Öykü: Fakat Tırnaklarımda Oje Yok
"Aynaya bakıyorum, tozpembe rengimi seneler evvel koyu renkli biriyle aynı makinede yıkamış gibiyim."
Hicret Birik
Bugün Kasımın on dokuzu. Alaaddin’in dükkânına gidip aseton almak istiyorum fakat tırnaklarımda oje yok. Buna rağmen engelleyemiyorum bu isteğimi. Eteklerimde zıngırdaklarla yürüyorum dükkâna doğru. Yol kenarındaki leylaklar çiçeğe durmuşlar. “Şakacı ağaçlar sizi,” diyorum, eflatun bir gülümseme yayılıyor etrafa. Yaşlı bir kadın geçiyor yanımdan, belediye hoparlörlerinden Vaya Con Dios’un sesi yayılıyor, “Ney na na na!” Karşıdan gelen genç bir adam yaşlı kadının ellerini tutuyor, dans ediyorlar. Kadın gözlerinden yayılan bir parıltıyla bana bakıyor ve “Bekle, ben de geleceğim,” diyor. Birlikte Alaaddin’in dükkânına doğru yürüyoruz, aseton almaya fakat tırnaklarımızda oje yok. Gökyüzü yakamozlu bir güneşin içinde yüzüyor. Yerdeki bembeyaz karlar toparlanıp yaşlı kadının avucuna zıplıyorlar, kadın avucunda tuttuğu kartopunu öpüyor ve bana doğru fırlatıyor. Yüzüme çarpınca dağılan kar taneleri gıdıklanarak kahkaha atıyorlar. Sokakta iplik gibi dizilmiş araçların klaksonları Vaya Con Dios’a eşlik ediyorlar. En öndeki araçta oturan sarı saçlı bir kadın şoför koltuğundan iniyor, arabanın kapısı açık kalıyor, arkasındaki araçtan ona bakan kırmızı suratlı adam sevimli bir selam çakıyor kadına. Kadın uzun saçlarını kollarına dolayarak yanımıza geliyor, “Ben de geleceğim sizinle,” diyor. Birlikte Alaaddin’in dükkânına doğru yürüyoruz, aseton almaya fakat tırnaklarımızda oje yok. Sokağın köşesinde tahtadan bir balıkçı tezgâhında gümüş gibi parlayan balıklar neşe içinde oynaşıyorlar. Tezgâhın yanında miyavlayan bir kedi balıklara yem veriyor. Güneş, içinde yüzen göğü de alıp denize atlıyor, denizin yüzü sevinçle ışıldıyor. Mis gibi bir dünya kokusu sarıyor etrafı. Biz üç kadın neşeyle yürüyoruz Alaadin’in dükkânına doğru. Aseton almak için. Dükkânın olduğu sokağa dönüyoruz, dükkân yok, tırnaklarımıza bakıyoruz, oje yok. “İlk kim söyledi, soluk ojelerimizi sileceğimizi!” diye çıkışıyor sarı saçlı kadın. “Solukluğu bile silinmiş,” diye ağlıyor yaşlı olanı. “Birisi sarıldı bana,” diyorum. “O başlatmış olmalı!”
On sekiz Kasım sabahı soğuk bir taşın üzerinde uyanıyorum uykumdan. Köşeye sıkışmış gibi hissediyorum kendimi. Yanımda dikenli bir zakkum ağacı, çiçeğe durmuş. Kokusu genzimden ağzıma doğru acı bir tat bırakıyor. Bütün güzel tatların üstüne çörekleniyor bu acılık, iştahım keskin bir makasla kesiliyor. Aynaya bakıyorum, tozpembe rengimi seneler evvel koyu renkli biriyle aynı makinede yıkamış gibiyim. Mat, grimsi, ne idiği belirsiz… Karanlık odamda üstüne akciğerlerimi bıraktığım bir masa var. Takımı bedava, istediğin gibi kavurabilirsin yazıyor üstünde. Masada bir kitap duruyor, Kara Kitap. Sayfalarını karıştırıyorum. Göğsüm aşağı yukarı kaykılıyor, masanın üstündeki takım aşağı yukarı kaykılıyor. Zift gibi yapışkan olan zaman berrak bir suya dönüşüyor, kara mara Allah’ı var iyi kitap, diyorum kendi kendime. Ilık ılık hayallere dalıyorum, ılık ılık hayallerden çıkıyorum. Üç tarafı hayallerle çevrili bir yarım insanım ben. Zakkum çiçeğine takılıyor gözüm. Şu çiçeği atsam, kurtulsam ondan keşke, dördüncü tarafım da hayallere batsa, tam bir insan olsam, diye düşünüyorum. Kapı çalınıyor, açıyorum. Birisi sarılıyor bana, yıllardır kimse sarılmamış, sihirli değnek gibi bir şey değiyor bedenime. Eşiğe bırakılmış bir kiraz çiçeği görüyorum. Genzimden ağzıma doğru rayihası yayılıyor, iştahımın kilitleri kırılıyor bir anda. Saçlarımı düzeltip kulaklarımın arkasına veriyorum. İçimde bir kadın oturduğu yerden kalkıyor. “Vay be!” diyorum kendi kendime, “Ne kadar güzel bir kadın,” sonra tırnaklarıma bakıyorum, gidip Alaadin’in dükkânından aseton almalıyım, ojelerim soluklaşmış, diye düşünüyorum. Fakat tırnaklarımda oje yok.
コメント