Öykü: Ekmek Ban
“Kız Bedia bir ayran et hele; soğuk soğuk içek. Kavanoza daldır kepçeyi, suyundan al. Bak, yoğurttan bir kaşık koy; yeter hepimize. Çer çöp edeyim deme, sakın.”
Meral Çiçeklidal Gültekin
Bu akşam yaşanacaklar tam olarak benim kabız olmamdan kaynaklandı. Başka bir suçlusu veya herhangi bir üçüncü şahıs ve kurumla ilgisi bulunmamaktadır. Kırk beş dakika boyunca ‘sıçamamak’ tamamen benim suçumdu ve bana epey pahalıya mal oldu. Evet, yanlış duymadınız, tuvalette tamı tamına kırk beş dakika kalmış olmamın bedelini, birazdan ağır bir şekilde ödeyecektim.
Akşam yemeği için sofra kurulmuş, ancak her zamanki gibi babamın korkusundan tabaklara azıcık yemek konmuştu. Önümüze konan hepi topu bir kepçe kuru fasulyeydi. Onun da içinde kurudan beş adet, gerisi salça, baharat, tuz ve sarımtırak renkli bir sudan ibaretti. Tam da masaya kurulduğumuz anda babam, “Kız Bedia bir ayran et hele; soğuk soğuk içek. Kavanoza daldır kepçeyi, suyundan al. Bak, yoğurttan bir kaşık koy; yeter hepimize. Çer çöp edeyim deme, sakın.” dedi. Bunu söylerken sesi titredi. Aslında babamın endişesi yersizdi; biz zaten hiçbir şeyi ziyan edemezdik, zaten evimizde savuracak kadar da bolluk yoktu. Hatta bırakın bolluğu, neredeyse her şey asgari miktarının da altındaydı. Korkardık babamdan. Fazla pinti, bir o kadar da öfkeliydi. Misal, masraf olur diye bana bir kardeş dahi istememiş. Annem çocuğa her kardeş dediğinde, “Sus be kim bakacak onca boğaza.” dermiş. İşin özü, çok değişik ve bence lüzumsuz bir adamdı babam. Annem, yoğurdun suyunu kavanoza milim milim, elleri titreyerek döküverdi. Babamın gözü üzerindeydi. Beni bakışlarıyla delip geçen babamın başını çevirmesini fırsat bilip sessizce sofradan kalktım ve size sözünü ettiğim kırk beş dakikalık hacet seansı için tuvalete doğru ilerledim. Tam rahatlayamayıp odaya geri döndüğümde; ayaklarımın altı uyuşmuş, ıkınıp durmaktan yüzüm patlıcan gibi morarmış ve kaburgalarım dâhil ağrımayan yerim kalmamıştı. Henüz ayaktayken, babam sert bakışlarıyla bana dönüp “Ee bu kadar çok yersen böyle olur, bak işte.” dedi. Hâlbuki henüz bir şey yememiştim.
“Yazık Hasım, öyle deme! Yemedi çocuk. Açlıktan bu halde, yediği bir kuru ekmek garibin. Genç oğlan denmez öyle.” diye söze girdi annem. Babam asla söylediğinden dönmezdi. Yine dönmedi. İllaki haklı çıkacaktı. Oysa hakikaten de bir şey yememiştim.
“Öyle mi? Yazık! Vah, vah! Peki, neden göbeği patlayacak gibi şişmiş çocuğun? Bak hele bak, pantolonunun düğmesi de kapanmıyor. Hey maşallah! Kız Bedia yoksa ben evde yokken buna gizli gizli bir şeyler mi yediriyorsun sen?” Annem, cevap vermek yerine derin bir nefes aldı ve babama gözlerini dikip “yemeği yine zıkkım ettin” bakışıyla sofraya oturdu. Annem, bana her gün gizliden sadece iki kaşık bal yedirirdi. “Ye oğlum! Eccık kuvvetlen. Ye guzum!” diye uzatırdı kaşığı ağzıma. Acaba, babam onu mu görmüştü? İçime bir anda derin bir korku yayıldı. Sahi ya benim karnım niye böyle şiş ki?
Benim de zihnimi kurcalamaya başlayan bu soruyla beraber, sessizce annemin yanına oturdum. Babam tam karşımızda oturuyordu. Bu şekilde oturalım ki her lokmamızı zorlanmadan rahat rahat sayabilsin isterdi. Huyuydu; asla şaşmazdı. Bu soframızın neredeyse yazılı olmayan bir kuralıydı. Bir kaşık, iki kaşık, üç kaşık, dört kaşık, beş kaşık, “Ee çüş! Yeter patlayacaksınız be!” derdi. Her akşam, bereket getirsin diye soframıza zeytin koyardık. Babam da her akşam sektirmeden, kaşları çatık, gözlerimizin içine bakar,- muhtemelen içinden küfürler ederek - ağzımıza attığımız zeytin tanelerini sayardı. Sırf bunun için otururdu tam karşımızda. Gariban zeytin nasıl bereket getirecekse artık? Zeytin taneleri bile babamın korkusundan büzüşmüşlerdi sanki. Annem, elindeki ayran kavanozunu çalkalıyordu. Bense tam kaşığımı kuru fasulyeye daldırmıştım ki babam, “Laaan, bolluk mu var? Ekmeklen ye puşt!” diye kükredi. Annemle aynı anda irkildik. Eli ayağına dolanan kadıncağız, henüz masaya bırakmadığı elinde tutup hırsla çalkalamaya devam ettiği ayran kavanozunu yere düşürdü. Elinde sadece kapak kalan annem, bir hamlede sofradan kalkıp yere saçılanları hır gür çıkmadan toplamaya koyuldu. Yüzünün çizgilerinde, yine huzurla bir akşam yemeği yiyemememin derin üzüntüsü görülüyordu. Zemin kırık cam parçalarıyla ve etrafa saçılan ayranla kaplanmıştı. Korkuyla elime bir lokma ekmek alıp kafamı önümdeki tabağa tamamen gömdüm. Babam, hiddetle yerinden kalktı ve anneme doğru ilerledi.
“Kör müsün, sakat mısın, yoksa salak mısın sen, be kadın? Gitti caaanım kavanoz, bir şeyin de kıymetini bilin be! Ben o kavanozu almak için kaç gün çalışıyorum, biliyor musun sen? Gâvurun malı mı lan bu?” Babam, ha babam saydırıyordu. Verip veriştiriyordu susmadan, soluklanmadan. Babamı