top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Çaresiz Delilik

"Anlatmaya, rahatlamaya, içini boşaltmaya o kadar ihtiyacı vardı ki içinden gelen yeni bir akını beklediği belliydi."


Çağatay Üge

Birkaç sokak ötede ufak bir çay ocağı var. Bugün iş çıkışı oraya gittim. Ocağın önüne rastgele konulmuş taburelerden birine oturdum, çay söyledim. Yalnızdım. Çay ocağının başında kısa boylu, hafiften kambur, kır sakallı, zayıfça bir ihtiyar vardı. Sanki her daim müşterisiymişim gibi hiç yadırgamadı beni; önüme bir bardak çay koyduktan sonra tek söz etmeden ağır ağır geçti yerine. Şehrin o bilindik akşamüstü gürültüsüne kapılmış çayımı yudumlarken hemen iki adım önümde uzun boylu, geniş omuzlu, üstü başı kir pas içinde, kırk-kırk beş yaşlarında bir adamla göz göze geldim. Tam önümdeydi. Kan çanağı olmuş gözleriyle bana bakıyordu. Bakışlarımızın birleştiği an telaşla gözlerini kaçıyor, nereye konduracağını bilemiyordu. Hemen sonra ona bakıp bakmadığımın merakına yenilerek tekrar gözlerini üzerime doğru çeviriyordu. En sonunda dayanamadım, ‘’buyurun,’’ dedim, ‘’bana bir şey mi diyeceksiniz?’’ Hem korkmaya başlamıştım ondan hem de merakıma söz geçiremiyordum. Yanıma gelsin, otursun, konuşsun istiyordum. İleri doğru bir iki adım attı, sonra vazgeçti, tekrar bana baktı. Kendisiyle konuşulduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Gitmeye kalkışırsa arkasından bağıracak, onu yarı yoldan döndürecektim. Kararlıydım. Ondaki bu çekingenlik bende yabancısı olduğum bir güven duygusunun ortaya çıkmasına neden oldu. Tam gitmeye hazırlanıyordu ki, ‘’beyefendi, buyurun lütfen, size bir bardak çay söylememe izin verin,’’ dedim. O telaşlı halinin yerini safça bir donukluk aldı. Sokak ortasında put gibi dikilmiş, söylediklerimi anlamamış gibi yüzüme bakıyordu. Teklifimi geri çevirmeyeceğini anladım, ama üstelemedim; onu korkutmak, kaçırmak istemiyordum. Tahmin ettiğim gibi de oldu. Hiçbir şey demeden ağır ağır yanaştı ve yanı başımdaki tabureye oturdu. Sonsuz bir güvenle ocakta duran ihtiyara iki çay işareti yaptım. Çaylar geldi. Tuhaf arkadaşım sözlerinin gerçekliğinden emin, ama yine de çekingen bir tavırla, ‘’sizi rahatsız etmek istemem,’’ dedi. ‘’Hayır, rahatsız etmediniz, ben istedim,’’ diye cevapladım onu; abartıya kaçmamasına dikkat ettiğim sevecen gülümsememle. Onun yanında rahattım, düşünmeden, içimden ne geliyorsa öyle konuşuyordum. Hemen peşine, ‘’neden öyle bakıyordunuz bana,’’ diye sordum. Garipsemeyerek, ‘’hiç,’’ dedi, ‘’anlamı yok, her gün geçerim buradan, genellikle boş olur, sizi görünce şaşırdım, ondandır.’’ İnanmadım, ama yine de inanmış gibi yaptım. Bana bakmasının çok daha anlamlı bir sebebi olsun istiyordum. Ona cesaret vermek için, ‘’doğru,’’ dedim, ‘’ara sıra geçerim bu sokaktan, genellikle boş olur, çay içmek bahane, biraz kafa dinlemek için geldim buraya…’’ Küçümser gibi, ‘’kafa dinlemek, kafa dinlemek ha!’’ diye araya girdi, ‘’çok önemlidir, en önemlisidir kafa dinlemek…’’ Kafa dinleme konusunda hassas olduğunu düşünerek, ‘’haklısınız,’’ dedim, ‘’yalnızken kafa dinleyemez insan.’’ Soğuktan titriyormuş gibi bacaklarını birleştirmiş, ellerini de arasına sokmuş ağır ağır sallanıyordu. Onu kendime çektiğimi düşünerek, ‘’bu şehirde mi yaşıyorsunuz,’’ diye karşı bir atak yaptım. Sallanması durdu, ‘’evet,’’ dedi, ‘’bu şehirde yaşıyordum, ve hâlâ da bu şehirde yaşıyorum. Bu şehirde doğdum ben, başka yerde kaybolurum.’’ Sabırsızlıkla, ‘’bir aileniz, arkadaşınız, kalacak bir yeriniz yok mu,’’ dedim. ‘’Yok,’’ dedi irkilerek, sanki birilerinin duymasından korkarmış gibi, ‘’kimsem yoktur, eskiden vardı, ama şimdi yok, kimsesiz biriyim ben.’’ Anlamamış gibi, ‘’nasıl olur,’’ dedim, ‘’bu şehirde doğduğunuzu söylediniz, nasıl olur da kimseniz olmaz?’’ Zavallı adamın ağzını arıyordum. Dostumun gözleri birdenbire titremeye, hemen sonra da yaşlarla dolmaya başladı. Tekrar sallanmaya başlayarak, ‘’ailem, dostlarım, tabi ki, tabi ki…’’ diye sayıkladı, ‘’vardı ya,’’ dedi, ‘’vardı, benim de bir ailem, dostlarım vardı, inanmayacaksınız belki ama çocuklarım bile vardı benim. Neredeler şimdi? Bazen unutuyorum onları. Aklıma geldikleri an hissettiğim ilk duygu unutmama dair kızgınlığım oluyor. Ama sonra, evlatlarım da kızgınlıklarım gibi buhar olup uçuveriyor… Hayır, hayır! Kusuruma bakmayın. Konuşmak istemiyorum! Konuşursam, susamam diye korkuyorum.’’ Sustu. Konuşacağını, başlamışken susmayacağını anlamıştım. Konuyu değiştirmek, böylelikle de güvenini kazanmak istedim. Nasıl geçindiğini, herhangi bir iş yapıp yapmadığını sordum. Biraz önceki sohbeti uzatmadığıma sevinerek, bak, işte bu olur, der gibi, ‘’evet, evet,’’ dedi, ‘’şimdi işsizim, gördüğünüz gibi, kim iş verir bana. Kim alır da yanına çalıştırır benim gibi aklını kaybetmiş birini? Ama sanmayın ki hep böyleydim ben, iyi bir işim, dostlarım vardı benimde. Saygın, sözü geçen dostlarım yoktu belki ama vardı işte… Neden yoktu böyle dostlarım? Çocuklarıma iyi bir gelecek sunmak için böyle dostlara ihtiyacım olmayacak mıydı? Ama istesem bile saygın kişilerle, iş adamlarıyla dostluk kuramazdım ki ben! Şöyle derdim kendi kendime: Sözleri geçtiği, güçlü oldukları için dost olmak istiyorsun onlarla, kendi çıkarların için, zayıf biri olduğun için! Onlarla yemeklere gitmez, bir tek hediyelerini bile kabul etmezdim. Rüşvet almayı bırakın, rüşvet alanı da, vereni de yanıma yaklaştırmaz, kaçardım. Korkardım. Beni de kendilerine benzetmelerinden korkardım. İçten içe hem korkar hem de küçük görürdüm onları…’’ Dostum birden sustu, etrafına bakındı. Bacaklarını açıp kapatıyor, dolu olmuş gözlerini ben hariç her yere değdiriyordu. Önce tüm bu sözlerinden dolayı utandığını düşündüm onun, ama yanılmışım. Anlatmaya, rahatlamaya, içini boşaltmaya o kadar ihtiyacı vardı ki içinden gelen yeni bir akını beklediği belliydi. Hemen sonra bakışları sabitleşti, bacakları devinimi yitirdi. Bana baktı. Bütün mahcubiyetimle gözlerimi ondan kaçırıyor, utanıyormuş gibi yapıyor, karmakarışık ifadeler takınarak ona cesaret vermeye çalışıyordum. Konuşmalarının en can alıcı yerlerinde başımı yerden ağır ağır kaldırıyor, yanıtsız kalan binlerce soruya tam da o an cevap bulmuşum gibi şaşkın bir ifadeyle uzun uzun ona bakıyordum. Susmasın, konuşsun istiyordum. Kendi yalnızlığımı unutmuştum. Yalnızlıkla ezilen varlığım karşımdaki bu adamın anlattıklarıyla güçleniyor, bedenime dar gelmeye başlıyordu. Kendimi unuttuğum her saniye onun anlattıklarına ilgi duymaya başlıyordum. Onu elden kaçırmamak için o an her şeyi yapardım. Dostumun suskunluğu kısa sürdü, ‘’almak,’’ dedi, ‘’almak, almayı hiç sevmedim ben, neresi kötü almanın? Herkes birilerinden bir şeyler almıyor mu? Neyimiz var neyimiz yoksa birbirimizin içini boşaltmıyor muyuz? Bilirsiniz, meşhur bir söz vardır: İnsan insanın kurdudur diye. Ama ben hep utandım almaktan. Almaktan ziyade, veren el olmak her zaman daha mutlu etmiştir beni. Eğer saygın bir ismim, biraz da kızarmakta geç kalan bir yüzüm olsaydı o zaman aldığımı alır, vermek istediğime verir, taşınacak yükle beraber yücelten sözcüklerle avutabilirdim kendimi. Kendimi övmek gibi bir derdim yok. Aklımı yitirmeme, gördüğünüz şu hallere düşmeme sebep olan özelliklerimle övünecek değilim. Belki de övünmek istiyorumdur… Ama asıl sıkıntı bu değil. Asıl sıkıntıyı verecek bir şeyim kalmadığında, evet, almaya almaya ne ruhumdan ne de cebimden verecek bir şeyim kalmadığında, tükenmeye başladığımda yaşamaya başladım. İnsanları ne kadar tanıyorsunuz? Onların alışkanlıklarından vazgeçebileceğine hiç şahit oldunuz mu? Almak da bir alışkanlıktır. Sıkıldıklarında, özlerinden değil, dı