top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Haymatlos

"Bu dünyadaki varoluşunun özeti bu kadardı. Çoğu dökülmüş, sararmış, yamuk dişleriyle gülümser gibi oldu fakat bunu hatırlamış gibi, aniden kapattı ağzını."


Cem Alan


“Hilmi benim adım,” dedi. Göz kenarlarında bıçakla yarılmış gibi derin kırışıklar vardı. “Yaşım 57. Çocukluğumdan beri bu evdeyim. Bir nevi buraların bekçisi sayılırım,” deyip gülümsedi. Kendisini anlatacak, tanıtacak tüm cümleler bunlardan ibaretti. Bu dünyadaki varoluşunun özeti bu kadardı. Çoğu dökülmüş, sararmış, yamuk dişleriyle gülümser gibi oldu fakat bunu hatırlamış gibi, aniden kapattı ağzını.

“Ben de Aydın,” deyip elini uzattı adam, tokalaştılar. “Trakya Üniversitesi arkeoloji bölüm başkanıyım. Bu yaz burada, Bozmera Köyü’nde, ekibimizle birlikte kazıya geleceğiz Hilmi dayı.” Arkasını dönüp eliyle iki, üç futbol sahası genişliğindeki kuru, sapsarı araziyi gösterdi. “Çok değerli buralar. Traklar yaşamış bu topraklarda. Sonra Bizans. Üstüne Osmanlı. Çok yapı var toprak altında Hilmi kardeş. Dini yapılar, sosyal yapılar… Senin evin önüne dek de gelecek araştırma muhtemelen,” dedi. Gözlerini kısıp Hilmi’ye baktı. Sigara paketini uzattı, yaktılar. Ağızlarının kenarlarından süzülen zehirli duman, bahçenin üzerine gerilmiş gölgeliğe takılıp ince bir sis bulutu oluşturdu.

“Doğrudur hocam, duyuyorduk biz de hep ama sizin gibi bilmiyoruz tabi. Buyurun, gelin.”

“Bu arada köy yolu çok fenaymış. Yarısı çökmüş, yer yer uçurum olan kısımlar var yol çok daralmış… Allah muhafaza, kaza falan olur buralarda.”

“Köy ahalisi alışık hocam. 30 yıldır öyle yolumuz. Yavaş yavaş gider, gelir herkes.”

“Bu yolun durumunu yetkililere güzel bir dille, dikkate alacakları şekilde söylemek lazım Hilmi kardeş. Ben bunu da yazacağım bir ara. Neyse, yakında gene görüşürüz. Haydi, selametle,” dedi Aydın. Kısık gözleri, kulağının yarısını geçen kır saçları, köşeli çenesi, dimdik duruşuyla akıllı biri izlenimi veriyor, saygı uyandırıyordu. Uzun bacaklarıyla hızlı adımlar attı, tozdan sarıya çalmış siyah jipine atladı. Ardından yuvarlanıp büyüyen bir toz bulutuyla beraber hızla yitip gitti.

Hilmi’nin hayatta sahip olduğu tek şey babasından kalma, köyün dışında kalan bu küçük evdi. Başka ne malı-mülkü, ne de eşi-dostu yoktu. Yeryüzünde tek bildiği yer bu bahçeydi. Kafesteki bir muhabbet kuşu gibi, varlığı pek az yer kaplıyordu. Anası Hilmi’yi doğururken, babası Hilmi’nin sünnet düğününden içkili eve dönerken, trafik kazasında göçüp gitmişti dünyadan. Hilmi o gün bu gündür, belki başka kayıp yaşamaya cesareti kalmadığından, belki kendini uğursuz bellediğinden, insansız bir dünya kurmuştu bu bahçede. Bazen bu yoğun ıssızlığın içinde günlerce konuşmaz, kendi kendine rastgele birkaç cümle kurup sesinin yerinde olup olmadığını kontrol ederdi. 

Köyde kendisine deli ya da cinli dendiğini biliyordu. Bunun sebebi ne yalnız yaşaması, ne de az konuşmasıydı. Sebep eviydi. Hilmi’nin evi, köyün dışında, eski zamanlarda kilise olarak kullanılagelmiş mağaraların oradaydı. Böyle yerlere ürkütücü, mistik anlamlar yükleyen köy ahalisi, geceleri sokak lambası bile olmayan bu tekinsiz yerde Hilmi’nin nasıl tek başına yaşadığını düşünür, buna da cinli olması dışında bir açıklama bulamazdı.

