Öykü: Elim Kolum Yanıyor
"Derin kuyulara düşer, peşimdeki bıçaklı katilden kaçardım; bazen üzerimdeki adamı iter bazen de kendi ölümüme ağlardım."
Esra Kahya
Tüm vücuduma yapışıp kalan bir kâbusun ağırlığıyla uyandım. Yataktan kalkar kalkmaz perdeyi açtım. Gök doldu odaya, biraz sakinledim. Ellerim hâlâ sıcaktı ve saçlarım yanık kokuyordu sanki. Münevver halamı anımsadım, kötü bir rüya gördüğünde pek telaşlanır, can havliyle bağırırdı “Gülten, banyodaki tası suyla doldurup bahçeye koş,” diye. Halamın sesindeki korku ve heyecan bana da bulaşırdı, tası kaptığım gibi bahçeye atardım kendimi. Erik ağacının dibinde bir elini yüreğine koyar, diğer eliyle de mırıldandığı duaları dudaklarından alıp etrafa dağıtırdı. Göremediği ve manasını bile bilmediği Arapça harfleri “Hu,” sedasıyla eriğin yaprakları arasından tüm dünyaya üflediği vakit herkesi ve her şeyi kötülüklerden koruduğunu sanırdı.
Geceliğinin eteklerini iç donunun kenarına sıkıştırıp romatizma ve varisten mütevellit bacaklarını güçlükle büker ve kafasını toprağa olabildiğince yaklaştırıp “Yavaş yavaş dök bakalım suyu,” derdi. Onu böyle görünce elimdeki banyo tasından efsunlu sular akıyor zannederdim. Halam gecesini karalayan kâbusu suya harfiyen anlatırdı, ben de duyabilmek için eğilirdim. O anlattıkça sahneler canlanırdı gözümde. Derin kuyulara düşer, peşimdeki bıçaklı katilden kaçardım; bazen üzerimdeki adamı iter bazen de kendi ölümüme ağlardım. Halamın rüyaları beni heyecanlandırdığı kadar korkuturdu da. Annem sürekli tekrarlanan bu durumdan bıkmış olacak ki “Geceleri okumadan mı yatıyorsun Allah aşkına? Ne bu böyle her gece karabasanlar? Git de Fındık Hoca’ya okut kendini, bana pek iyi geldi,” diye çıkıştı. Halam bir umudun peşi sıra hocanın evini ince yol belledi, muskalarla yattı kalktı. Ama o melun kabuslar halamı bir türlü bırakmadı.
“Kötü rüya görünce suya anlatacaksın. Su onları alıp gidecek toprağa. Topraktan denizlere, denizlerden bulutlara… Kaybolup gidecek tüm gördüklerin ve rahatlayacaksın,” derdi bana. Aklıma yatmazdı, bulutlara giderse yağmur olup tüm dünyanın üzerine yağma ihtimali vardı. İşte bu ihtimal yüzünden ilk çocukluğum hep korku içinde geçti. Geceleri yorganı kafama kadar çekiyordum ki bulutlar halamın kabuslarını benim üzerime yağdırmasın. Yorganın altında nefessiz kaldıkça da uyku hummaları içinde dalamadığım uykularda boğuluyordum. Büyüdükçe daha da şiddetlenen bu kabuslardan onları suya anlatarak kurtulmayı da denedim ama olmadı. Hatta işler daha da kötüye gitti. Kabuslu suyu döktüğümüz erik ağacının meyvelerinden yiyemez oldum, her gece uyumadan önce anneme “Benimle yat,” diye ağlayıp sızlanmaya başladım. Annem hep senin yüzünden, diye halama kızdıkça halam bu musibetin büyüden başka şey olmadığına annemi ikna etti. Annem ve halamın ardı sıra Fındık Hoca’nın rutubet ve gül suyu kokulu evinde buldum kendimi. Bilmediğim ve anlamadığım bir lisanda tekrarlanan sözler kulağımdan içime doğru akarken karşımda biteviye sallanan adı Fındık kendi zebella bir adam ve suratıma üflenen ekşi nefes kokusuyla bir saat kaldığım o evden çıktığımda daha da artan korkularım içimi kemirirken keçi kılına sarılmış muska da boynumu deli gibi kaşındırıyordu. Ölmüş bir hayvanın derisini gerdanımda taşıyordum ve çok pis kokuyordu. Yol boyu ağladım, ağladım…
İnsan alışandır. İyi ya da kötü her şeye alışır insan. Ben de Fındık Hoca’nın efsunlu muskasına pek çabuk alıştım. Öyle ki banyoda bile boynumdan çıkarmadığım, beni gerçek ve rüya tüm kötülüklerden koruyan muskaya uhrevi anlamlar yükledim. Biraz yoğunlaşabilsem alemlerin kapısını bana açacaktı sanki muska, gidip gelecektim diğer tarafa.
