top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Değişik

"Minik bir delikten bile hayata tutunabilme yeteneği, bir çeşit sigortaydı ve insanı başa çıkılmaz sanılan dev fırtınalara karşı mukavemetli tutuyordu."


Mustafa Ünver


Köyde en sıcakların yaşandığı yaz günlerinden biriydi. Öğle ezanına yaklaşık bir saat vardı ve daha şimdiden etraf adeta cayır cayır yanıyordu. Ekrem hışımla eve girdi. Ocaklıkta süt kaynatan anasına bakmadan yüklüğe girip çıkması bir oldu. “Hayırdır, ne oldu, nereye gidiyorsun oğlum?”, dedi anası. “Bir şey yok ana,” diye seslendi, öfkeliydi. “Oğlum sende bir hal var, hadi gel anlat bana, ne oldu? Konuşup dertleşelim,” diye avlunun yarısına zaten varmış olan oğlunun arkasından seslendi endişeyle. “İşim acele ana, vaktim yok şimdi,” diyerek koşmaya yakın sertlikte çatal kapıyı ardından çarparak sokağa fırladı Ekrem. Köyün içine doğru öfkeli ve sert adımlarla yürürken dikkat ettiği tek şey sadece, sağ elinin gömleğinin sol ön bel kısmını kavramasıydı. Annesi bu detayı fark etmedi ama yüklükten yıldırım hızıyla bir şey alıp çıkmasından içine amansız bir kurt düşmüştü. Ocaklıkta yanan ateşin başına çökerken “Allahım oğluma mukayyet ol,” diye çaresizce sızlanıyordu. Daha süt yeni yeni fokurdamaya başlamıştı ki üç el silah sesi patladı köyün içinden. Meryem Kadın’ın ciğerleri o an iplik iplik eridi, zavallı kadın ocakbaşına o halde çöktü kaldı. Ne olup bittiği hakkında en ufak bir fikri olmadan fokurdayan isli tencereyi önlüğünün kenarıyla ateşin üstünden bir anda alıp kenara koyması ile avluya fırlaması bir oldu. Sokağa çıktığında sağda solda tedirgin bir koşturmaca olduğunu fark etti. Köyün merkezine doğru koşuşturduğunu gördüğü alt sokak komşusu Tatarların kızına “kız Hatice ne olmuş, nereye koşturup duruyorsun?” diye bağırdı. “Ben de tam bilmiyorum da Meryem Hala, köy içinde bir adam vurulmuş diyorlar,” dedi. Cevabını koşarak veren Hatice’nin sözlerinin yarısı köşedeki kızamık çalılarının arkasında kayboldu. “Aman Allahım! Sen Ekrem’imi ne olur koru Ya Rabbi,” diyerek herkesin koşuşturduğu yöne doğru koştu. Kalabalık geniş bir halka olmuş, ortalarında yatan bir karaltıya “vah vah vah, tüh tüh tüh,” tepkileriyle bakıp duruyorlardı. Kalabalığı yaran Meryem Kadın köy meydanında yerde kanlar içinde yatan bir adam gördü. Genç bir kadın ve üç dört yaşlarındaki bir kız çocuğu yıkılmış bir kütük gibi yerde yatan adamın üstüne kapaklanmış hıçkırıklarla ağlıyorlardı. Cenazenin yanında dizlerini kırıp çökmüş olan Muhsin gözlerini kısarak ve burnundan soluyarak “Meryem Hala! Ekrem bize bu kötülüğü, bu kalleşliği yapmayacaktı; kıymayacaktı abime. Sen ne diye geldin buraya? Defol git!” diye hakaretlerle bağırmaya başladı. “Oğlum mu vurmuş Sami’yi. Vah oğlum vah, neden böyle bir delilik yaptın ah oğul,” diye dövüne dövüne evinin yolunu tuttu.