Güneşli bir çarşamba günü meyve fidelerini sularken, köpeğine tavuk suyuna doğranmış ekmek verirken, tavuklarını yemlerken çok düşünceliydi Hilmi. Yalnız yaşamaktan insansızlığa alışkın durgun ruhu, birini gördüğünde telaş yapıyor, en ufak bir hareketliliği kaldıramıyordu. Yıllardan beri tek tük geçen çobanlar dışında kimselerin olmadığı bu kuru topraklar, yakında kalabalık kazı ekibiyle dolup taşacaktı. Bir de üstüne hoca ‘Evin önüne dek gelmemiz gerekebilir,’ demişti. Ne demekti bu? Ya evin altında da araştırmaları gereken bir şey olur da yıkmak isterlerse, ne yapardı? Baba yadigârı tapulu malım, diye söylendi sinirle, kendi kendine. Nasıl yıkarlar canım? Fakat devlet isterse her şeyi kılıfına uydururdu. Sigara yakıp, çömdü bahçeye. Köpek, tavuk suyuna ekmekleri bitirmiş yalanıyor, yağ damlalarına konan sinekleri, tok bir çene sesiyle yakalamaya uğraşıyor, beceremiyordu. 

Yıkıp köyden başka ev vermek isterlerse ne derim, diye düşündü. İmkânı yoktu, gene olmazdı. Köyün içine giremezdi bu vakitten sonra. İnsanla yaşayamazdı. Uzun bir of çekip seyrek, yağlı saçlarını karıştırdı. O gece parıltılı dolunayı değil, zifiri karanlık geceyi gördü gözleri sadece. İçindeki sıkıntı, sabaha kadar uyutmadı Hilmi’yi.

Sabah henüz alaca serinlikte kalktı. Yüzünü yıkadı. Sarısı yeşerene kadar kaynattığı taş gibi bir yumurta, bir parça lor, yarım domates yedi. Ara ara gündelik işler için çıkması gerektiği evinden, o gün de tavuklarına yem almak için çıkacaktı. Sıkıntılıydı, her seferki gibi kimseye rastlamamayı umsa da, köy yerinde bunun imkânı olmadığını biliyordu. Kimse evinde oturmaz, herkes tozlu, kirli yollarda ya çalışır, ya yürür, ya da boş boş otururdu. Evde olan tek tük ihtiyar da yoldan biri geçtiğini anlayınca perdesini açıp bakardı. Besmelesini çekip ince, sapsarı bir çizgi gibi uzanıp kıvrılan yolu tuttu. Mağaraları, yıkıntı kiliseleri geçti. Herkesin aksine, kara, yamuk birer çukur gibi duran mağaralar onu korkutmaz, huzur verirdi.

Köye yaklaştıkça mağaralar, böğürtlen dikenlikleri, çalılar yerini sürülmüş kızıl toprakların üzerindeki oyuncak gibi görünen traktörlere bıraktı. İki büklüm topraklarında çalışan kadınlara, birbirini dövüp küfür eden çocuklara dönüp bakmadı. Gözünü ayakkabılarının biraz ucundan, engebeli yoldan ayırmıyordu. Karnı sırtında, kemikleri sayılan çoban köpekleri, nadir de görse unutmadıkları Hilmi’ye ürkekçe kuyruk salladılarsa da karşılık bulamamanın hayal kırıklığıyla ağaç gölgelerine geri döndüler. Hilmi hızla, etrafına bakınmadan, dâhil olmaktan çekinir gibi, başı önde geçip gitti hayatın yanından.

Tavuklarına yemi alana dek, sıkıntıdan mı, sıcaktan mı bilinmez, kan ter içinde kalmıştı. Cırcır böceği sesine, ağaç hışırtısına alışkın kulakları, köyün gürültüsünden rahatsız oluyordu. Traktör, pat pat sesleri, çocuk çığlıkları, kahvehaneden gelen uğultular kafasında ötüyor, onu yabani bir hayvan gibi rahatsız ediyordu. Kimseye selam vermedi ama kendisine verilen selamları, burnuna dek çektiği kasketini kaldırmadan, utangaç, ürkek bir çocuk gibi belli belirsiz aldı.

“Hilmi!” 

“Muhtarım,” dedi Hilmi. “Merhabayın.” 


“Merhaba Hilmi, nasılsın,” dedi muhtar. Kasketlerini çıkardılar. El sıkışıp kafa tokuşturdular. İkisinin de terlemiş kafasındaki seyrelmiş saçları, aynı yöne yatmış, kirli bir yağlılıkla parlıyordu.