Bazı zamanlar sofrada yemeğe kaşık çalmayı bırakıp sağ elimle muskamı tutar; gözlerim kapalı dudaklarım yarı aralık bir şeyler mırıldanırdım. Annem bu hallerime sinir olur “Bana bak, boynundaki tuttuğum gibi koparırım. Bırak şu ecinnili hareketleri,” diye elime koluma vururdu.
Olacak bu ya, ben erenler diyarına karışamadan muskam kayboluverdi. Okulda mı düşürdüm yoksa yolda mı bilmiyordum. Birkaç gün telaş içinde muska aradığımı hatta tüm mahalleyi ayağa kaldırdığımı anımsıyorum. Halam daha da yaşlanmış ve kâbusları seyrelmiş bir bilge edasıyla aramanın faydasız olduğunu çünkü bunun bir kayboluş değil, terk ediş olduğunu söyledi. Muska artık bedenimden gitmek istemişti, ben büyümüştüm ve iyileşmiştim. Bazen duymak istediğimiz cümleleri zikredenlere sorgulamadan inanırız ya, işte öyle bir açlıkla inandım halama. Başka da çarem yoktu aslında. Ne hikmetse muskanın yokluğunda kötü rüyalarım daha da azaldı, uykularım derinleşti fakat bu sefer de lanet bir kehanet yapıştı düşlerime. Çok sık kâbus görmüyordum, düşlerim eskisi gibi ağır ve kaygı verici değildi ama daha beter bir şey oldu, gördüğüm kabuslar gerçekleşmeye başladı. Rüyamda hırsızlar tarafından kovalandım, ertesi gün karşı komşumuzun evi soyuldu. Başka bir gece toprağın altında nefessiz kaldım, Müberra halamın küçük oğlu enkaz altında kaldı. Sağ elimin koptuğunu gördüm, iş arkadaşım elini babasının bilmem ne makinesine kaptırdı… gibi bir sürü elim ve ürkütücü hadise.
Kabuslarla baş etmenin, onların gerçeğe dönüşmesinden daha kolay olduğunu anladım. Muskamın peşine düşmek geldi aklıma. Bütün bunlardan bihaber olan anneme Fındık Hoca’yı sordum. Pişmanlık dolu bire sesle “Neydi o günler. Halanın aklına uyup da hacı hoca gezmeler, büyü bozdurmak için döktüğüm paralar, el kadar çocuğun şifasını muskada aramalar. Ah yavrum bende de hiç akıl yokmuş. Şimdiki aklım olsa… Hem nereden geldi aklına rahmetli,” deyince medet kapıları yüzüme kapanıverdi, Fındık Hoca ölmüştü.
İlaçlardan destek almamı önerdi Zehra, onu da denedim ama bir pelte gibi dolaşmak da bana göre değildi. Sonra bu gerçek yokmuş gibi davranmaya alıştım. Kâbus ertelerimde gökyüzüne bakıp bulutlarla konuşmayı, defet şu