top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Gulyabani Dostlarım

"Çenem laf yapmaz belki ama çok tanıdığım vardır, yalnız kalamadığım için belki de, birileri beni sevsin de sonra yardım etsin diye belki de, imece usulü hayat, herkesi severim işte, şu dövdüğüm yavşak hariç."

Emirhan Burak Aydın


Suratına tükürdüm, tüüüğ, yakasına yapıştım, hart, çaktım kafayı, tak diye. Zamanın içinden öyle geçiyordum ki. Güçbela. Canhıraş. Elindeki telefonun bir tarafa savrulduğunu gördüm göz ucuyla. Ayakkabımın ucunu geçirdim karnına gelişine. Sonra bir kere daha. Çelimsizdi, haklıydı, tevellüdüm de yetmiyordu kendisine. Halıdaki pembe gül desenlerine kanla karışık salyası akıyordu. Kızışmış kediler çığlık çığlığaydı dışarıda. Topuğumu geçirdim burnuna da ne kan aktı. İnim inim inliyordu. Kâfi, diyordu, kavradım, diyordu. Nefes almak için balkona çıktım. Köşedeki giderin içinde siyah toka, plastik sandalyenin üstünde küllük, kapının yanına dayanmış fırçanın gökkuşağı renkleri, kırmızı kovanın içinde mavi bez. Ben böyle bir adam değilim aslında. Boğuluyordum.


“Balkonu sık sık yıkar mı hanımın,” dedim.

“Vazıh değil mi,” dedi Koordinatör.

Hâlâ devam ediyordu bak. Arızalar paratoneriyim mübarek. Babam herkesle iyi anlaşmayı öğretti bana, nerede selamün aleyküm denilir, nerede denmez bilirim, babamı da iyi dinlerdim, iyi dinlemeyi öğrendim ondan, ne işime yaradı bilmem, hep yanlış adamları dinledim galiba. Millet deliye hasret, ben akıllıya vaziyetleri. Kitap fuarlarında beraber çalıştığım Enis mesela. Sizinle sohbet ederken anlattığınız hikâyeye içten içe not verir göt, ben öyle hissediyorum ya da. Fena fuarcıdır ama, standın yanından geçen müşteriye tak diye sevgilisi olup olmadığını, üstündeki tişörtü nereden aldığını, burcunu sorar, aldığı cevaba göre kitap önerir, muhabbeti kurar. Boynunda kırmızı bir eşarp, top sakallı, kel bir adam, çoğunlukla en büyüğümüz, kolunda berbat bir dövme, yamuk yumuk bir zürafa ya da fil galiba, belki de Joker bilmiyorum, ne biçim dövmeyse uzun süre bakınca anana bile benzetirsin. İki yıl önce, fuar işindeki ilk haftamda, kitap kolilerinin üstüne oturmuş kıymalı pide yiyorduk. Şimdi adını vermeyeyim, bir bankanın adını söyledi, bu ismi duyunca aklıma ne geldiğini sordu. Kumbara dedim. Bir ara KONRA’da çalışmış bizimki. Anketör olarak değil, anketörlerin koordinatörlerinden biriymiş. Kimin hangi bölgede kaç kişiyle konuştuğunu, kimin pes ettiğini kontrol ediyormuş, organizasyonu sağlıyormuş. Bir iki kere terslenince ellerindeki anket dosyalarını çöpe atan anketörler varmış. Sadece seçim anketleri de yapmıyorlarmış. Özel şirketlere de çalışıyorlarmış. Markalar zorlu dönemlerden geçtiklerinde halkın onlar hakkında ne düşündüklerini öğrenmek isterler, demişti. Banka için yaptıkları ankette üç cevap öne çıkmış: Mavi, kumbara ve Cem Yılmaz. Şeytan tüyü diyorlar buna. Ne anlatsa dinliyordunuz yavşağı. Ben müşterilerden birine sevgilisi olup olmadığını sorsam kafamda parçalarlar kitapları.


“Yani,” dedim sigaramın külünü, yarısı sarı kola dolu plastik bardağa silkerken.

“Yanisi ne,” dedi, “muhabbet dönsün diye anlattım, oğlum, ne var.”

Ciltli beş kitabı set yapmıştık. Yüzde elli indirimle satıyorduk ama seti yekten verince ciroya katkısı tatlı oluyordu. Yayınevleri fuarları severler çünkü sıcak para gelir. Okur da müşteridir, dinlersiniz ne derlerse. İnternette daha ucuzdu bu? Çocuklar taa nerelerden geldik bak. Siz de şu yazarın kitabından var mı? Ablacım o başka yayınevinden çıkıyor. Niye sizde yok? Fuar haritası veriyor musunuz? Ayraç alabilir miyim? Poşet alabilir miyim? Buradan Eminönü’ne nasıl giderim? Tuvalet nerede? Falan fıstık. Enis yirmi set sattı o gün. Yayınevinden gelen satışçılar sırıtıyor tabii. Ben kasadaydım, pos cihazının dilinden anlıyordum, müşterilerin değil.