İlçeden gelen savcı ve jandarma ekibi maktulü inceleyip gerekli raporları hazırladıktan sonra “cenazeyi gömebilirsiniz!” sesi meydanda yankılandı. Güneş batmaya hazırlanıyordu. Sanki herkes bu sese o an sevinmiş gibiydi. Ne de olsa köylü de yorulmuştu öğleden bu yana beklemekten. Öyle ya olacakların en kötüsü yaşanmış, geriye bu kasvetli havayı dağıtacak kötünün iyisi bir haberin beklenmesi kalmıştı. İnsanoğlu ne garip bir mahluktu. En bunaldığı anlarda gelen minnacık bir olumlu haberle hemen sevinip neşelenebiliyordu. Minik bir delikten bile hayata tutunabilme yeteneği, bir çeşit sigortaydı ve insanı başa çıkılmaz sanılan dev fırtınalara karşı mukavemetli tutuyordu. Ne de olsa dünyanın ardı ıraktı. Ölenle ölünmüyordu. Acıyan yerle acıkan yer her zaman ayrıydı. Savcıdan çıkan izin üzerine cenaze alelacele yıkandı, kefene sarıldı, namazı kılındı. Gün içinde kazılmış olan mezarına konup üstü topraklandığında hava iyiden iyiye kararmış, neredeyse yatsı ezanı okunayazmıştı.


Tüm köy hâlâ şoktaydı. Olaydan beri Ekrem ortalarda hiç görünmedi. Eve de hiç gelmeyen Ekrem’i jandarmanın her tarafta aramakta olduğunu kollarını göğüsleri üstünde çaprazlama kenetlemiş köylü kadınları kapı önlerinde birbirleriyle fısıldaşıp duruyorlardı. Tarlalar, yazılar, bağlar, bostanlar, hatta dağlar jandarmanın ekipler kurarak tarama yaptığı mekanlarmış Ekrem’i yakalamak için. Kaçtığı için cezasının da artacağını söylemiş jandarma kumandanı aza Durmuş Ağa’ya. Kendi gelip teslim olursa daha iyi olurmuş giyeceği hükümde. Kadınlar köy boyu kulaktan duydukları her rivayeti fısıldaşıp duruyorlardı evlerinin sokağa açılan çatal kapı önlerinde, pınar başlarında, kısaca ayaküstü dedikodu edebildikleri her yerde. Sami’nin bir gün önce bostanda çapa yaparken Ekrem’in karısının önüne çıkarak sarkıntılık ettiğini gören bir kaç kişinin şahitliği de cezasını hafifletebilirmiş. Kaçmasaymış daha iyiymiş kendi iyiliği için, ama kaçmışmış. Ekrem’in de bir hafta önce tarlada çalışırken Sami’nin karısına yürüdüğünü görenler olmuş diyorlar. Meğerse Sami onun intikamı için bostanda çapa yapan Hayriye Gelin’e musallat olmuş. Sokak dedikodularına bakılırsa aslında aralarındaki esas mesele en başta ikisinin de birbirlerinin bacılarıyla evlenmeleriyle birlikte çıkmış. İnat ve dedikodular yüzünden önce Sami çıkarmış karısını. Ekrem durur mu, bu sefer de o çıkarmış karısını. Değişik mağdurelerinin ikisinin de kaderi sonradan da hiç gülmemiş ya. Sonrasında da iyi evlilikler yapamamışlar. Altı ay birinde, on ay ötekinde gezinip durmuşlar neredeyse bütün köyde. Sonunda olacağı buydu. O kadar ah aldılar. Yuvalar yıktılar. Ne oldu sonunda? Biri otuzunda mezara girdi. Öteki de bugün yarın yakalanınca zindanda çürüyecek. Geride koydukları analarının ve dul avratlarının hayatları ise daha da yaşanılmaz olacak bundan böyle. Köyün kösnü bakışlı ve kötü niyetli saldırgan adamları onları hiç de rahat bırakmayacak. Tarlada tapanda, bağda bostanda nerede görseler taciz edecekler, kapaklanacaklar. En iyisi başka kanlara ve kederlere neden olmadan Meryem Kadın’ın gelini Hayriye’yi de alarak köyden şehire göçmesiymiş. Ne de olsa şehir şehirmiş; herkese orada bir yer bulunurmuş. O kadar insan şehrin o geniş tavanının altına sığmış da bir Meryem Kadın’la gelini mi sığamayacakmış? Ekrem mapustan çıkana kadar belki ikisi de fabrikada bir yerde iş bulur çalışırlarmış. Düzenlerini kurana kadar da Meryem Kadın’ın ve Hayriye Gelin’in boyunlarındaki altınlarla köyde elden çıkaracakları birkaç parça malın parasıyla rahat rahat geçinebilirlermiş. Köylü bu kadar kolay ölçüp biçebiliyordu başkalarının hayatlarını. Ne de olsa başkalarının dertlerine katlanmak böylesine kolaydı işte. Ateş her zaman sadece düştüğü yeri yakıyordu. Ötesinde “yandım, bittim,” diyen ise sadece yalandan yanıp bitiyordu işte.


