Öykü: Dul Avrat Listesi
"Adamı tanıyorum. Aslında rüyamdaki bu berber, uyanık olduğum zamanlarda tanıdığım bir marangoz. Belki de rüyalarda berber oluyordur, kim bilir. Düş berberi. Düşleri kırpıp tıraşlıyordur, insanların rüyalarını unutması ya da bölük pörçük hatırlaması bu yüzdendir belki de."
Ebuzer Kalender
Ortaçağ düşünürlerinden Johannes Scottus Erigena’ya göre tüm tarihimiz Tanrı’nın görmekte olduğu uzun bir rüyasından ibaretmiş. Öyleyse Tanrı kâbus görüyor olmalı. Ne diyeyim, umarım en kısa zamanda uyanır. Ben de rüya görürüm ara sıra. Dün mesela. Rüyamda her yere geç kalıyordum. Önce berbere… Bir dakika. Sen de görmek ister misin rüyamı?
Paslı kepenkleri inmiş yaşlı ve hasta dükkânların arasından geçerek küf kokan serin bir pasaja giriyorum. Sokak tanıdık, böyle bir yer var mı? Bilmiyorum. Dükkânlardan birisinin öksürdüğünü duyuyorum, ciğerlerinden ve boğazından sökülüp gelen hırıltılarla balgamlar ayağıma dolaşıyor, tökezliyorum. Pasajın girişi gizli bir geçidi andırıyor, Alice’nin tavşan deliği gibi. Ancak burası harikalar diyarına pek benzemiyor. Kendimi daha önce hiç gitmediğim bir berberde buluyorum. Zaten saçlarımı uzattım uzatalı kadın kuaförüne gidiyorum. Dükkân boş, nerede bu adam diye etrafıma bakınırken loş ışığın aydınlattığı koridorda arkasına gölgesini takıp da sinirli adımlarını takip eden berberi görüyorum. Gölgesiyle beraber iki kişilermiş gibi geliyorlar bana, çekiniyorum. Hatta yaklaştıkça uzayan gölgesini adamdan daha ürkütücü buluyorum. Berber dükkâna girerken kenara çekilip önce gölgesine yol veriyor ve gölge iyi aydınlatılmış dükkâna rağmen kaybolmuyor. Adamı tanıyorum. Aslında rüyamdaki bu berber, uyanık olduğum zamanlarda tanıdığım bir marangoz. Belki de rüyalarda berber oluyordur, kim bilir. Düş berberi. Düşleri kırpıp tıraşlıyordur, insanların rüyalarını unutması ya da bölük pörçük hatırlaması bu yüzdendir belki de. Elindeki tarağı bir kabadayının bıçağı gibi savuruyor. “Neredesin be kardeşim, eve gidemedim senin yüzünden, yengenle sevişecektik, kaldı artık, bundan sonra ancak önümüzdeki aya…” diye haykırıyor. Beni becerecek diye korkuyorum. Aslında uyanık olduğum zamanlarda onu sükûneti ve yumuşak başlılığıyla hatırlıyorum; ha biraz da lazer kesim makinesi sesi, talaş tozu ve tüylü kuyruğu ahşap tozuna bulanmış şişman beyaz bir kedi geliyor aklıma onu düşününce. Bir şey diyemiyorum, başımı önüme eğip omuzlarımı düşürüyorum ve adamın yüzüne daha fazla bakamadan suçlu suçlu koltuğa oturuyorum. Öyle ki nasıl bir tıraş istediğimi bile söyleyemiyorum. Berber tıraşı gölgesine yaptırıyor ve gölge eline aldığı makineyle saçlarımı çeke yola üç numaraya veriyor. Kılı tüyü temizlemeden kaldırıyor koltuktan beni ve bir sürü de paramı alıyor…
Berberden çıktıktan sonra ana caddeye iniyorum ve tatlıcı arıyorum. İlk gördüğüm tatlıcıdan bir kilo halka tatlı ve poğaça istiyorum. Elime verdiği poşetlere bakmak çok sonra, tatlıcıdan epey uzaklaştıktan sonra geliyor aklıma. Poşette dört tane çiftli pide, üç somun ve birkaç tane de halka tatlı görüyorum. Umursamıyorum. Nihayetinde eve varıyorum. Evde misafirler var. Beni beklemişler epeyce. Geç kalmışım. Ben geldikten hemen sonra kalmak istiyorlar. Annem “Otogara gideceğim, beni de bırakın bir zahmet!” diyor misafirlere. Ancak misafirleri almaya gelen arabada, oğlan uşak, erkek kadın, herhalde yirmiye yakın kişi var. Nasıl sığmışlar o arabaya? Neticede annemi alamıyorlar ve arabanın camları çok geçmeden yüzlerle kaplanıyor. Arkalarından el sallıyoruz. Anneme sen bekle bahçede, yukarıdan arabanın anahtarını alıp geleyim diyorum. Ancak babamla konuşmaya dalıyoruz ve annemi aşağıda unutuyoruz. Annem bizi arayınca durumun farkına varıyoruz ve annem otobüsü kaçırıyor. Sonra içeri geliyor annem ve hiçbir şey olmamış gibi domates reçeli yapmaya başlıyor. Bu reçeli daha önce ne yedim, ne de gördüm. Nerden düştü düşüme böyle pat diye, bilemiyorum. Rüyamda babamı çok canlı görüyorum. Hiç ölmemiş gibi. Düşünüyorum da, ya biz ölüysek. Ölü sandığım babam şu an beni rüyasında görüyorsa ve ben o rüyada yaşıyorsam? Gerçek sandığım bu hayat, sence de rüya sandığım şeyler kadar saçma değil mi?
