Öykü: Fal mı? Dua mı?
"Bembeyaz karlar bütün pisliklerin üzerini kısa süreliğine de olsa örtsün, sonra da erirken onları da alsın götürsün istiyorum."
Şebnem Oral
“Biz de kadın satışçı kadrosu yok ama Ankara’ya yazar sorarım, muhtemelen çıkartırız,” diyor karşımda oturan müdür.
Vallahi de billahi de o; geniş gözlüklü, bıyıklı, sigara içen, beyaz gömlekli, beyaz çoraplı. Öyle tarif etmemiş miydi? Çoraptan tutturamaz diye düşünüp ucuna iliştiğim koltukta sağa yaslanıyorum, sola kaykılıyorum, olmuyor. Rengini bir türlü göremiyorum. Müdür, tekrar özgeçmişimin sayfalarına bakarken, bir hamle yapıp bacağımı kaşır gibi öne eğiliyorum. Doğruymuş. Bu o. “Görüştüğün o müdür senin kocan olacak,” demişti falcı. Oda da leş gibi sigara kokuyor. Hiç hoşlanmam. Beyaz çoraptansa nefret ederim. Ne yapacağım?
Oğuz yakışıklıydı. Ne dualar etmiştim o söz kesilene kadar. Bir ara duaları bıraktım o da beni bıraktı, attı sözü. Annem haklı, fal mal değil duayla olur bu işler. Yenisi için her an duadayım derken, birden anlıyorum; Tabi ya, Rabbim falcıyla haber yolladı, "Üzülme, bu sefer kıymetini bilenini gönderdim," diyor. Müdür uzun uzun konuşuyor; orada işe girersem kariyerim için ne kadar iyi olacağından, iyi satarsam prim alacağımdan ve insana güven verdiğimden bahsediyor. Bu son söz, mavi kadife kazağımla aynı renk gözlerimi, yanaklarımın kırmızılığıyla daha da belirginleştiriyor. Artık eminim, o da benden hoşlanıyor. İşle ve geçmişimle ilgili sorduğu sorulara müstehzi bir gülümsemeyle cevap veriyorum. İmkânı olsa hafta başı gel başla diyecek. Kapıya kadar da uğurluyor, “Benden haber bekleyin,” diyor, çıkarken. Tokalaşıyoruz. Elimi biraz fazla mı uzun tutuyor?
Eve varınca heyecanla anneme anlatıyorum. Bana bir araba laf söylüyor; falcının dediğine inanıp bir hayalin peşinden gitmişim, cumartesi günü arandığında telefonu müdür mü açarmış, öyle bir iş yerinden hayır gelir miymiş, adamın suda görünene benzemesi tesadüfmüş, sadece yaradan bilirmiş, ben zaten hep kafamın dikine gidermişim, Oğuz için de aynını yapmışım, hep acele etmişim, onu hiç dinlememişim, zaten liseden beri asi bir evlat olmuşum, sabretmeyi öğreneymişim, ana sözü dinlemeyenin işi rast gitmezmiş son cümlesiyle de mutat nutuk bitiyor. Her ne yaşarsak yaşayalım laf dönüp dolaşıp buralara geliyor. Bir kere de canıma ot tıkamasın. Mümkün değil. Aslında biliyorum, aksi davransa şüphe etmeliyim. Sevgiyle yaklaşmasını, sevincime ortak olmasını bekliyorum. Bunun bir rüya olduğunu hep unutuyorum.
Televizyonda iç karartan haberler eşliğinde yenilen sessiz bir akşam yemeğinden sonra sofrayı topluyor bulaşıkları sudan geçirip tezgâhın kenarına koyuyorum. “Lavabonun içine, tabakları yağlı yağlı üst üste koyma sakın!” diye bağırıyor içeriden. “Koymadım. Ben bir saatliğine Nesrin’e gidiyorum. Geç kalmam,” diye seslenip portmantodaki kabanımı hızlıca üstüme geçirip apartmanın merdivenlerinden inmeye başlıyorum. Oyalansam başıma gelecekleri biliyorum. Tam iki kat inmişken kapıyı açıp arkamdan tekrarlıyor, “Sakın geç kalma.” Hangi gün kaldım, kalabilir miyim?
Kapıdan çıkar çıkmaz kar soğuğu yüzümü yalıyor. Başımı yukarı kaldırıyorum, kopkoyu kocaman gri bulutlar bütün gökyüzünü kaplamış. “Eli kulağında,” diye seviniyorum. Bembeyaz karlar bütün pisliklerin üzerini kısa süreliğine de olsa örtsün, sonra da erirken onları da alsın götürsün istiyorum. Nesrin’le apartmanlarımızın arası elli adım, saymıştık bir gün. Oraya bir an önce varmak istiyorum. Tam o sırada, kar taneleri de yüzüme düşmeye başlıyor. Şükür diyorum.
Nesrin gecenin dokuzunda beni karşısında görünce şaşırıyor. “Sana anlatacaklarım var.” Hızlıca içeri girip soyunuyor, soğuktan donmuş ellerimi sobanın başında ısıtmaya çalışıyorum. Geldiğimi gören Semra teyze “Hoş geldin yavrum. Annen nasıl?” diyor. “İyi, selam söyledi size,” diye geçiştiriyorum. “Senin içerde işin yok muydu?” diye söyleniyor arkadaşım. Semra teyze, bize bir bakış atıp arka taraftaki odaya doğru giderken “Eteğimi unuttun. Yarına bitirecektin,” diye iğneler içindeki kumaşı uzatıyor annesine Nesrin. Benim annem güya olgunlaşma mezunu. Bana diktiği hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Sadece söylediği, bebekken özenmiş, yapmış. O kadar.
