Öykü: Duvardaki Ölü Gözler
"Kimse bilmiyor ama bu karanlık, bu mânâsız hayat, bacaklarını açmış içimde kıran kırana sevişiyor ve kendi kasvetini bulaştırıyor üzerime. Oraya gömülüyorum. O karanlık deliğe. Yapış yapış bir sıvı kaplıyor ruhumu."
Çemen Tozbey Elmacı
Babası bir telefonla evden fırlayıp çıktı. İşte o an, bambaşka korkunç bir fikir, selamete erişen bir yıldız gibi Salim’in karanlık zihninde parlayıverdi. Asım Bey gitmişti. Genç adamın artık duymaktan bıktığı, babasının ise içinden bir türlü çıkamadığı geçmişten dem vuruyordu yine duvardakilerden biri…
“Hayır! Ben Asım Bey değilim, sizi dinlemek istemiyorum. Sağ olun hanımefendi. Sağ olun beyefendi. Sen de sağ ol anne, seni dinlemekten hiç sıkılmam ama bugün değil, lütfen!”
Kulaklarını elleriyle kapatıp duvardaki fotoğraflara arkasını döndü Salim. “Bok kurtulursun sen bu duvardaki ölü gözlerden! Nerede sende o yürek Salim Efendi!”
Fotoğrafları tümden toplayıp çöpe atacaktı. Güç bela zapt etti kendini. Giyinip kuşandı, dalgalı savruk saçlarını özenle taradıktan sonra dairenin kapısını bir hışımla çekti. Tüyleri kabarmış bir kedi, Nur Apartmanı’nın kapısının önündeki boş mama kabının etrafında dönüyor ve miyavlıyordu. Ayağının ucuyla dokunsa sırnaşacaktı. Dokunmadı. Dün olsaydı bir koşu eve gidip yiyecek bir şeyler getirirdi kediye. Getirmedi. Açlığa da yalnızlığa da varsın alışsın. Hayvana hiç ilişmeden, paspasın etrafından dolanarak apartmandan çıktı.
Zalim kıştan çıkmış hınca hınç bir insan kalabalığı Nişantaşı sokaklarını doldurmuştu. İçine doğduğu bu sokak, bu mahalle, bu şehir Salim’e yabancıydı. Sevemiyordu Salim, bu deli gibi koşturan insanların birini bile sevemiyordu. Esnafın selam verişinde, içini ısıtabilecek bir içtenlik yoktu. Işıklı, renkli vitrinler gözlerini almıyordu. İçindeki karanlık çukur zaman aktıkça derinleşiyordu sanki. Salim kötü. Salim bir hiç. Durgun, kör ve sağır. Üstelik dün gece sabahı sabah etmişti yine. Öylece çıkmıştı evden. Aç biilaç, susuz, uykusuz. Şehrin tekmil karanlığını sırtlamıştı. Beli eğilmişti, yüzü yerdeydi.
Yürürken içindeki karanlık uzayıp bir gölge gibi düşüyordu arnavutkaldırımına. Gölgesi, çelimsiz bedeniyle boy ölçüşerek onu alt etmeye yer arıyordu sanki. Başka bir dünyadan gelmiş gibi upuzundu. Yüzü aydınlık bir beyazdı. İri, yeşil gözleri, babasının patlak gözlerine hiç benzemiyordu.
Meşin ceketinin ceplerini yokladı, aradığını bulamayınca pantolonun yan ceplerine davrandı. Yaşasın! Oradaydılar! Hiç ondan taraf olmasalar bile zarlarının olmadığı bir dünya düşünemiyordu. Sevinçle avucuna aldı onları, dudaklarına götürerek sesli bir öpücükle selamladı. Sonra tekrar cebine koydu. Kayıtsızca gülümserken kıvrık siyah kirpiklerini kırpıştırdı.
Delibozuk adımlarla yolları arşınladı. Aradığı fotoğraf stüdyosunu bulunca telaşla içeriye girip meramını anlattı.
“Fotoğrafları nerede kullanacaksınız?” diye sordu fotoğrafçı.
“Bir önemi yok. On iki adet büyük boy fotoğraf istiyorum. Dört metrelik bir duvara asılacak hepsi. Ona göre çerçeve yapmanız mümkün mü ?”
Paranın kokusunu alan fotoğrafçının gözleri yuvalarında döndü;
“Elbette. Çok güzel çerçeveler geldi. Fotoğrafları çekelim, az beklerseniz halledebilirim.”
İlk birkaç poz, herkesin çektireceği gibi sıradandı. Sonra fotoğrafçıyı durdurup, arkadaşına bir sürpriz yapacağını ve çılgın pozlarla onu şaşırtmak istediğini söyledi.
Fotoğrafçı ‘peki nasıl isterseniz?’ dercesine başını salladı. İlk fotoğrafta kocaman bir kahkaha oldu Salim. İkincisinde dehşet saçan bir canavar. Birinde Einstein gibi dilini çıkarırken öbüründe Dali gibi deli-dâhi bir poz verdi. Bir diğerindeyse en az Van Gogh kadar esrik, aşkla öpücük gönderdi. Böyle böyle tam on iki poz…
İşi bitince ellerinde birbirinden farklı on iki fotoğrafla çıktı. Fotoğrafçı onun ardından gözlerini kısıp düşünceli bir tavırla baktı. Başını iki yana sallayarak ‘Tuhaf bir genç adam!’ diye mırıldandı.
****
Zihninde koyul