Amaaaan, neyse ne. Gevezeliğim tuttu yine. Aslında anlatacaklarımın ne Tanrı’nın rüyasıyla ne de benim rüyamla bir ilgisi var. Sıkılmadın umarım. Ama şimdi anlatacaklarım çok komik. Hani hikâye olsa türü mizah olacak cinsten. Merak ettin değil mi? Başlıyorum o zaman.
Avrat yok, akıl yok! Duydun mu bilmiyorum. Eskilerin sözüdür bu. Avrat biraz kaba kaçıyor ya, sonuçta bu eskilerin ve ataların bir sözü. Ama akılla eş tutarak kadını da yüceltmiş, her kimse bu ata. Laf lafı açıyor ya ben de bir ata olmak isterim. Sözlerimin, en azından birkaç sözümün nesilden nesile aktarılmasını dilerim. O yüzden güzel cümleler kurma çalışmalarına başlamam lazım. Eşini kaybeden yaşlı bir adamın yaşadıkları, ataların bu sözünü kanıtlar nitelikte. Boş yere ata olmamışlar neticede. Bu yaşlı adamı diğer dul yaşlı adamlardan ayıran özelliğine gelince… Yaşadığı ilçedeki dul kadınların listesini tutup onları fişlemesi! Adamın adı Mustafa.
Bu Mustafa dayı önce eşinin kırkının çıkmasını beklemiş ve kırk birinci gün evlenme kulislerine başlamış. Tabi bu sırada kabristana gitmeyi ve karısının mezarının dibindeki çam ağacıyla mezarın üzerindeki çiçekleri sulamayı da ihmal etmemiş. Eve gelen ziyaretçilerine ve gittiği dost meclislerinde rahmetlinin ne iyi bir insan olduğundan ve yalnızlığın zorluğundan bahsedip durmuş. Bahçede iş yaparken ara sıra şöyle bağırdığını duyanlar oluyormuş: “Geberesice Fatmaaaa, öldün de iyi bok yedin, beni tek başıma koyup gittin!”
Mustafa dayı şansını önce yakın çevresinden denemiş. İlkin uzaktan akrabası ve de komşusu olan, kocasını yirmi yıl önce kaybetmiş Zekiye’ye göz koymuş. “Evim var, arabam da, sana istediğin kadar bilezik de alırım.” demiş. Kadın, “Hele var git azgın teres. Bacım Fatma öleli şurada kaç gün oldu? Yemliha duymasın, seni malamat eder.” demiş. Yemliha kadının büyük oğlu. Mustafa dayı hiç bozuntuya vermemiş, “Sen bilirsin valla. Bak sonra başkasıyla evlenirsem gücenmek yok ama, şurada kaç yıllık komşuluk hakkımız var önce sana demek istedim.” demiş. Kadın, Mustafa dayının yersiz özgüvenini kafayı yediğine vermiş ve “Avrat yok, akıl yok diye boşa dememişler. Sende sike sürtecek akıl kalmamış Mıstafa. Allah yardımcın olsun.” deyip yoluna devam etmiş. Zekiye işi yatınca Mustafa dayı bu sefer de ortanca gelinine açmış mevzuu. Gelinin anası dul. Gelin böyle bir şeyin olacağını beklermiş gibi kaç zamandır tedirginmiş. Mustafa dayı gelinine “Anan yalnız ben yalnız. Birbirimizden daha iyisini bulacak değiliz. Şu üç günlük dünyada birbirimize can yoldaşı oluruz. Sen ananla bir konuşsan ha güzel gelinim, ne dilersen dile benden.” demiş. Gelin alı al, moru mor kesilmiş. “Baba ne sen dedin bunları, ne de ben duydum. Şuraya gelip hatırını sayıyoruz, hatırını yere düşürme!” demiş. Mustafa dayı “Ne dedim ki ben! Hem ananın adına niye konuşuyorsun, belki kabul edecek.” diye cevap vermiş. Gelin bir hışımla ayağa kalmış ve eteklerinin çıkardığı küçük bir fırtınayla oradan uzaklaşmış. Mustafa