top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Bu Sabah Annem Balkona Çıkmadı

"Parmağıyla alnına iki kere vurdu. Kendi kendine söylendi. 'Görüntü geldi şükür!'"


Ayşe Gümüş Çoban


Saatin alarmı çalmadı. Gözlerimi açtım. Servisin gelmesine yirmi dakika vardı. Tuvalete koştum. Okul formalarımı annem akşamdan odamdaki sandalyenin üzerine koyar. Çoraplarım da yanındadır. Her şeye hazırlıklı ol, der. İşte tam da dediği gibi oldu. Hemencecik giyindim. Mutfağa koşturdum. Çay demlenmiş, ocağın altı kısık. Küçücük mutfak masasında zeytin, peynir, reçel ağzı kapalı küçük, renkli kaplarda hazır beni bekliyor. Kabuğundan ayrılmış ceviz de var. Atıştırdım. Çay doldurdum. Annem çay kaşığının şıngırtısına kalktı, yanıma, mutfağa geldi. Öptü yanağımdan. Teninden gelen sıcaklık yüzümü yaladı. “Bugün biraz başım ağrıyor, kardeşini gönderince uzanmıştım. İçim geçmiş,” dedi. Gözleri çapaklı, saçları dağınıktı. “Hasta mısın?” dedim. “Hayır, dün evi baştan aşağı temizledim, mutfağın halısını da yıkadım; biraz zorladım kendimi galiba. Yorgunum,” dedi.

Çayı diktim kafama, dişlerimi fırçaladım, saçlarımı düzelttim. Çantamı sırtladım. Hepi topu bir buçuk dakika ya sürdü ya sürmedi, dışarıdan servis dit dit öttü. Ayakkabılarımı bağlamadan fırladım. Annem kapıda öylece kaldı. Sarılmaya, Allah zihin açıklığı versin, demesine fırsat olmadı. Şimdi çıkar balkona! İllaki arkamdan dua okur, el sallar. “Artık küçük değilim, liseye gidiyorum anne, soğukta çıkma dışarıya.” Hiç dinlemez.


Servise binince siyah filmle kaplanmış camın arkasından balkona baktım. Abdullah Abi bastı gaza. Geç kalmış. Annemin balkona çıktığını göremedim. Ama illaki çıkmıştır, illaki Ayet el Kürsü okumuştur, üflemiştir havaya. Servis köşeden dönüp kayboluncaya kadar bakmıştır arkasından. İçeriye girerken ipteki çamaşırları toplamış, balkon sandalyelerini düzeltmiştir.


Emel Hanım bu sabah ezandan önce kalktı. Isıtıcıya su koydu. Kızının koridorda duran okul çantasını kontrol etti. Aferin, eksiksiz hazırlamış. Demliğe iki kaşık çay attı. Üstüne sıcak suyu döktü. Kapağını kapattı. Çaydanlığın yarısına kadar su doldurdu. Ocağı yaktı, altını kıstı. Daha mutfaktan çıkmadan bir hıçkırık tuttu. İki yudum su içti, geçmedi. Hafiften gözü kararır gibi oldu. Sendeleyerek mutfaktaki tabureye oturdu. Parmağıyla alnına iki kere vurdu. Kendi kendine söylendi. “Görüntü geldi şükür!” Sakince ayağa kalktı. Yatak odasına gitti. “Kalk bey, saat yediye geldi.” Kocası yorganın altında kımıldanırken kızının odasına yöneldi. Saçlarına dokundu, eğildi, öptü. Kız gözlerini açtı, kapadı; açtı kapadı. Annesine arkasını dönüp yorganın altına sokuldu. “Hadi kalk kızım, yarın tatil, öğlene kadar uyursun” dedi. Salona geçti, kanepeye uzandı. Çok uykusu vardı. Yattığı yerden kızının tuvalete gittiğini, klozete bastığını, yüzünü yıkarken musluktan akıttığı suyun sesini duydu. Okul formasını giysin de kalkıp saçını öreyim.


Emel Hanım her sabah aynı ritüeli tekrarlıyordu. Ezanla kalk, çayı koy, abdestini al, namazını kıl, kocayı uyandır, kızı hazırla, kahvaltılıkları masaya koy. Kıza zar zor bir şeyler yedir, sıkıca sarıl, öp, kokla; kocayı işe, kızı okula yolla. Okul, eşinin iş yerinin yolu üzerindeydi; her sabah kızını alır, işe giderken okula bırakırdı. İlk seremoni bitince, saatin alarmı çalmadan bir dakika önce oğlunu uyandırır, sabahın köründe o sevimsiz melodinin oğlunu ürkütmesini, strese sokmasını istemezdi.

Kocasını ve kızını gönderdikten sonra oğlunun odasına geçti. Alarmı kapattı. Omzundan hafifçe sarstı. “Hadi kalk!” Oğlan gözlerini kırpıştırırken Emel Hanım salona geçti. Kanepeye uzandı. Oğlan kalkmadı.


Üçüncü dersin zili çaldığında nöbetçi öğrenci geldi. Müdür Bey odasına çağırmış. Gittim. Çantamı toplayıp eve gitmemi söyledi. Sınavım var, dedim. Sonra girersin, dedi. Annem rahatsızlanmış. İyiymiş ama merak etmemeliymişim. “Ya da dur ben götüreyim seni, otobüsle uğraşma” dedi, Müdür Bey.