Çenem laf yapmaz belki ama çok tanıdığım vardır, yalnız kalamadığım için belki de, birileri beni sevsin de sonra yardım etsin diye belki de, imece usulü hayat, herkesi severim işte, şu dövdüğüm yavşak hariç. Balkondan aşağıya baktım biraz. Pat diye bir ses yankılandı. Sanki ateş ediyorlar. Bisikletleriyle asfaltı yararak geçiverdi çocuklar. Torpil patlatmışlardı kesin.

“Anladın değil mi,” dedim cângüdâz dostuma.

Başını yukarı aşağı salladı.

“Beni o eve niye götürdün lan,” dedim.

“Nevzadıma merhamet eyle,” dedi, “polisi aramaya muztar kalmayayım.”

“Oğlum ne diyorsun, anlamıyorum, polisi mi arayacaksın, ne yani?”

“Elan gidersen aramam.”

Yerde yatıyordu. Fena dayak yememişti aslında. Yine de geri basmıyordu.

“Güzel eğlendin mi dün akşam?” dedim.


Dünü: Her zaman fuar olmadığı için başka işlere de bakıyordum. Abimle beraber yaşamasam bütün gün yatarım ama darlıyor sürekli. İyi ki bir kredi kartı borçlarımı ödedi.


“Bana bak lan,” dedi kartları gözümün önünde ikiye bölerken, “bu makası görüyor musun. Doğru dürüst bir iş bulmazsan saplarım bir tarafına. Annem de yok artık götünü başını toplayacak. Sana bakmaya mı geldim lan bu dünyaya ben. Anlıyor musun, oğlum, alooo kime diyorum kime? Bön bön bakıyor suratıma ya. Kuran çarpsın mal bu çocuk. Mal olmayacaksın artık, yetti.”


Annemin evi satmasalardı iyi olacaktı. Babam o evin parası yüzünden çıngar çıkarmasaydı. Ölümler, ayrılıklar olmasaydı. Askerlikten sonra aklımı başıma toplasaydım. Başkalarının yanında sürekli eziklenmeseydim. Çabuk vazgeçmesem, tutunmaktan hemen vazgeçmeyeceğim bir dal bulabilseydim. İyi olacaktı.


Enis’i aradım ben de. KONRA’daki bir arkadaşının numarasını verdi. Ne mezunu olduğumu sordular. Yıldız Teknik, İktisat. Beş yıl önce güçbela mezuniyet. Sonra yemin töreni, ensede kaybol vaziyetleri. Kaybolduk biz de ensede. Döndükten sonra avarelik. Yevmiye peşinde birkaç iş. Arkadaş biriktireceksin der abim hep, biriktirdik. Sağ olsun Enis sayesinde anketörlük için görüşme ayarladım işte. Düzenli bir işe girene kadar abimin gözünü boyayacağım güya. İlk gün, daha ilk saatten işten kovulacağımı anladım. Bunun baş müsebbibi de koordinatörümdü. Yöneten insana gıcık olurum biraz. Hele hele yönettiğini belli etmezse öleceklere. Ben bir şey yönetemedim diye belki de. O haftaki araştırmamız toplumun ötekilere nasıl baktığına dairdi.


Mesela, eşcinsel komşunuz size aşure getirirse ne yaparsınız.

Ümraniye Çarşı’da, simit satarak milleti kazıklayan şu saraylardan birindeydik. Sigaram ağzımda, dışarı çıkmayı bekliyordum. Yanımda bizim Enis’in kankası vardı. Sina.


“Millete Suadiye, bize gelince Ümraniye,” deyip durmuştu buraya gelirken, “oğlum Çeşme’de devremülk hesabı yazlık çözüyorduk, asıl ortamlar orada. Bu arada saha koordinatörümüz biraz arızadır, onu takma kafaya, ben sana yol yordam gösteririm.”

İşten, patronundan sürekli şikâyet eden adamları sevmem. Hır gür çıkarmam ama sevmiyorum da, o kişinin arkasından konuşma hakkım var yani. Ben de biraz gıcığımdır ya da saha koordinatörümün dediği üzere merdümgiriz. Konuşana kadar anlamamıştım herifin olayını. Ağzımda sigarayla adamı dinlerken, içimden dedim ki, sıçtık abicim, sıçtık.


“Bu iş merdümgirizliğe müsait değil. Afifane bir vakar takınacaksınız. Müşkülat mı zuhur etti? Talebe olduğunuzu delalet etmekten imtina etmeyesiniz,” dedi o gün saha koordinatörü zendost dostum benim, “evine adım attıklarınıza istimzaç makamında bakınız,” diye devam etti, “sualleriniz tecessüse kıyam etsin. Hinlik edeni derdest ederim.”