dayı boşlukta eriyen kelimelerle gelinin ardından seslenmiş: “Hiç hayırlı bir işe vesile olmayın emi, günah olur a… koyayım.” Ardından teçhizatını kuşanıp ilçede dul kadın avına çıkmış. Nerede bir dul kadın izi bulsa, ya da nerde bir dul kadın kokusu alsa kendini orada bulmuş. Ama nafile! Nasıl olmuş orasını ancak Allah bilir, bir türlü evlenememiş. Kimileri bunu Mustafa dayının cimriliğine, kimileri aksiliğine, kimileri de mirasçısının çok oluşuna vermiş. Mustafa dayıya göreyse bunun tek sebebi olabilirmiş. Karısı ölmeden önce ona, “Ben ölürsem evlenemeyesin İnşallah!” diye beddua edesiymiş. Ardından madem öyle, bari bu serüvenim bir işe yarasın deyip gezdiği dul kadınları teker teker listelemiş. Karşılarına da küçük küçük açıklamalar ve ayrıntılar yazmış. Aslına bakılırsa tam bir fişleme listesi çıkmış ortaya. İfşa olan bu listenin başlığını Dul Avrat Listesi koymuş Mustafa dayı:
Fakılı Mahallesinden Arap Hatice: Altmış bir yaşında. İri ve oturaklı bir avrat. Yaşına göre küçük gösteriyor. Okuyan bir oğlu var, ona her ay para göndermek icap eder.
Yenice Köyünden Solak Nahide: Elli iki yaşında. Boyu orta, gözleri şehla. Çok yer, gezmeyi sever. Evlenmek için ev, Maraş burması, beş de bilezik ister. Sanki bana taze gelin dağın kahpesi.
Ören Mahallesinden Elekçilerin Rahime: Elli sekiz yaşında. Kilolu, götü değirmen taşı gibi. Çula çaputa pek meraklı. Çocuklarının hepsi şehir dışında. Ev kendisinin.
Zeytinliden Dişlek Fadime: Kırk dokuz yaşında. Herifi kanserden ölmüş. Memeleri çok diri, genç kız gibi süzülür. Çok konuşur ve pek bilmiş geçinir. Boşanmış kızıyla beraber yaşar. Kızı daha iyi ya, lakin pek genç.
Pınarcık kazasından Nallı Safiye: Altmış yaşında. Yüzü buruş buruş. Boyu uzun ama. Hayattan bezmiş gibi bir hali var. Oğlunun biri hapiste. Ona bakmak icap edebilir.
Seyrantepeli Kamberlerin Zekiye: Elli dört yaşında. Üstü başı pek tertipli, evi de pek temiz. Çok da güzel kokuyor. Şimdiye kadar gezdiklerimden en çok o hoşuma gitti. Lakin kendisiyle yaşayan genç ve bekâr bir oğlu var. Oğlan avarenin teki. İt taşlıyor. Kendini yazar zannediyor.
Liste böyle uzayıp gidiyor… Nereden mi biliyorum bu olanları? Çünkü ben yazarım, ya da kendimi öyle zannediyorum. Seyrantepeli Kamberlerin Zekiye’nin oğluyum. Annemin o adamla evlenmeye gönlü vardı ya ben mani oldum. Şimdi beni evlendirmeye çalışıyorlar, beni baş göz edince onlar da daha rahat evlenecekler. Al işte! Lafa daldım ve yine geç kaldım. Kızla buluşacaktım, iyi mi? Annemler ayarlamışlar. Geç kalmak benim huyum galiba. Bu gidişle yaşamaya da geç kalırım ben… Düşünüyorum da, ya hala rüyadaysam! Hani şu hep geç kaldığım o rüyada. Belki de rüyasında rüya gören ve rüyasında uyanan bir adamım, ya da kadınım. Bir gün tamamen uyanacağım ve gerçekten yaşamaya başlayacağım. Öyleyse sen de rüyasın. O halde ne ben yazarım, ne de sen okur. Ama bilemeyiz, rüyalar bazen gerçek olur…
Herifin başına vurmuş,yardımcı olmak lazım......hiçmi hayr