Üç gün sonra yakaladılar Ekrem’i dağda. Topladığı mantarları yaktığı ateşte kızartmaya çalışırken dumanı fark eden jandarma timi bölgeyi ablukaya almış ve bileklerine demir kelepçeyi takarak ilçeye götürmüştü.

Muhsin başta olmak üzere Sami’nin tüm akrabaları Meryem Kadın’a ve Hayriye Gelin’e düşmanlık etmede adeta görüş birliği yapmışlardı. Erkekleri Tanrı vergisi bilindik güçleriyle, kadınları da sivri dillerinden akıttıkları zehirlerle her ikisine hayatı dar etmeye çoktan başlamışlardı. Sanki maktül Sami pirü pak bir masumdu. Kanının dökülmesi onu günahsız bir meleğe dönüştürmüş gibiydi gözlerinde. “Kör ölür, badem gözlü olur,” deyişi bir kez daha ete kemiğe bürünmüştü köylü nezdinde. Aslında köylü pek açıktan ifade edemese bile katilin de maktulün de taşkın davranışlarının cezasını çektiklerine inanıyordu. Onlara göre ikisi de hoppa, taşkın ve kösnül adamlardı; masum hiç değillerdi. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi işte. Bu gidişle ya bugün ya yarın birinden biri mutlaka diğerinin kanını zaten dökecekti, döktü de. Olan oldu ve su testisi bir kez daha su yolunda kırıldı. Köylü uçuk hareketleriyle bütün köyü oldum olası rahatsız eden bu taşkın delikanlıların köyden bir şekilde ayrılmış olmasından gizli bir sevinç duyuyor gibiydi. Huzur ve güven ortamı “itin iti kırması,” yöntemiyle bir kez daha oluşacak gibiydi köyde.


Onsekiz yıl hüküm giydi Ekrem ve bu kadar sene köyde yaşamaya dayanmalarının imkansız olduğunu nihayet gören ana ve gelin muhtarın ve azaların da yardımıyla evlerini, ocaklarını, üç göz tarlalarıyla iki cılız ineklerini nispeten değerinde satarak Ankara’ya göçtüler. Muhtar devreye girdi ve Ankara’da düzen kurmuş olan yakın köy hemşehrilerinden İsmail Ağa’nın aracılık etmesi sayesinde Yukarı Ayrancı’da iki göz bir gecekondu satın aldılar. Köy evinde zaten çoktan ahı gitmiş vahı kalmış kap kacağı, yatak yorganı tuttukları bir at arabasına yükleyerek yola çıktılar. Beş gün sonra Güzeltepe sırtlarında, adresini aldıkları İsmail Ağa’nın evinin önündelerdi. Satın aldıkları gecekondu da zaten buraya uzak değildi, sadece iki sıra aşağıdaydı.