“Ne diyor lan bu,” diye fısıldadım Sina’nın kulağına.

“İki pınar okudu diye eski kelimeler kullanmaya sardı, abi, doğru dürüst de beceremiyor, full özentilik, boş ver sen.”

“İki pınar ne lan?”

“Tanpınar, Gürpınar.”

“Hasbihaliniz hoş olsun,” dedi, “ayaklan da cemalini görelim bir, dostum.”

Koordinatör hariç altı kişi vardık o gün. Üç kız, üç erkek. Ayaklandım.

“Ne dediğinizi anlayamadım da arkadaşa sordum,” dedim.

“Kavrarsın, vakitlice kavrarsın inşallah. Ağzındakini çıkar.”

Çıkardım.

“Sana özelikle ihtimam edeceğim, umarım tecennüh geçirtmessin bana.”

“Geçirtmem yani herhalde,” dedim sırıtarak.


Geçirttim tabii ama benim suçum değildi vallahi. Sina’yla birkaç kapıyı tıklatıp soruları yalap şalap sorduktan sonra daraldık. Ben zaten acemiyim, öyle yaver gibi takılıyorum ortalıkta. Gitmemiz gereken üç ev daha vardı. Sina, sikerler, dedi. Koordinatör’ü aradı. Bir dolu yalan sıktı. Yok kapılar suratımıza kapanmış da, etnik kökenlerini sorunca kapı dışarı edilmişiz de. Soruları yarın getireceğim, dedi. Suratını buruşturdu. Sana ne lan, dedi. Biraz daha dinledi. “Mabadına sokarsın kâğıtları,” dedi, “getireceğim yarın, bekle.”

“Kanka kovulduk,” dedi sonra bana dönerek, “sıkılmıştım bu işten, sana denk geldi, kızma.”

“İyi bok yedin,” dedim ben de.

Ümraniye’de nasıl bulduysak bir tane birahaneye girdik, izbe de bir yer. Dördüncü biradan sonra muhabbet sıkmaya başladı, ona soktum, bunun ağzına verdim, şunu şöyle dövdüm, bunu böyle tavladım falan derken gözüm televizyondaki maça gidip durdu.


“Şu devre mülk işi diyordun, ondan bahsetsene lan,” dedim bir yerden sonra, bir yandan hesabı buna nasıl kitleyeceğimi kuruyorum. Böyle hesaplardan da bıktım, parasızlıktan da.

“Çeşme’de“, dedi Sina, “aşağıya gönderiyorduk bizim gencoları, ellerinde broşürler. Aile babalarına, zengin tiplere dikkat etmelerini tembihliyorduk. Yanlarına gidip, şöyle şöyle bir günlük tatil köyü kullanım hakkı kazandınız, şuradan servis kalkacak, siz gelmek isterseniz krokiyi takip edin falan dedirtiyoruz. Asıl ekip yukarıda. Bunları tatil köyüne getirdin mi iş tamam. Baba geldi, değil mi? Ailesiyle. Diyoruz ki, çocuklar, eşiniz gitsin, havuzda eğlensin, biz size bir tanıtım yapacağız, çok kısa sürecek, diyoruz. Bunlar da geliyorlar. Masaya oturtunca başlıyorsun. Yılda bilmem kaç aya, şu evi size veriyoruz, tatil masrafına göre şöyle uygun oluyor, beş yıllık, altı yıllık planlar var falan filan. Baktın adam bıktı, mırın kırın ediyor, hemen başlıyorsun, efendim ben öğrenciyim, sizle en az bir saati doldurmazsam yevmiyemi alamıyorum, zaten o da bir şey değil ama komisyon da alamayınca karnımızı doyuramıyoruz falan. Koordinatör benden çaldı bu mavalları zaten. Piç. Ama usta, ne tipler vardı, şaşarsın. Sırf çenen olsun yeter. Masaya gelen adamı ayağa kaldırıp dans ettirene yüz yuro falan veriyordu abiler. Beceren de vardı ha. Burası gibi değildi, kanka.”


Zın zın etti telefonum sonra. Masanın üstünde, sessizde. O gün, sarayda çay içerken, Koordinatör gelmemişken sohbet ettiğim kızlardan biri. Maviş gözlü. Niran. Göbeği ne güzel de açıktı. Ben de buna hastayım işte, ince belli olsun, sarıp çekeyim kendime.

“Sina’ya çaktırma,” dedi kız doğrudan, “sana bir konum atacağım, oraya gelsene.”

“Ne ayak.”

“Bir şey yok be, arkadaşın evi var burada, takılıyoruz, atla gel hadi.”

“Tamam, tamam.”

Konumu attı. Dudullu’da bir yer. Atladım dolmuşa. Benim de olayım bu ne yapayım. Bir şeyi bitirmeden diğerine geçiyorum, sonra diğerine.