Eve gittiğimde teyzem açtı kapıyı. Anahtar elimde öylece kaldım. “Hastanede mi” dedim. Evet, dedi gözlerini kaçırarak. İçeride komşu teyzeler vardı. Yüzüme baktılar, yüzlerine baktım. Annem öldü mü? Ölmemiştir. Hastanedeymiş ya işte! Babam? Babamı aradım. Telefonu açmadı. Bir daha aradım. Açmadı. Mutfağa geçtim. Tezgâhın köşesinde yarısına kadar su konmuş bir bardak duruyordu. Suyun içinde küçük baloncuklar oluşmuştu. Annemin içtiği suyun artığıymış! Komşuların içerden gelen fısır fısır seslerine kulak verdim. Baloncuktan bahsediyorlardı. Ebru Gündeş hastalığıymış. Magazin haberlerinde görmüşler. Biliyorlarmış. Kötüymüş. Zaten felç kalsaymış daha zormuş. Kim bakacakmış. Kız şuncacıkmış daha. Oğlan zaten… Ben odaya girince sustular. Teyzem kardeşimi almaya gidecekmiş. Çıktı. Komşular da çıksınlar istedim. Gitmediler. Telefonum çaldı. Babam arıyor. Kardeşini al, gel, diyor. Sesi yorgun, uykusuz, umutsuz… Evrendeki bütün sesler babama musallat olmuş da boğuyormuş gibi konuşuyordu. Öldü mü, dedim. Sesi çıkmadı. İkimiz de karşılıklı sustuk. Bir tek mahallenin camisinden yükselen sela sesi, ardından verilen anons konuşuyordu; “mahalle sakinlerimizden….”


Eve getirdik annemi. Dört yanı açık cenaze arabasının üstünde, tabutuna mor yazması örtülü biçimde! Bütün mahalle üç kere hakkını helal etti. Babam kardeşimi bağrına yasladı. Bana da kendini yasladı. Dimdik duruyordu. Kardeşim ağlıyordu. Ben ağlayamıyordum. Şaşkındım. Birisi cenaze diyordu, birisi merhume, birisi naaş!

Annemin adı neydi?


Anneme herkes ölü, dedi. Hiç yemek yapmamış, börek açmamış, elbise dikmemiş, pazara çıkmamış, kahve içmemiş, hiç yaşamamış gibiydi. Oysa kuş gibi çırpınırdı annem. Hiç durmazdı. Uzun kış gecelerinde çay kokusu sardığında evimizi, dikiş makinasının tıkırtısına çay kaşığının şıngırtısı eşlik ederdi. “Bey benim dizi başladı, kanalı değiştirme” deyişi, babamın uzandığı yerden kumandayı uzatışı. Kardeşime yaptığı kalpli kurabiyelerden ikişer tane bizim çayımızın yanına koyuşu…


Babam omzuma dokundu. Cenaze arabası mezarlığa doğru yol alacaktı. Tabutun üstündeki mor yazmasına baktım. Bana gülümsedi. Kanatlarını açtı. Mutfağın açık penceresine doğru yükseldi. Döndü. Evin önüne biriken kalabalığa baktı. İçeriye süzüldü. Birkaç dakika dolandı evin içinde. Pencereden eşkerdi, bize baktı. Geldi başını babamın omzuna dayadı. Kardeşimin saçlarını kokladı. Elini uzattı bana, minnetle baktı gözlerime. Anladım.

Mezarlığa doğru yol aldık.


Geri geldiğimde apartmanın bahçesine çadır kurulmuş, altına beyaz, plastik sandalyeler atılmıştı. Köşede üstü çiçekli kâğıtlarla örtülmüş pide kutuları duruyordu. Ayran, çay servisi eden birileri dolanıyordu ortalıkta. Eve çıktım. Ev yine doluydu. Annemin kokusu gitmiş, kavrulmuş un helvası kokusu yayılmıştı her yere. Büfenin içindeki fotoğrafına baktım. Babamın omzuna doğru eğmiş başını. Gülümsemiş. Gamzesi batmış derinlere. Hızlıca mutfağa geçtim. Su bardağı duruyordu köşede. Baloncuklar daha da çoğalmıştı. Elime aldım. Odama götürüp, bilgisayar masamın üstüne bıraktım. Yatağın kenarına uzandım. Bacaklarımı karnıma çektim.


Saatin alarmı çaldı. Gözlerimi açtım. Servisin gelmesine gerek yoktu. Tuvalete koşmadım. Okul formalarımı annem akşamdan odamdaki sandalyenin üzerine koyar. Çoraplarım da yanındadır. Bu sabah yoktu. Çay da demlenmemişti. Kahvaltılıklar çıkarılmamıştı. Her şeye hazırlıklı ol, derdi. Hiçbir şeye hazır değilim anne.


Odama döndüm. Bardaktaki baloncuklara baktım. Annem göz kırptı. Suyun içine bir kirpiği düştü.

O sabah annem balkona çıkmadı. Çingeneler mahallesinde top oynayan; sarı saçlı, mavi gözlü muhacir bir çocuğun yalnızlığını yaşadım.


bottom of page