Ankara büyük olmasına büyüktü; iyi kötü, zengin fakir, hayırlı şerli kim geliyorsa herkesi kabul ediyordu etmesine ama, nispeten hâlâ genç ve gösterişli görünen bu iki kadının başlarında erkek olmadan köyden şehre göçmüş olması ilk aylar gettolaşmış gecekondu çevresinde epey yadırgandı. Gecekondu mahallesi ekonomik, sosyal, tutunamama gibi sebeplerle köyünü yurdunu bırakıp gelen insanlardan meydana geliyordu. Şehirle bütünleşmekten ziyade dar çevrede köylücülük ve hemşehricilik yapmak bu insanlara hem daha kolay hem daha güvenlikli geliyordu. Bu çevrede yaşayan aynı veya benzer ekonomik imkanlara sahip insanlar genelde aynı şehirlerin köylerinden göçmüşlerdi. Gettoyu kültür ve gelenek havzaları nispeten birbirine yakın olan Yozgatlılar, Çankırılılar ve Çorumlular meydana getirmişlerdi. Köyü ve köylülüğü unutmamaya çalışmak ve hatta Ankara’da doğmuş olan çocuklarına bile köy kültürünü özenle benimsetmeye çalışmak âmentüleri olmuştu bu insanların. İçinde yaşasalar da, ekmeğini yiyip suyunu içseler de şehre, şehir kültürüne teslim olmaya niyetleri yoktu. Çünkü şehir, empoze ettiği giyim kuşamı, modernliği ve kültürüyle farklıydı; onlara göre bozuktu ve bozkırdaki köy hayatına taban tabana zıt görünen Batıcı bir kimliği dayatıyordu. Gettolaşma aslında tam da bu kültür saldırısına karşı bir kalkan görevi görüyordu. Elbette detayları ve tüm yönleriyle bu meseleleri aralarında ne konuşmuşlar, ne tartışmışlardı. Böyle bir birikim, donanım ve formasyon onlarda zaten yoktu. İşleri güçleri ekmek parası kazanıp şehrin korkutucu çehresi karşısında ayakta kalabilmek, erkek çocuklarına bir zanaat öğretip aile bütçesine katkı sağlatmak, kız çocuklarına ev bark düzenini öğretip on dört on beş yaşlarına gelince başlık parası alarak evlendirmek, eh okumaya gözü olan az sayıdaki oğlan çocuklarını da okula göndererek okuyabildikleri yere kadar okutmaktı. Gerisi çok da umurlarında değildi aslında. “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” şiirinin tam da içinden gelen canlı örnekler oldukları halde “şehirli olmak kötüdür, köylü kalmak iyidir,” şeklinde kabaca özetlenebilecek bir sloganın arkasına sığınmak, barındırdığı tüm çelişkilere rağmen onlara yetiyor, huzur veriyordu. Zaten sloganlar hangi sınıftan olursa olsun inananlarına yalancı ama konforlu bir aidiyet ve teslimiyet sağlamıyor muydu her zaman?

Evleri mutfağıyla birlikte nispeten geniş bir salonla bir odadan meydana geliyordu. Suyu, tuvaleti ve banyosu yoktu. Sadece elektrik bağlıydı. Bahçe kenarına kurulmuş derme çatma kötü ve dar bir tahta kulübe tuvalet ihtiyacı için düşünülmüştü. Gideri için de iki metre gerisine kazılmış bir foseptik çukur açılmış; üzeri tavan niyetine derme çatma ince çıta ve dal parçalarıyla kapatılmıştı. Domates, biber, salatalık, fasulye gibi zerzevatı yetiştirebilecekleri yirmi otuz metrekare civarında da bir küçük bahçeleri vardı. Dert etmediler eksikleri, köyde de bundan daha iyisine sahip değillerdi sonuçta. Hemen köyden getirdikleri kap kacak, yatak yorganı içeri atarak yerleştiler.