Bugünü: “Neydi o,” dedim, “eve girdiğimde bir şeyler söylüyordun hani. Avaz avaz. Bir daha söyle bakayım. Ayağa kalkmadan, yerde söyleyeceksin. Yoksa yine indiririm seni ha.”

Gözlerinde nasıl bir öfke vardı ama. Böyle koordine ederler adamı işte.

“Bu vaziyette,” dedi, “olacak iş değil.”

“Söyle ulan,” dedim balkondan, “söyle oğlum söyle. Harbiden bak, ne yapacağım bilmiyorum, kafayı yedim galiba, söylemezsen rahat edemem.”

“Mavi esvap, giyme,” diye başladı söylemeye.

“Bağır ulan, avaz avaz söyle. Beni cinler çarptı, bağırmazsan yatışmayacaklar.”

“MAVİ ESVAP GİYME. UÇKURUNU KIBLEYE KARŞI BAĞLAMA, KAPI EŞİĞİNE OTURMA. KUŞAĞINI KÖRDÜĞÜM ETME. YATAĞINI DUVAR KENARINA YAPMA. AKŞAMLARI SAÇ ÖRGÜLERİNİ ÇÖZ. GÖZLERİNİ BİR BİR ÜSTÜNE YEDİ DEFADAN ZİYADE KIRPMA. SENİ KORKUTTUKLARI VAKİT AYAK BAŞPARMAKLARININ TIRNAKLARINI BİRBİRİNE SÜRT. İKİ ELİNLE KULAKLARININ MEMELERİNİ TUT. BİR DEMİR BULABİLİRSEN ÜZERİNE BAS. EMRET YA CİN! HAZIRIM! DİYE BAĞIR. KALBİNİ FERAH, İTİKADINI TAM TUT.”

“Ha şöyle,” dedim, “dün sen eğlendin, şimdi ben eğleniyorum. Nasıl?”


Dünü: En ufak şeye kırılan, kindar birini tanırdım. Catering şirketinde garsonluk yapıyordum o vakitler, arada yorulunca da barın arkasında bulaşığa geçiyorum. Rezidans sitelerinden birindeydik o akşam, spor salonu açılışı için bir akşam tertip etmişler. Yine kodamanların arasındayım ama onlardan değilim yani. Çantalara doldurmuşuz Bulgar kaçağı Winston’ları. İsteyene fiyatının iki katına satıyoruz. Yanındaki kıza hava atmak için, bize bir masa ayarla, diyenler oluyor. Tamam diyorum, bir başkasınınkini getiriyorum, ânında yüz lirayı indiriyorum. Yorucu ama süratli iş. Catering şirketi beş iş yapınca toptan veriyor yevmiyeleri ama böyle güzel ortam varsa yevmiyenden fazlasını çıkarıyorsun zaten. Mesela bir şişe Jack getirdiğim için bin lira indirmişliğim var. Hem de o zamanlar. Müteahhitler işte, ekonominin beton abileri. O akşamsa benim badilerden Serkan tutturdu çöpleri toplamam diye. En çok o çalışmış, her yere koşturmuş, kaç kasa bira taşımış, çöpleri de mi toplayacakmış.


“Tamam kardeş, amma tatava yaptın ya,” dedim, başparmağımı işaretparmağımla ortaparmağın arasına sokup elimi uzattım buna, “al şu Siksilin’den bir tane, iyi gelir,” dedim. Takılıyorum öylesine. Bu bizimki o günden sonra konuşmadı benimle. Adamın kız arkadaşının evinin taşınmasına yardım etmişliğim var ama öyle tak diye küstü. Çöpleri de toplamadı.


Ben öyle değilimdir. Kin tutacak kadar hafızam çalışmaz, her şeye alınacak kadar da umursamam milleti. Çok deli tanıdım bu sayede ama bu Koordinatör yok mu, asabımı bozdu, daha önce görmediğim bir deliyle tanıştırdı beni, hem de aşağıladı. Kindar değilim, en ufak şeye de kırılmam ama hamurumuz belli, bu malzemeyi de bir yere kadar eğip bükebiliyorsun.

“Kalbini ferah, itikadını tam tut,” diye serenadını bitirirken bizim Koordinatör, benim asabım iyice bozuldu dün gece. Evi bulana kadar canım çıkmış zaten, bir de bunu karşımda görünc… Neyse, ama kız güzeldi, ayva göbeği aklımı çelmişti bir kere, ne yapayım, eyvallah çektim, terasa çıkıp bir sigara yaktım. Niran da bira tutuşturdu elime.


Dubleks, teraslı ev. L koltuk vardı salonda. Ortadaki sehpanın üzerinde duran dizüstü bilgisayarı projeksiyona bağlamışlardı, Rihanna yerlerde kıvranıyordu, üstünde siyah bir tül. Daha güzel öp beni, diyordu falan. Bizim Koordinatör de koltuğun L kısmında, tam köşede, diğer kızı almış koluna, vıcık vıcık yavşıyor, kızın kulak memesini emiyor, bir elini bacağında ileri geri götürüyor, durup durup belinden kendine doğru çekiştiriyordu. Ondan güzel öpeni yoktu valla. Teras kapısının eşiğinde ağzımda sigara, elimde bira izledim onları, her şeye rağmen keyfim yerindeydi hafiften.

