top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Hangimiz Deliyiz?

"Bizler normal görünmek için her davranışımızı baskı altına alıyoruz."


İkbal Gemici



  "Deli olan sizsiniz. Ben deli değilim," derdi kimi zaman. Kimi zaman da başındaki yemenisini çıkarır, uçlarından tutarak sağa sola sallar, bir türkü tuttururdu. O dönem televizyonlarda, radyolarda sıkça çalınan moda türküler ne ise onlardan seçerdi repertuarını. Ondaki neşe kimsede olmazdı. Bağırarak söylerdi türküsünü. Zaten alto olan sesi bağırdığı zaman kontrolden çıkar, ne söylediği anlaşılmayan bir erkek sesine dönerdi. Kelimeleri anlaşılmazdı ama müziğinden hangi türküyü söylediğini anlardık. En çok da "Esmerim biçim biçim ölürüm esmer için" türküsünü pelesenk ederdi diline.

  Esmerdi Hayriye. Çokça siyah saçları vardı; kalın kaşlarının altında yuvarlakça siyah gözleri… İri elma yanaklarından sağlık fışkırırdı. Küçük ağzının üzerinde patikayı andıran, boncuk boncuk terleyen bıyıkları olurdu hep. Ellerinin üzerinde; tam da parmaklarının başladığı eklem yerinde koca bir boğum vardı, bileğinde ise potuş potuş başka bir boğum. Şişmanca bir gövdeye kısa sayılabilecek kollar ve bacaklar iliştirilmişti. Tombul ayaklarında siyah lastik ayakkabılar olurdu. Lastik ayakkabısıyla çiçekli basma eteğinin arasında, kırmızı, mavi, bordo renklerinin karışımı kalın iplerden örülmüş yün çorapları görünürdü. Bahar ve yaz aylarında, kara lastik ayakkabıların yerini kocaman tuvalet terlikleri alırdı. İşte o zaman, rengi kırmızıya çalan, çatlamış tombul ayakları ortaya çıkardı Hayriye’nin.

  İlk gençlik yıllarındaydım o zaman. Hayriye’nin sesini duyduğum an balkona çıkar, onu izlerdim. Ramazan ayında, sahura kadar uyumayıp davulcunun geçişini seyretmeye, söylediği mânileri dinlemeye benzer bir histi bu. Sanırım aralarında benzerlikler olduğunu düşünürdüm. Merak! Hayriye de, ramazan davulcusu da uzaydan gelmemişlerdi. Dünyalıydı her ikisi de. Ne görmeyi umardım da merakla beklerdim geçişlerini? Birinin elinde davulu ve tokmağı, diğerinin elinde sağa sola salladığı kirli bir çember. İkisi de geçişlerini yaparken vakit kaybetmezlerdi. Şöyle bir kenarda oyalanayım, mâniyi ya da türküyü yarım bırakayım, ara verip sesimi ya da ellerimi dinlendireyim demezlerdi. Öyle ya! Kim bilir dolaşacak ne kadar mahalle var daha?

  O gün hummalı bir temizlikten sonra geç oturduk kahvaltıya. Hepimiz manyaktık temizlik konusunda. Anneannemin derecesini bilemiyorum. Onun yaşlılığına denk gelmişti benim çocukluğum. Lakin annem… Tüm çocuklar armut misali sapır sapır dibine düşmüştük. Nedendir bilmiyorum ama yağdan ve yağlanmaktan çok korkardı annem. Kurabiyeye mi dokundun? Elin yağlandı, sil! Ağzına Allah’ın küçük bir zeytinini mi attın? Elin yağlandı, sil! Salatayı ekmek bandırarak mı yedin? Elin yağlandı, sil! Zaten kibrit kutusu kadar bir evimiz vardı. Onu da her Allah’ın günü temizlemekten heder olurduk. Kahvaltının sonuna doğru "Hayriye bugün geçti mi," diye sordum. "Hiç farkında değilim," dedi ablam. "Görmedim. Duymadım," dedi kardeşim. "Balkonu silerken geçmedi. Daha erken, birazdan geçer," dedi küçük ablam. "Bırak Hayriye’yi! Elin yağlandı, sil," dedi annem. "Bu Hayriye de kim uşak? Kime gelecek, bize mi? Her sabah lafı geçiyor," dedi anneannem. Çiçek bozuğu yüzü vardı anneannemin ve illet hastalık gözlerini de etkilemişti. İyi göremiyordu. Yaşlılıktan kulakları da iyi duymuyordu artık.