İsmail Ağa ve hanımı akşam üstü uğradılar “hayırlı olsun, hoşgeldiniz,” demeye. Evin önüne serdikleri iki çul mindere oturttular konuklarını. “Varını sunan utanmamış,” misalince köyden yolluk olarak yanlarında getirdikleri birer parça gözleme koydular misafirlerin önüne. Meryem Kadın gecekondu alımında öncülük ve aracılık ettiği için İsmail Ağa’ya teşekkür etti.

Ne demek Meryem Hanım biz de sebeplendik bu sayede. Biraz pahalıya aldık ama önemli değil. Şehirde böyle bir ev sahibi olmak her zaman altındır hanım, altın. Köy ve kasabalardan çok göç olduğu için fiyatlar daha da artacak diye yazıyormuş gazeteler. Öğle tatilinde Kızılay’da, Güvenpark’ta otururken kulak misafiri olmuştu yan tarafta sohbet eden adamlara.

“Olanda hayır var,” derler İsmail Ağa, yine de sağ ol, başımızı sokacağımız bir evceğizimiz oldu sayende.

İyi oldu iyi oldu Meryem Hanım, daha buralara apartmanların girmesi çok zaman alır nasılsa. O zamana kadar da Allah kerim.

Anlamadım İsmail Ağa, apartmanların girmesi ne demek? O zaman ne olacak ki?

Yani anlayacağın apartmanlar girince toprağın asıl sahibi gelip “çıkın arsamdan, ben buraları kat karşılığı müteahhide verdim,” diyebilir. Demeye hakkı var. Bilin şimdiden. Toprak hazine arazisi değil. Kişi özel mülkiyeti. Misal benim kondu hazine arazisi. Sahibi devlet, ben rahatım. Biz de bir kuluyuz yeri gelince, devlet baba nasılsa kolumuzdan tutup sokağa atmaz bizi. Ama burası öyle değil. Neyse siz yol yorgunusunuz, şimdilik bu meselelerle kafanızı yormayın. Haydi bize müsade.


“Eh hayırlısı olsun bakalım, her şey olacağına varır,” dedi Meryem Kadın. “Ha İsmail Ağa gelinimle bana iş lazım. Ne iş olsa çalışırız. Aklınızda bulunsun da, kulağınıza bir şey çalınırsa haber edersiniz olur mu? Buna da sebep olursan minnettar oluruz,” diye ilave etti. “İnşallah, bakalım hele bir,” dedi İsmail Ağa. Gitmek üzere ayağa kalktıklarında Meryem Kadın hanımına “Şefkat kızım, acaba suyu nereden doldurabiliriz?” diye sordu. “Ayıptır söylemesi elimizi yıkayacak, yüzümüze vuracak bir damla suyumuz yok,” diye ekledi ardından.


Bizim Ahmet’le bir bakraç su göndereyim size. Yarın zaten biz de şu aşağıda, deredeki kuyudan su doldurmaya gideceğiz. Giderken size de haber ederim. O zaman tüm kap kacağınızı doldurursunuz.

Sağ ol Şefkat kızım, var ol.

Misafirlerin ardından Hayriye Gelin “kız ana biz de nasiplendik dedi ya İsmail Ağa. Kafama takıldı. Muhtarla ikisinin bizim üstümüzden para kazandıklarını sen duydun muydun köydeyken?” diye sordu.


