top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Göğe Bakan Avuçlar

“Sen dedin. İyilik tek başına her şeyi güzelleştirir dedin.”


Betül Sarıca


Göğün gri perdesi aralandıkça süzülen altın huzmeler kucağında amaçsızca duran ellerini okşuyordu. Bir kedi miyavlıyor, rüzgarsa kediyi susturmak istercesine ıslık çalarak pencereden içeri süzülüyordu. Oturduğu yerde dalıp gitmiş olan Seher, yuvarlanan biblonun sesiyle irkildi. Mavi kanadının üzerine yatmış kuşla göz göze gelince gülümsedi. O seramik kanat, onu masum bir anıya uçurmak üzere açıldı:


“Bu nasıl çalışır?”

“O bir biblo Orhan. Çalışan bir alet değil. Bulunduğu yeri güzelleştirsin diye konulan bir süs eşyası.”

“Nasıl güzelleştiriyor çalışmıyorsa?”

“Öylece durarak. Varlığıyla.”

“İyilik gibi mi?”


Hayretle Orhan’a baktığında onun ellerine sabitlenen bakışlarını görmenin memnuniyetiyle -çünkü biliyordu ki Orhan’ın birisinin avuçlarına dalan bakışları güveninin nişanesiydi- sormuştu:


“Neden iyiliğe benzettin?”

“Sen dedin. İyilik tek başına her şeyi güzelleştirir dedin.”


Biblo, Orhan’ın aslında o saatlerde orda olması gerektiğini hatırlatmak ister gibi bir zamanlamayla düşmüştü. Her hafta elbette aynı saatte gelirdi, ne bir dakika erken ne bir dakika geç. Okulda kimsenin harf bile öğretemediği Orhan, onunla şaşırtıcı bir hızla okuma yazmayı söküvermişti. Onun her hafta masadan döşemeye ılık ılık akıp yayılarak odayı dolduran huzur verici varlığına çok alışmış olduğunu fark etti. “İnşallah ders verecek başka birini bulabilirler,“ diye diledi bibloyu kaldırırken.


Delibozuk abisi ve suratsız yengesiyle beraber yaşayamaya başlayacağını anımsayınca yüreği sıkıştı. Kuaförlük eğitimini bitirene kadar yanlarında kalacak olsa da biliyordu ki insan insana yüktü. Bu gerçek, ana babasını kaybettiği ufacık yaşından beri, amcasının evinde iliklerine işlemişti. Gözünü kapattı. Kerim’le her gün rastlaştığını hayal etti. “Gitmeliyim” fısıltısı döküldü dudaklarından. Çünkü az önce sıkışan yüreğinin üzerinden bu defa buldozer geçmişti. Ne neye yeteneği olduğuna dair fikri olmuştu o güne kadar ne de bunu önemseyen birisi. Sadece çok sevdiği komşusu Sema Abla, saçlarını kusursuzca kestiğini gördükçe “git kursa yazıl, kalfalık belgesi al” der dururdu. Ama bu küçük ilçede ne gezer o imkân. Mecbur şehirdeki abisinden yardım istemişti. Amcasının evinden ve onun alt katındaki bakkaldan bozma marketinden başka bir dünyasının olabileceği aklına dahi gelmezken, belki de sıkıştığı bu cendere ona kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğretecekti.


“Ordan bir çikolatalı gofret alabilir miyim hanımefendi?”

Çözünmeyi, yeni gelen salçaları rafa dizerken işittiği bu cümle başlatmıştı. Meğer dindi sandığı sancısı, yıllarca buzlukta duruyormuş…

“Kerim!”

Kerim’in gözlerinde çakan yıldızların ışığı elinde tuttuğu düğün davetiyesine çarpıp Seher’e vurduğu anda koyu gölgelere dönüşmüştü.


“Çok sevindim, tebrikler Kerim!”

“Teşekkürler. Geri dönüyoruz mahalleye, buralardan ev tutacağız. Eskisi gibi görüşeceğiz yani. Sahi en son ne zaman görüştük?”


“Yaz başıydı gittiğinde” diyemedi. Deseydi belki arkası da gelirdi: “Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.” Ve üstüne üç koca kimsesiz yaz daha geçirdiğini söyleyecek cesareti olurdu belki. Ama o uzun şiirin güzel sokaklarına hiç girmemişti ki…


Üç kimsesiz yazdan önce, Özge’ye olan umutsuz aşkının içinde kıvranan Kerim, kalbi her dağıldığında “Bir bira versene” diye markete gelir ve adeta hipnoz altındaymışçasına içindekileri dökerdi. Yüz yüze başlayan dertleşme mesajlarla geceden sabaha varırdı. Kerim’in aşk acısı, Seher’in dinginliğine çarpıp yumuşuyor, onunla yıpranan ruhunu yamalıyordu. Fakat “bir sana anlatabiliyorum” lar, “çok iyi geliyorsun” larla birleşerek Seher’in kalbini günden güne Kerim’e yaklaştıran mıknatıslara dönüştürüyordu. Kerim’e her bakışında gözleri haykırıyordu: “Sense kendini hâlâ hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha sevdiğim, biraz daha önem verdiğim”

Ah keşke yükünü dizelere yaslayabilseydi! Belki o zaman buzları eriyen sancısı bu kadar taze olmazdı.


