Öykü: Gulyabani Dostlarım
"Çenem laf yapmaz belki ama çok tanıdığım vardır, yalnız kalamadığım için belki de, birileri beni sevsin de sonra yardım etsin diye belki de, imece usulü hayat, herkesi severim işte, şu dövdüğüm yavşak hariç."
Emirhan Burak Aydın
Suratına tükürdüm, tüüüğ, yakasına yapıştım, hart, çaktım kafayı, tak diye. Zamanın içinden öyle geçiyordum ki. Güçbela. Canhıraş. Elindeki telefonun bir tarafa savrulduğunu gördüm göz ucuyla. Ayakkabımın ucunu geçirdim karnına gelişine. Sonra bir kere daha. Çelimsizdi, haklıydı, tevellüdüm de yetmiyordu kendisine. Halıdaki pembe gül desenlerine kanla karışık salyası akıyordu. Kızışmış kediler çığlık çığlığaydı dışarıda. Topuğumu geçirdim burnuna da ne kan aktı. İnim inim inliyordu. Kâfi, diyordu, kavradım, diyordu. Nefes almak için balkona çıktım. Köşedeki giderin içinde siyah toka, plastik sandalyenin üstünde küllük, kapının yanına dayanmış fırçanın gökkuşağı renkleri, kırmızı kovanın içinde mavi bez. Ben böyle bir adam değilim aslında. Boğuluyordum.
“Balkonu sık sık yıkar mı hanımın,” dedim.
“Vazıh değil mi,” dedi Koordinatör.
Hâlâ devam ediyordu bak. Arızalar paratoneriyim mübarek. Babam herkesle iyi anlaşmayı öğretti bana, nerede selamün aleyküm denilir, nerede denmez bilirim, babamı da iyi dinlerdim, iyi dinlemeyi öğrendim ondan, ne işime yaradı bilmem, hep yanlış adamları dinledim galiba. Millet deliye hasret, ben akıllıya vaziyetleri. Kitap fuarlarında beraber çalıştığım Enis mesela. Sizinle sohbet ederken anlattığınız hikâyeye içten içe not verir göt, ben öyle hissediyorum ya da. Fena fuarcıdır ama, standın yanından geçen müşteriye tak diye sevgilisi olup olmadığını, üstündeki tişörtü nereden aldığını, burcunu sorar, aldığı cevaba göre kitap önerir, muhabbeti kurar. Boynunda kırmızı bir eşarp, top sakallı, kel bir adam, çoğunlukla en büyüğümüz, kolunda berbat bir dövme, yamuk yumuk bir zürafa ya da fil galiba, belki de Joker bilmiyorum, ne biçim dövmeyse uzun süre bakınca anana bile benzetirsin. İki yıl önce, fuar işindeki ilk haftamda, kitap kolilerinin üstüne oturmuş kıymalı pide yiyorduk. Şimdi adını vermeyeyim, bir bankanın adını söyledi, bu ismi duyunca aklıma ne geldiğini sordu. Kumbara dedim. Bir ara KONRA’da çalışmış bizimki. Anketör olarak değil, anketörlerin koordinatörlerinden biriymiş. Kimin hangi bölgede kaç kişiyle konuştuğunu, kimin pes ettiğini kontrol ediyormuş, organizasyonu sağlıyormuş. Bir iki kere terslenince ellerindeki anket dosyalarını çöpe atan anketörler varmış. Sadece seçim anketleri de yapmıyorlarmış. Özel şirketlere de çalışıyorlarmış. Markalar zorlu dönemlerden geçtiklerinde halkın onlar hakkında ne düşündüklerini öğrenmek isterler, demişti. Banka için yaptıkları ankette üç cevap öne çıkmış: Mavi, kumbara ve Cem Yılmaz. Şeytan tüyü diyorlar buna. Ne anlatsa dinliyordunuz yavşağı. Ben müşterilerden birine sevgilisi olup olmadığını sorsam kafamda parçalarlar kitapları.
“Yani,” dedim sigaramın külünü, yarısı sarı kola dolu plastik bardağa silkerken.
“Yanisi ne,” dedi, “muhabbet dönsün diye anlattım, oğlum, ne var.”
Ciltli beş kitabı set yapmıştık. Yüzde elli indirimle satıyorduk ama seti yekten verince ciroya katkısı tatlı oluyordu. Yayınevleri fuarları severler çünkü sıcak para gelir. Okur da müşteridir, dinlersiniz ne derlerse. İnternette daha ucuzdu bu? Çocuklar taa nerelerden geldik bak. Siz de şu yazarın kitabından var mı? Ablacım o başka yayınevinden çıkıyor. Niye sizde yok? Fuar haritası veriyor musunuz? Ayraç alabilir miyim? Poşet alabilir miyim? Buradan Eminönü’ne nasıl giderim? Tuvalet nerede? Falan fıstık. Enis yirmi set sattı o gün. Yayınevinden gelen satışçılar sırıtıyor tabii. Ben kasadaydım, pos cihazının dilinden anlıyordum, müşterilerin değil.