“Geldiğine şaşırdım,” dedi Niran salondan, “aradığına da, ama güzel oldu şimdi böyle karşımda görünce.”

“Anlamadım?”

“Arayıp dedin ya, seni görmem lazım, konum at diye.”

“Kızım kafa mı buluyorsunuz ya benimle,” dedim, “yok öyle bir şey, sen beri arayıp çağırdın, konumu sen attın.”

“Üç harflileeeer,” diye başladı bağırmaya Koordinatör’ün öptüğü hatun, adını hatırlamıyorum kevaşenin. “Seni Niran taklidi yapan bir cin aramış, güzelim,” diye devam etti, Niran, “seni de bunun taklidini yapan başka bir üç harfli…”

“Gözüm, cângüdâz dostum, gel şöyle otur yamacıma,” dedi Koordinatör de. “Biraz da benimle hasbihal et, istiğna etme artık. Zendost karındaşını etme.”

“Senden hoşlanmıyorum, arkadaşım, biramı içeyim, giderim.”

“Lakırdılarımıza tevellüdü yetmeyeceğinden çekindi galiba sabi,” dedi Koordinatör.

“Yapma ya,” diye araya girdi Niran hemen, “bak sana bir şey göstereyim, gitme.”

“Tamam,” dedim terastan salona dönerken, “göster.”

Bir kız bir şey gösterecekse, oturur, bakarım, centilmen adamımdır.

Niran duvarlardan birine vücudunun sağ tarafını tamamen dayadı. “Bak şimdi,” dedi, “tek ayak üzerinde durmaya çalışacağım.” Çalıştı ama duramadı. “Sen de dene hadi,” dedi.

Birayı fondipledim. Sağ omzumu dayadım duvara.

“Silme duvara yapışman lazım,” dedi Koordinatör’ün yanındaki kız.

Öyle yaptım, vücudumun kalanını dayadım, içimden de diyorum ki, şaklabanlığa devam, yeter ki kızlar istesin, durmaya çalıştım tek ayak üzerinde, olmadı tabii.

“Güzel numaraymış,” dedim. “Hadi bana müsaade.”

“Dur,” dedi Koordinatör, “orijinal metnin sadeleştirilmiş haliyle konuşalım seninle. Bu ev benim değil, biliyor musun? Amcamın, kendisi alt katta yatıyor. Odasından çıkmayı sevmez. Ölene kadar bekliyoruz işte. Ancak kendisi ölüme karşı dilirâne bir mücadele veriyor. Pardon, mertçe yani. Senden bir ricam var.”

Kızı bıraktı, öne doğru eğildi, arka cebinden cüzdanını çıkardı.

“Ülkeyi anlamak istemiyorsun çünkü paran yok, sen diyorsun ki, ben anlaşılayım. Ben de bunu anlıyorum. Millete gidip sorular sormayı istemiyorsun. Milletsin zaten. Milleti tanıyorsun. Milleti tanıdığını sanıyorsun ya da. Her hâlükârda onlardan bıkmışsın, her türlü insanla tanıştın, her tipi tanıdın zaten, başka bir aşamaya geçmek istiyorsun. Değil mi?”

Haklı mıydı, haksız mıydı, bilmiyorum. O evden çıkacaktım. Çıkamadım. Para yok mu para. Durdurdu beni. Paraya itikat.

“Amcamın yanında, aynı odada yarım saat durursan, sana cüzdanımdaki tüm parayı vereceğim,” dedi Koordinatör. Saymaya başladı parayı. “İki yüz, dört yüz, altı yüz, sekiz yüz, dokuz yüz, dokuz yüz elli…”


Bugünü: “Sen benim konuşmalarıma taktın, değil mi,” dedi Koordinatör yerde yatarken. “Tamam, bak, senin gibi konuşacağım. Biraz eğlendik, şaka yaptım lan sadece, o kadar paraya rağmen hemen pes ettin zaten, neyin peşindesin oğlum sen? Hiç mi alay etmediler senle? Hiç mi aşağılanmadın? Hizmet sektöründesin, kardeşim, alışacaksın böyle şeylere.”

“Ben sana hizmet etmiyorum,” dedim, “hem bu ne lan, şu eve bak, halin vaktin yerinde sandık, adam yerine koyduk…”

Dediğim gibi pişman oldum ama geçti bir kere, sırıtmaya başlamıştı bile yavşak.

“Ben seni çözemedim, dostum, bence sen benim konuşmamı da sevdin, ona da saygı duydun, içten içe taklit bile etmişsindir.”

Vasat telefon işletmeleri hariç, taklit yapan arkadaşım olmadı hiç.