İmkânsız aşkı mümküne doğru evrildikçe, Kerim’in gelişleri de mesajları da seyrekleşmişti. Tetikte beklemeye mahkûm eden bir periyodun sıfatıydı “seyrek” ve “hiçbir zaman”dan daha öldürücüydü…

“Eskisi gibi görüşeceğiz yani” Nasıl da kaldığı yerden devam edebiliyordu! Kendisinde yarattığı, onu tarumar eden, dev boşluğun farkında olmamanın rahatlığıyla… Ya da daha kötüsü, döndüğünde tekrar aynı yere yerleşebilmek için giderken o boşluklara kâğıt tıkamıştı. Zamanın afyonu altındayken tıkıştırılan kağıtların yıpranıp delinmeye başladığının farkında olmayan Seher, şimdi o delikten kapkaranlık bir kuyuya düşüyor düşüyor düşüyordu…


Üşümüştü. Pencereyi kapatmak için kalktığında aşağıda Orhan’ın annesi Zeliha Abla’yla Fatma Teyze’nin sesleri kulağına çalındı:

“Orhan’ı almaya mı geldin?”

“Yok ekmek alacağım. Zaten yakında Seher abisinin yanına gitcekmiş. Aslında bi yandan iyi oldu.”

“Niye kız?”

“Benim akılsız kardeşim Seher’e taktı kafayı. İlk başta Seher bize geliyordu ders anlatmaya. Rıza ne hikmetse onun geldiği günler bizim eve damlar oldu. Baktım olmayacak, Seher’e ‘dersi sizin evde yapsan da Orhan’a değişiklik olsa’ dedim. Epey oldu ama Rıza hâlâ arada Seher’i soruyor. ‘Sen yorulma Orhan’ı ben götüreyim’ dedi geçende de. Gönlü iyice kayacak diye korkuyorum.”

“İyi kızdır Seher, sen demiyor muydun Orhan’la benden bile iyi anlaşıyor, ona bir tek o iyi geliyor diye?”

“Orası öyle abla. Kimse otistik çocukla uğraşmak istemiyor, okuldakiler bile. Allah razı olsun para bile almıyor. Ama o ayrı bu ayrı. Dalyan gibi kardeşime deli Hüseyin’in kızını alacak değilim.”


Göğün kızgın mırıltıları artmıştı. Birisi gökyüzünün üstüne cam kapak kapatmıştı sanki. Fakat evden nasıl ve ne zaman çıktığını bilmeden ağır adımlarla yürüyen Seher’i hava değil zihninden çıkıp omuzlarına çöken cümleler aşağı çekiyordu. “Sen demiyor muydun Orhan’a bir tek o iyi geliyor diye?” Esmeye başlayan rüzgâr, beynindeki yaylı kutudan dışarı fırlayan cümleleri gelişi güzel savurmaya başlamıştı “Allah razı olsun para bile almıyor. Ama o ayrı bu ayrı.”


O esnada üç sokak ötedeki bir kaldırım taşı, üzerine dökülen çayın verdiği kırmızı utangaçlıkla başını kaldırmış, bağıran kahveci çırağına bakıyordu:

“Önüne baksana çocuk!”

“Orhan değil mi o?” dedi kahvehanenin gediklisi Süleyman Amca. “Nereye gidiyor tek başına? Evden mi kaçtı ki?”


Kara bulutlar nihayet taşıdıkları emaneti yeryüzüne göndermeye başlamıştı. Seher’in üzerine ıslak cümleler yağıyordu “İyi kızdır Seher”

Hızlanan yağmurla birlikte cümleler de çoğalıyor, delip geçiyordu “Dalyan gibi kardeşime deli Hüseyin’in kızını alacak değilim.” Islanan tüyleri birbirine yapışmış bir köpek geçti yanı başından. Saçlarından döne döne süzülen cümleler köpeğin üstüne damladı ”Biblo nasıl çalışır Seher abla? İyilik gibi mi?”


Şemsiyeler yürüyordu sağında solunda. Ipıslak gömleği üstüne yapıştıkça kalbindeki çözünmenin de nihayete erdiğini hissediyordu. Şimdi elinde tamamen çözünmüş, dipdiri duran gönül sancısından damlayan sular, yağmura, gözyaşına, süzülen cümlelere karışarak bilincini eritiyordu. Durağan caddede, sisin içinde kırmızı bir leke gibi büyüyen bir kamyonet peyda oluverdi. Yağmur, korna sesine eklemlenen acı fren sesini bastıramadı. Seher gökyüzüne doğru yükselirken ferahladı. Nihayet iyilik sever bir el onu yukarı çekiyordu. Lakin göğün duvarları tutunabilmek için fazla kaygandı.


Birkaç dakika sonra gri bir bulut, biriken kalabalığın haykırışlarından bir hayli ürkmesine rağmen, caddenin ortasında yatan kadının gökyüzüne açılmış avuçlarından gözlerini ayıramayan küçük bir çocuğun hızlı hızlı soluk alıp verişini dinliyordu.

bottom of page