  Kulağıma bir ses ilişti uzaklardan. Simitçiye ait değilse, ses, kesin Hayriye’nin sesiydi. Alt sokaktan geliyordu. Henüz bizim sokağa girmemişti. Çayımı aldım ve balkona çıktım. Annem arkamdan seslendi: "Elini sil!"

Köşe başında göründü Hayriye. Mavili pembeli bir çember var elinde. Saçlarını küt kestirmiş. Perçemleri de var. Elma yanakları parlıyor. İri memeleri bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor. Kollarını yanlara doğru uzatabildiği kadar uzatıyor. Daha bir neşeli bugün. "Yaylalar yaylalar dilo dilo yaylalar…"

  Öyle kimselere bakmıyor Hayriye. Güzel siyah gözleri ileriye bakıyor. Etrafında neler olduğunu, kimlerin kendisini seyrettiğini fark etmediğine eminim. Sokakta oynayan birkaç çocuk bakıyor Hayriye’ye. Bir de onun müdavimi olarak ben. Karşı komşumuz Laz Ayşe teyze cam siliyor. "Kiyyz! Ne derdin var ne tasan, Hayriye," diyor. Hayriye duymuyor. Bakışlarının yönünü değiştirmiyor bile. "Komşu kızını zapteyle yaylalar yaylalar…"

  Hayriye geçit törenini bitirip sokağın üst kısmında görünmez oluyor. Arkasından bakakalıyorum. Arka mahalleden sesi geliyor. "Dilo dilo yaylalar…"

  Öyle dalmışım ki Hayriye’ye, omzuma konan elle irkiliyorum. Kardeşimmiş. "Bitti mi tören," diye soruyor. "Bitti. Biliyor musun, aslında normal olan Hayriye. Anormal olan bizleriz," diyorum, "Hayatı dilediği gibi yaşayan o aslında. Hiçbir kural, hiçbir insan umrunda değil. Bizler normal görünmek için her davranışımızı baskı altına alıyoruz."

"Elinde bir çemberle sokaklarda şarkı söylemek gibi bir niyetin yok değil mi," diye soruyor kardeşim. "Yok, çember tarzı Hayriye’ye ait. Ben yeni bir şey bulmalıyım. Bana özgü olmalı. Çemberi pijamayla değiştirsem olur mu acep," diyorum. 

"Neyle değiştirirsen değiştir. Sende eğreti duracaktır. Sen Hayriye değilsin," diyor. Boş çay bardağımı alıp mutfağa dönüyorum. Annem "Ellerini yıkadın mı sen," diye soruyor. "Bi darlama beni anne ya! Şimdi gidiyorum," diyorum.

  Son geçit töreniymiş bu Hayriye’nin. Bir daha göremiyorum onu. Komşu kadınlar laflarken işitiyorum. Erkekler Hayriye’yi mekruh binalara götürüyorlarmış. Kimse önünü alamıyormuş. Hatta doğum hastanesinde Hayriye’yi görenler olmuş. Dünya başıma yıkılıyor. Hayriye’den medet uman erkeklerin insan olamayacaklarını düşünüyorum, tiksiniyorum. Anlam veremediğim olaylara karşı mantığım, düşünme yetim istop eder hep. Hızla giderken bir duvara toslayıp bilinç kaybetmek gibi bir şey yaşarım. Son hatırladığım şey ise çarpmanın çıkardığı o ürkütücü sestir…

  Yıllar yıllar sonra bir hastanenin röntgen servisinde sıra bekliyorum. Oturaklarda iki kadın oturuyor. Biri bir çocuğu seviyor. "Seni benimle götüreyim, olur mu," diye soruyor çocuğa. Çocuk utanıyor, gülümseyerek başını omzuna doğru yaslıyor. Elinin üzerinde kocaman bir şişlik var kadının. Biraz da morarmış. O elini çok oynatmıyor. Diğer elini çocuğa uzatarak yanağından seviyor onu. Diğer kadın şefkatli, güler yüzlü. Pozitif dalgalanmalar yayıyor etrafına. "Korkma," diyor çocuğa. "Hasta o, hasta. Seni götüremez."

Ekrandaki sıra numarası değişiyor. "Hayriye, hadi yavrum, hasta çıktıktan sonra biz gireceğiz," diyor. İşte o an tanıyorum onu. Elinde çemberi yok. Yaşlanmış. Eski neşesi de kalmamış. Türküleri susmuş Hayriye’nin…

bottom of page