“Seni dövdüğüme pişman değilim,” dedim, “daha kötüsüne zorlama beni.”

Nefes nefeseydi, gözü telefonuna gitti.

“Tamam,” dedi, “yeter. Ailem var benim. Yapma böyle, ödeştik.”


Dünü: “…üç bin altı yüz, üç bin yedi yüz, üç bin sekiz yüz, üç bin dokuz yüz, dört bin yüz, dört bin yüz elli. Bozuklukları da ister misin?”

“Yok,” dedim, “görelim şu amcayı bakalım.”

Merdivenlerden aşağıya indik. En önde Koordinatör. Arkasında Niran, onun yanında diğer kız. Sonra da ben. Uzun bir koridoru geçtik.

“İşte burası,” dedi Koordinatör.

Kapıyı açtım. Tuvalet. Her şey son moda. Bidet de var, taharetli tuvalet de. Ama sifon çekilmemiş. Leş gibi kokuyor içerisi.

“Orası değil lan,” dedi arkamdan, oynuyordu benimle puşt, “burası arızalı tuvalet, amcam onun yanındaki kapının arkasında, vallahi orada ama unutma, yarım saat kalacaksın.”

Dört bin yüz elli lira. Yarım saat için. Bir şey de yapmayacağım. Yavşak olan yavşak kalacak. Yarım saat sonra cebimde dört bin yüz elli lira olacak. Sıktım dişlerimi.

“Tamam,” deyip içeri girdim. Kapı arkamdan kapandı. Kilidin döndüğünü duydum. Yatakta bir adam yatıyordu, gözleri kapalıydı. Yanındaki komodinde gece lambası. Tuvaletten beter kokuyordu içerisi. Camların perdeleri açıktı, dışarıyı görüyordum, diğer evlerin ışıklarını. Yatağın yanına iyice yaklaştım. Yüzümü yaklaştırdım adamın suratına. Keldi, kafa derisi soyulmuştu sanki, yüzü buruş buruş, göğsü usul usul inip kalkıyordu, kalın kaşları aşağı sarkmıştı, gıdısı da, sakalları yeni kesilmişti galiba, yüzü tertemizdi, sağ elini göğsüne koymuştu. Damarlı, kemikli bir el. Dokunmadım. Uyuyor lan bu zaten, diye düşündüm. İçeriyi havalandırmak için pencerelere doğru gittim, dışarıya şöyle bir baktım, sokaktan bir araba geçti, adamın eli dışarıdaydı, rüzgârı hissetmek için avucunu iyice açmıştı. İyice boğuluyordum. Değer mi, diye düşündüm yine, değer, dedim. Camı açtım.

“Deyyus,” diye bağırdı amca arkadan, “yine peşime düştünüz değil mi ulan deyyuslar! Pizarro’nun, Cortès’in dölleri! Sömürgeci ecinniler sizi!”


Epey Öncesi: “Kolay iş yok, bir şeyin bedelini elbet ödeyeceksin, oğlum,” der abim hep. Çağrı merkezinde çalıştım dört beş ay boyunca. Uğur’u oradan tanıyorum. Çorlu’ya döndü şimdi, orada yaşıyor. Kral çocuktur. Zamanında, gel online bir oyun tasarlayalım ayağına kafalamışlar bunu, oyun tasarımına başlamadan önce biraz para kazanmaları gerekiyor diye fena bir kuyunun dibine çekmişler.


“Oyun tasarımcısı diye girdik işe,” demişti bana bir mola zamanı, “sonra işler boka sardı. Bir tane hd izle tam izle full izle nokta kom gibisinden site açtık. Sonra da en az yüz tane porno sitesi açmışımdır. Sabah akşam başka sitelerden video çekiyorum bizim siteye. Bir de açıklama yazmak lazım. Kusacak gibi oldum bir zaman sonra. Liselinin şeftalisi şöyle. Bakın komşumun karısını nasıl seviyorum. Neler neler yazıyorum. O ara sevgilim de var. Kız sadece full hd sitelerden haberdar. Ya kafayı yiyeceğim ama iyi de para geliyor, tamam mı? Haftalık altı yüz yedi yüz falan. Yeni mezunum da. Ne yapacaksın, çalışıyoruz. Sitelere trafik çekmek için sosyal medya hesapları da açıyoruz, bunlar için de çoğunlukla patronun telefon numarasını kullanıyoruz, tamam mı. Bir gün, sitelerden birine Twitter hesabı alacağım, abinin numarasını denedik, olmadı, benim numarayı kullandım. Hesabı açtım. Birkaç paylaşım yaptım. Banner resmini hallettim, en ıslağından bir tane dam buldum. Sonra bir baktım, abi, şu tanıyor olabileceğiniz kişiler kısmı var ya, oraya, hep tanıdıkların isimleri. Alla alla, diyorum. Beş dakika geçmeden benim hatun aradı. Uğuuur, sen, nasıl bir adamsın, sapık falan diyor. Kıza, arkadaşınız Uğur, Twitter’a, En İyi dAmlar.com ismiyle katılmıştır, eklemek ister misiniz gibisinden bir mesaj gelmiş kıza. Hesaba girip bakıyor, felaket.”