Duymadım duymasına da, şaşırdım mı, yok kızım şaşırmadım. Yarım asırdır insan denen garip mahlukun hiçbir yaptığına şaşırmamayı öğrendim. Üzüldüğüm ve incindiğim tek nokta sadece sureti haktan görünerek sanki insanlık namına yardım ediyormuş gibi görünüp de arkadan gizli kapaklı avantacılık yapmaları. Ne yapalım kumaş bu kalite gelinim maalesef; köyünde de şehirinde de fark etmiyor, hep aynı boya yeri gelince. Halbuki açıkça “benim bu işten komisyonum şu, muhtarın ki şu, evin fiyatı şu,” deseler ki insan buna gam yemez; “açık yaraya kurt konmaz,” çünkü. Şimdi bir göz gecekondu aldık almasına da gerçek fiyatı neydi, kaça aldık, bilmiyoruz; avantalar ne kadar, bilmiyoruz, toprağın devlet değil de özel şahıs malı olduğunu bile şimdi duyduk, görüyorsun ya kızım. Şimdi şehirdeyiz ve ikimiz de gözümüzü dört açmalıyız evladım. En azından şimdilik seçenek ve irademizi insanlara inanma yönünde değil de inanmama yönünde kullanalım, olur mu? “İyi çıkarsa ne âlâ, yanılmışız der geçeriz; ama kötü çıkarsa zaten temkinimizi aldıydık,” diyebilelim hiç olmazsa.

Ama böyle olmamalı ana. İnsan sözünden, hayvan yularından tutulmaz mıydı? Kur’an bunu emretmedi mi? Şefaatli peygamber bunu emretmedi mi? Bu adamlar Müslüman değil mi?

Müslümanlığı, hacılığı, hocalığı bu işlere karıştırma kızım. Onların ne kadar değerli olduğu ancak güzel Rabbimin huzuruna varınca çıkacak ortaya. Menfaat ve çıkar söz konusu olduğunda gerisinin sadece detay olarak kaldığına defalarca şahitlik ettim. Ciğeri üç para etmez bu dünya için evlat babasını bile kandırmakta tereddüt etmiyor yeri gelince. Dediğim gibi kızım yapmamız gereken, gözümüzü dört açıp kimseye öyle kolay kolay inanıp kanmamak.

Teyzee su getirdim size,” diye bir oğlan sesi ünledi kapıdan.

Sekiz yaşlarındaydı Ahmet. Ablak suratlı, kahverengi kadife pantolonlu, açık yeşil içinde beyaz kalın zikzakları olan sıfır yaka bir kazak giymişti. Sarımtırak saçları dik dik, sevimli, güler yüzlü bir oğlandı.

Teyze annem yolladı size bu suyu.

Sağ ol, var ol evladım. Bu kırbayı taşıyabildiğine göre bayağı güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuşsun sen. Adın Ahmet’ti değil mi?

Adımı nereden bildin teyze?

Biraz önce annen baban buradalardı ya, onlar söyledilerdi adını oğlum.

Hayriye Gelin suyu kendi bakırlarından birine boşaltırken bir parça gözleme de Ahmet’e nasip oldu ve çocuk lokmayı bir anda hapur hupur yuttu.

Çok teşekkür ederim Ahmet, sana ve annene su için, al bakalım kırbanı.

“Bir şey değil teyze, he he,” diye hoplaya zıplaya gitti Ahmet. “Delikanlı olmuşsun,” iltifatından dört köşe olmuş görünüyordu.

Şehre alışmaları zor olmadı. Zorlukların, insan gerçeğinin, pamuk ipliğine bağlı hayatın, kısaca her şeyin farkındaydı gelin kaynana. Her şeye hazırdılar. Hani demişler ya “Derviş duydun mu bu kış çetin geçecekmiş?” Çelebi de bu söze “titremeye hazırım,” cevabını vermiş, onlarınki de bu hesap. Olabilecek tüm aksilikleri şok olmamak, dengelerini kaybetmemek için deyiş yerindeyse önceden satın almışlardı. Hazır ve hazırlıklı olana hiçbir şey dayanılmaz ve atlatılmaz gelmiyordu. Herkesten ve her şeyden beklentileri sıfırdı. Bu yüzden karşılarına çıkan herhangi bir olumsuzluk onları hem şaşırtmıyor hem hayata karşı tökezletmiyordu. Tüm zorluklara rağmen ümitlerini hiç yitirmediler, morallerini hep yüksek tutmaya çalıştılar. Meryem Kadın haftada üç gün pazara çıktı el örgüsü çocuk kıyafetleri satmaya. Hayriye Gelin de Ostim’de bir plastik fabrikasına, işe girdi İsmail Ağa’nın yardımıyla. Durumları düzelmişti. Ayrılık gayrılık etmeden tüm kazançlarını bir araya koyuyorlardı. El ele, sırt sırta vererek sadece kendi işlerine güçlerine odaklandılar, arı gibi çalıştılar. Hem iş hem mahalle çevrelerinde büyük bir saygınlık ve güven kazandılar. Mahalleli kadınlar bile arkalarından “gelin kaynana demezsiniz, o kadar iyi geçiniyorlar. Ana kız olsalar bu kadar iyi geçinemezler,” diye konuşuyorlardı.

