilmiyorum.
Neden?
Satışı yasak olan o kılıçlara nasıl bu kadar kolay ulaşılabildiğini neden kimse sormuyor? Bir insanın kılıç satın alma sebepleri neden merak edilmiyor? Bu kadar çok kadının anneleriyle babalarını korkunç bir acıyla baş başa bırakarak, bazen evlatları bile büyümeden öldürülmesi neden daha çok sorgulanmıyor? Birilerinin ama en çok erkeklerin sırf canı istiyor diye kadınları katletmelerine neden çığlık çığlığa bağırılmıyor? Cinayetlere neden hep bir sebep aranıyor?
Bana hiç klişe cevaplarla gelmeyin. Ölüler hem yemez hem de yutmaz. Kadının iffetinin kahkahalarıyla ters orantılı olduğu topraklardayız biz. Konu öldürmenin şiddeti değil de kadının iffetine bir toplu iğne başı kadar bile değiyorsa, eril cinayetler gizli saklı hatta bazen aleni haklı gösteriliyor demektir. Şunu bilin ki haklı gösterilen her cinayet dünyayı cehenneme çevirecek, sebep olanlar da dahil olmak üzere hiç kimse o cehennemin ateşinden kaçamayacaktır.
Şu cenaze törenime bakın hele. Nasıl da kalabalık. Tüm televizyon kanalları gelmiş. Yanar döner iki yüzün biri sizinkiyse, diğeri de o kameralar. Televizyonlarda, gazetelerde kadınlar baş tacı edilseydi belki ben burada olmayacaktım, siz de orada.
Tabutumun üzerine o duvağı kim koydu öyle? Çığlık atıyorum ama duyan yok. Öldüğünde bile kadını hâlâ kocayla, evlilikle tanımlıyorlar. Kadınların tek dileklerinin bir koca bulmak, adam ne yaparsa yapsın o kocada kalmak olduğunu sanıyorlar. Fena halde yanılıyorlar. Onların aslında rengârenk başka hayalleri olabileceğini, bu hayallerin gerçekleşmesine izin verilse dünyanın herkes için nasıl da güzelleşeceğini bilmiyorlar. Ya da bal gibi biliyorlar da en çok kadının bu gücünden korkuyorlar. Korkularında boğulsunlar.
Bir de utanmadan bana hakların helal edilip edilmediğini soruyorlar. Bende gerçek hakkı olanlar acıyla kavrulurken, diğerlerinin ezberden mırıldanmaları ne kadar sıradan. Peki ya benim haklarım ne olacak? Topuklarımın üzerinde yaylana yaylana yürüyebilme hakkım mesela ya da güneşin sıcaklığını yüzümde hissedebilme hakkım. Yaşamaya devam etme hakkıma ne demeli? Asıl benim helal etmediğimi kim bilecek?
Şimdi diliyorum ki çok ama çok kuvvetli bir rüzgâr çıksın. O duvakla yakalara takılmış ama az sonra yerlere düşecek ve üzerlerine basılacak siyah beyaz fotoğraflarımı alsın, denize uçursun. Sonra annemle babamın sözcükleri kifayetsiz bırakan acılarına odaklanmaya çalışan kameraları devirsin, ayarlarını bozsun, ortalığı birbirine katsın.
Üzerine de tatlı bir yağmur yağdı mı yaralarımın hâlâ akan kanı belki temizlenir.
Bu son dileğim. Ya da ölü olarak ilk dileğim.
Ölülerin dilekleri kabul olur mu ki? Eğer öyleyse korkun siz!
留言