“Oha be kardeşim,” demiştim o zaman, “açıklasaydın ya, anlardı belki.”

“Abi, açıkladım, barıştık falan ama eskisi gibi olmadı be, ayrıldık iki ay sonra, bir dolu insana rezil de oldum. Giren girdi yani.”


Bugünü: “Ödeşmedik,” dedim Koordinatör’e, “şaka maka anlamam ben, artık anlamıyorum, sen dayak yedin ama rezil de olman lazım.”

Telefonumu çıkardım.

“Gülümse,” dedim.

Gülümsemedi. Kanlı dişlerini görmek istiyordum.

“Ağzını aç lan, kanı göreceğim oğlum, o kan görünecek,” dedim.

Açmadı ağzını. Sigarayı attım balkona, salona girdim. Bir tekme daha çaktım suratına.

“Açıcan mı ağzını,” dedim.

Açmadı. Yine de çektim fotoğrafı.


Dünü: “Amca dur, sakin ol,” dedim. “Ne Kortes’i, yeğeninin arkadaşıyım ben.”

“Maval okuma lan bana, kavat,” dedi ihtiyar, yataktan kalktı, “her yerdesiniz, alacaklılar, elini uzatan dilenciler, varlığımın peşindeki itler. Bana deli diyenin tepesi delinsin. Ne yapacaksınız lan, canımı mı alacaksınız, yok para mara hiçbirinize. Ahubabanız da gelse yok. Allahım sen koru beni ya rabb-ül âlemin, sen koru beni açgözlülerin şerrinden.”

“Gel, amcacım, seni şöyle yatıralım,” dedim, “bak, camı da kapatıyorum şimdi.”

Adam ihtiyar mihtiyardı ama sesi öyle gür çıkıyordu ki, yaklaşmaya da başlamıştı.

“Bogotà’ya şer eyleyenlerden koru yarabbi,” diye bağırıyordu ihtiyar, “o işkenceci İspanyollardan kurtulmak için bir evi neredeyse ağzına kadar altınla dolduran krala acımadın, o kadar altına rağmen o zavallıya işkence ettiler, acımadın, adamın karnına yanan içyağı döktüler, ayaklarını, başını demir kasnaklarla kazıklara bağladılar da ayaklarını yaktılar. Tarihin zulmü senin yapacağının yanında nedir ki.”


Camı kapattım, ihtiyarı dikkatlice omuzlarından tuttum, suratıma tükürdü, yemyeşil balgamın kirpiklerime yapıştığını hissettim, sonra da yapıştı yakama, geçirdi kafayı suratıma. Altına da işemişti galiba, öğüresim geldi. Bir an ben afalayınca taşaklarıma tekmeyi geçirdi.


“Eeeeh, yeter be,” diye bağırdım, başımı ihtiyarın göğsüne dayayıp yatağa ittirdim. Gülüyor, bir taraftan da tükürüyordu.

“Öp beni,” dedi elini kasığına götürerek, “yanağımdan öp.”

Aklıma içerideki duvar geldi, silme yapışarak, tek ayak üstünde durmaya çalıştığım duvar. “Yok,” dedim, sonra da kapıya gittim. “Açın lan şunu,” diye bağırdım, “batsın yere paranız.” Kulpu çevirdim. Açan yok. İhtiyar hâlâ bağırıyordu arkamdan.

“Yerli halk, fatihlere aittir, evlat,” diyordu ihtiyar gözlerini üstümden ayırmadan otuz bir çekerek, “memleketini işgal ederler, kralını kepaze ederler, üst sınıfı yok eder, yerine kendi aristokrat sınıflarını yerleştirirler, sana toprağını işlemene izin verirler, onun üstünden de vergi alırlar, dinini değiştirirler, güya haklarıdır onların bu…”

“Ulan sen zengin değil misin, neyin sömürüsünden bahsediyorsun,” diye bağırdım ben de adama, “ne biçim bir teşkilatsınız abi.”


Sonra da kapıya geçirdim tekmeyi, olmadı, göt üstü yere yıkıldım. Ayağa kalktım, omuz geçirdim. Yine açılmadı. Arkadan seslerini duyuyordum. Amcanın nefesi de hızlanmıştı.

“Naza yoktur yüzümüz,” diyordu üçü birden, kapının hemen ötesindeydiler, “Dinlenmeli sözümüz,” diyorlardı, “Biz ne canlara kıydık, seni de öldürürüz! Zımmm zımmm da zımmm zımmm. Zımmm zımmm da zıımmm.”