Aradan on yıl geçti ve mapustan kötü bir haber geldi. Ekrem disiplinsizlik nedeniyle aldığı uzun süreli hücre cezalarında yakalandığı akciğer hastalığından iyileşemeyerek ölmüştü. Cenazesi köye nakledilmiş; kız kardeşinin kocasının, muhtarın ve köylünün el birliğiyle dini görevleri yerine getirilerek gömülmüştü. Meryem Kadın ve Hayriye Gelin bu habere ağladılar ağlamasına ama kendilerini de koyuvermediler. Ne de olsa aradan mapushane duvarları gibi soğuk onca yıl geçmişti. Ekrem’e karşı yüreklerinde sadece kekremsi ve acımtırak bir eski hatıra kabuk bağlamıştı o kadar. Belki de yüreklerinde çok daha erken ölmüştü Ekrem. Ölümü onları daha bir sıkı kenetledi birbirlerine, güç ve teselliyi yine birbirlerinde bulmaya devam ettiler. Komşuları İsmail Ağa’nın hanımı Şefkat ise yakalandığı tifo hastalığından bir türlü kurtulamadı. Geriye artık gerçekten bir delikanlı olan Ahmet’le altı yaşında Kezban kızını yetim bırakarak öldü. Aylar sonra İsmail Ağa, Meryem Kadın’dan Hayriye’yi istedi. Evlenmeleri herkesçe uygun görüldü ve komşular arası yapılan sade bir törenle evlendiler. Ama Meryem Kadın’ı hiç mi hiç yalnız bırakmadılar. Hem Hayriye, hem Ahmet, hem İsmail Ağa her bir hizmetine yüksünmeden koştular. Askerden döndükten sonra Macunköy taraflarında bir silah fabrikasında teknisyen olarak işe başlayan Ahmet aynı getto çevresinden bir kızla evlendi. Tüm süreçte Meryem Kadın gerçek annesinin şefkat ve ilgisini aratmaksızın Ahmet’in başgöz olmasında başat rol oynadı. Bilmeyen herkes Meryem Kadın’ı Ahmet’in gerçek annesi sandı. Hem Ahmet hem nişanlısı Selma evlendikten sonra Meryem Kadın’la birlikte oturmayı teklif ettiler. Kira ödemeseler de masraflara katkı sağlayacaklar, daha da iyisi böylelikle onu yalnız bırakmamış olacaklardı. Meryem Kadın duyduğu bu teklife önce inanamadı. Ama bu teklifin şakacıktan değil de, ısrarlı, içten ve gerçek olduğunu anladığında öyle sevindi ki; sadece mutluluk göz yaşları içinde “bu benim için ne büyük bir onurlu sevinç yavrularım; siz hep var olun, bahtınız hep iyi olsun,” dedi.


Kendi neslinden bir türlü göremediği izzet ve ikramların ötekilerden gelmiş olması karşısında “kaderini boynuma ilmek ilmek dokuyan hey Güzel Allah’ım, Sen ne büyüksün! Şu yalan dünyada verdiğin vermediğin her şeye sayısız şükürler olsun,” mırıltıları içinde pırıldayan nemli ve puslu gözlerle karşısındaki kireç duvarda takıldığı küçücük bir yumru hedefe kilitlenerek uzun uzun daldı.


bottom of page