“Anlat hadi, merak ettim,” diyor Nesrin. Sobanın üstünde kaynayan çaydan iki bardak koyuveriyor. Üniversite günlerimizde imtihanlara çalışırken gece uykumuz gelmesin diye çok çay içerdik. Çay kaşığı almaya üşenir Semra Teyze’nin uzun parçalar halinde dilimlediği havuç çubuklarla karıştırırdık. Artık şeker kullanmasak da her çay içişte ‘Ne güzel günlerdi,’ diye iç geçiriyoruz.
“Beni götürdüğün o falcı kadın var ya, dediklerinin aynısı çıktı.”
“Deme! Nasıl ya?”
“Hani kadın suya bakıp dedi ya; bir yere gideceksin, görüşmeye, o adam senin kocan olacak, onunla evleneceksin,” diye
“Evet, hatırlıyorum. E, sonra? Heyecanlandım bak şimdi.”
“E’si, geçen gün gazete ilanından bulduğum bir iş görüşmesine gittim bugün. Adam aynı kadının dediği gibi. Bana da çok ilgi gösterdi. Haber bekle diye de uğurladı.”
“Ne olacak şimdi?”
“Ne bileyim? Anneme anlatınca yine her zamanki gibi… Ben de sana geldim.”
“Evlenecek misiniz yani? Masal gibi. İnanamadım.”
“Saçmalasan mı acaba! Ben hele işe gireyim de bakarız. Yine de belli mi olur?”
Böyle deyince Nesrin’in gözleri kısıldı, yüzündeki fesatlık yüreğime ulaştı. Duygusunu belli etmemek için hafiften gülmeye çalıştı ama kıskandığını da pek saklayamadı. Unutmuşum bunun kem gözünü. Kesin olmaz bu iş de. Hay dilimi eşek arıları sokaydı. Ne diye gelip her şeyi tüm çıplaklığıyla anlattım ki? Rabbim kimle konuşayım?
Eve dönerken yine yüzümde kar soğuğu, bir saatte her yeri kaplamış, bembeyaz. Gökyüzü turuncumsu kırmızıya dönmüş. İçim ürperiyor. Eve gidince bir Sezen Aksu kaseti koyup hülyalara dalmak, umutlanmak istiyorum ama ne gezer, başıma dikilip “Kapat şu müzik setini çok elektrik yakıyor,” diye söylenip duracak. İyisi mi yorganın altında walkmandan dinlemek.
Günler, bekle denilen haberi umut etmekle, gelmedikçe annemin bitmek tükenmek bilmeyen kafaya kakışlarıyla geçiyordu. Ona hak vermeme ramak kalmıştı. Dua etmekten de dilim şişmişti. Yine bir gün, evde temizlik yaparken elektrik süpürgesini tam kapamıştım, telefonun sesini duydum. Makineyi ayağımın altından çekip eşyaların üzerinden atlamaya çalışırken uzun uzun çaldı. Karşımda müdür, kocam olacak adam. Kalbim yerinden çıkacak. “Ben sizi işe almaya karar verdim. Siz de kabul ederseniz tabii. Onu haber vereyim istedim ama küçük bir sorun var, Ankara’dan kadroyu çıkartmak için biraz beklemeniz gerek,” diyor. Müdüre cevap vermeden önce ağzımda kelimeleri geveliyor sonra da yan odada her lafı dinlediğini bildiğim annemi haklı çıkarıyorum. “Teşekkür ederim. Beni bu kadar beklettiğiniz için başka bir iş buldum,” diye ellerim titreyerek konuşup, telefonu kapatıyorum. Annem anında tepemde bitiyor. “Olmadı değil mi? Ben sana demiştim,” diye karşıma geçip ağzını yaya yaya konuşurken zaferinin keyfini çıkarıyor. Arkasını dönüp oturma odasındaki televizyondan hiç kaçırmadan izlediği ‘Ferhunde Hanım ve kızları’ dizisine kaldığı yerden devam etmeye gidiyor. Boşuna seyrediyor, dirhem bir şey öğrenmiyor.
Telefonun başında öylece dikiliyorum. Beynimde dönen iki kelime ‘Yine kazandı.’ Üzgünüm, çok öfkeliyim ama bir şey yapamıyorum. Biraz sonra, odamın kapısını kapatıp yatağımın üzerine oturuyorum. İçeriden, “Kapıyı kapama, yatağına değil sandalyene otur,” diye sesleniyor. İnadına oturuyor, kalkmıyorum. Gözlerim odamın içinde fır dönüyor. Tek tek her eşyaya bakıp, düşünüyorum. Her yer onun kuralları, onun düzeniyle kaplı. Müzik setimi nereye koyacağıma, ne zaman dinleyeceğime, kitaplarımı yan değil boy sırasına göre dik koymam gerektiğine kadar hep o karar veriyor. İçimden yükselen sese karşı koyamıyorum.
Kapı hala kapalıyken, kalkıp telefonun yanına gidiyorum. İş görüşmesi yaptığım şirketin telefon numaralarını çevirmeye yarayan deliklere, işaret parmağımı her sokuşumda kararlılığım biraz daha artıyor. Karşıma çıkan santraldeki kıza Müdür Bey’le görüşmek istediğimi söylüyorum.
Comments