Oturdum. “Kalkmıyor,” diye ağlıyordu ihtiyar, sonra duruyor, “Kalktı,” diyordu heyecanla. Nefes alıp verdim. Nefes alıp verdim. Omzum ağrıyordu. Ayağa kalktım, dolaplardan birini açıp bir tane atlet buldum, onunla yüzümü sildim. “Hırsızların Ahubabası,” diye mırıldanıyordu ihtiyar nefes nefese, “ecinniler sizi, ecinnisiniz hepiniz.”


Tekrar yere bağdaş kurdum, sırtımı kapıya verdim. Sakindim artık.

“Açın şu kapıyı,” diye bağırdım, “para mara istemiyorum, açın.”

Açtılar. İki saat sonra. Amca da gelmişti galiba, götünü çevirmiş uyuyordu. Dışarı çıktığımda, ismini bilmediğim kızdan başka kimse yoktu içeride. Sehpadaki birayı aldım, on beş yirmi saniyede bitirdim şişeyi herhalde. Sıcaktı üstelik. Mutfağa gidip bir tane daha aldım.

“O herifin size böyle davranmasına nasıl izin veriyorsunuz ya?” dedim.

Omuzlarını silkti kız, “Sana mı izin verelim?” dedi.

Başımı iki yana salladım. “Peki, sen mi bakıyorsun bu ihtiyar deliye?”

“Yok,” dedi, “kapıyı iki saat açmamamı tembihledi. O yüzden kaldım.”

“Aferin,” dedim, “parayı bıraktı mı?”

“Yok,” dedi, “bu arada sana bir sorum var.”

Cevap vermedim. Öylece baktım sadece.

“Diyelim komşun eşcinsel,” dedi kız, “kapını tıklatıyor, sana aşure getirmiş, ne yapardın?”

“Sikicem aşurenizi de,” dedim, “anketinizi de, şakanızı da, koordinatörünüzü de.”


Bugünü: “Tamam mı,” dedi Koordinatör, “karım gelecek az sonra, ne zaman gideceksin, yetmedi mi lan yetmedi mi? Ne istediysen yaptım, para mı istiyorsun?”

Evinin adresini burada adından bahsetmeyeceğim bir arkadaşımdan aldım. Yediği haltları anlatamayacağım bir arkadaşımdan. Böyle arkadaşlarım da var benim. Gizli. Acar. Tak diye yardım eden. Araştırmacı. Seni kendine borçlu etmeyi seven türden. Yani çok adam tanıdım, kimisi eziliyordu, kimi de eziyordu birilerini, ayrı durdum hepsinden, yanlarındaydım ama ayrıydım güya. Yerde kanlar içinde yatan Koordinatör’e bakarken, aslında çok da zengin olmadığını öğrendiğim bu kolpacının, üç oda bir salon apartman dairesindeyken, burnum ıstırap içindeyken, ulan tüm tanıdıklarım böyleyse, dedim kendi kendime, ben ne biçim bir adamım. Fuarda tanımadığı herkesle canciğer kuzu sarması olanı, ankete diye çıkıp kafayı çekeni, siksilin şakasına kırılıp arkadaşlığı bitireni ben bulmadım mı, porno sitesinin sosyal medya hesabına kendi telefon numarasını kullandığı için ilişkisi mahvolan garibanla ben alay etmedim mi, o fuarda müşterilere dövecek gibi bakan ben değil miydim, ankete diye çıkıp ben de kafayı çekmedim mi, kırılacağını bile bile arkadaşıma o salak şakayı yapmadım mı, dedim kendi kendime, ben de o biçim bir adamım demek ki.


“Senin adın Süha değil mi lan?” dedim Koordinatör’e.

“Evet, Süha,” dedi.

“Süha,” dedim, “paranı istemiyorum, ayağa kalkabilirsin, fotoğrafı siliyorum ama Allah da belanı versin senin, tamam mı.”

Yerde bağdaş kurdu. Sırıtarak yüzüme baktı. Suratı kan revan. Burnu yamuk yumuk. Dişleri kıpkırmızı. Görünce içim kalktı.


“Dört deryanın deresini dört dergâhın derbendine devrederlerse,” dedi, “dört deryadan dört dert, dört dergâhtan dört dev çıkar.”

“Sen niye böyle konuşuyorsun lan,” diye sordum.

“Natıkalı olmayı, sabitkadem bir zat olmayı mühim gördüğümdendir,” dedi, “dünümle bugünümün ayni olması iştihası var içimde.”

“Ama değil,” dedim.

Beş parasız çıktım oradan. Tamam, belki daha sonra da önüme geleni dinleyeceğim, birilerine inanacağım, hakaretleri içime içime yutacak, yalnız kalmamak için susacak, dilenecek, kolpacılığı terk etmeyecek, alaydan kaçmayacağım. Ama içimi de soğuttum en azından. Ne yapacaktım başka? Yani velhasıl kelam, her şeye rağmen zamanın içinden geçmeye devam.

bottom of page