“Sağ ol muhtar,” dedi Hilmi. Bir müddet konuşmadılar. Kısa süreli sessizliği, çocuğuna küfürler eden bir anne doldurdu. Küfürden az sonra gelen bağırtılı ağlama sesinden, çocuğun dayak yediği anlaşılıyordu.

“Bu yaz senin orasını araştırmaya geliyorlar üniversiteden Hilmi. Proje büyük. Belki ileride köy turizme bile açılır.”

“Biliyorum muhtar, tanıştım hocayla dün. Mağaraları dolaşıp ayaktan bana uğradı.”

“İyi olmuş iyi, biz de konuştuk da…” dedi. Kasketin tersiyle alnındaki teri sildi. “Gelsene bir çay içelim, harareti alır. Güneşin alnında konuşuyoruz.”

“Hiç vaktim yok muhtar, bir dahaki sefere içelim, acelem var,” deyince, yine sessizlik oldu.

“Senin evin oralarda da yapılar var diyorlar,” dedi muhtar. Gülümsedi. “Valla şanslı adamsın, senin evin altına uzarsa proje, devlet senin evi alır, sana köye girmeden evvel anayoldaki Toki’den pırıl pırıl bir daire verir. Çok rahat edersin Hilmi.”

Hilmi’nin güneşten dalga dalga kararmış, kırışık, yağlı yüzü bir anda beyazladı. Köyün meydanında varlığının farkına varılmayan, ihtiyar bir kavak ağacı olmayı diledi o an. Koşuşan çocuklar, pazarcı kadınlar, kahvede onları izleyen kafalar; tüm bu hareketliliğin içinde durağan, uyumsuz tek şeyin kendisi olduğunu hissetti. Köy meydanının ortasında duran, akışı engelleyen uyumsuz, koca bir kaya gibi. Gömleğinin kararmış yeniyle yüzünü sildi. Suratı çamurlu, yağlı bir tabakayla alaca bulaca olmuştu. Kasketini takıp burnuna dek indirdi.

“Haydi, selametle muhtar,” dedi. Kaçar gibi hızla, bir şeylerden ürkmüş gibi kambur, yürüyüp gitti. Muhtar, bu garip adamın ardından bakakaldı. Kahveye, kendisine dönük kafalara doğru yürüdü. Asmanın altında demli çayla tütün içerken, Hilmi’yle olan bu kadarcık diyalogdan, akşamı edecek dedikodu çıkaracağı kahvehaneye doğru yürüdü.

Eve dönüş yolu, ilk defa büyük sıkıntı verdi Hilmi’ye. Üst üste sigara yaktı yürürken, hepsini yarıya gelmeden attı. Kalbi kulaklarında atıyor, midesi bulanıyor, kafası uğulduyordu. Korktuğu başına gelmişti. Bunca yıldır tek başınaydı ama ilk defa yalnız hissediyordu.

Tavukları besleyip kendine bir çay koydu. Kapısının önüne oturdu. Uçsuz bucaksız düzlüklere, ağzını açmış birer dev gibi görünen mağaralara, boğum boğum uzanmış bulutlara baktı. Dağ kekiklerinin kesif kokusu, akşam rüzgârıyla beraber Hilmi’nin bahçesine dek inmişti. Yorgun bir komutan gibi, tüm pangallığı dolaşmış genç çoban ve keçileri, çanların çıkardığı hüzünlü marşlarıyla ağıla dönüyorlardı. Bir Bozyörük yılanı, mağara kayacındaki ince çatlaktan ağır ağır, parlayarak içeri girdi. Akşam oluyor, her şey evine çekiliyordu. Uzun uzun etrafa, evine bakındı Hilmi. Bir sigara daha baktı. Tüm bu ıssız toprak onun eviydi. Kuru, içi boş kavağın üzerindeki boş leylek yuvasına baktı. Göç zamanıydı, leylek gitmişti. 

Hilmi henüz tanıştığı bu tehditle baş edemiyor, sahip olduğu dünya elinden alınacak sanıp hayıflanıyordu. 

“Başka yerde yaşayamam ki,” diye söylendi. “Bu leylek gibi göç edemem ben. Ne yapacağım Allah’ım?” 

Ertesi sabah Hilmi yine gün ağarırken, tavuklarıyla aynı vakitte uyandı. Sabah serinliğinde çıktı evden. Cumaları, Dilsiz Salih’in kasabaya süt satmaya gitme günüydü. Dilsiz öylesine bir lakap değildi, Salih çocukluğundan beri konuşamıyordu. Bu yüzden Hilmi Salih’i sever, bir tek onun yanında sıkılmazdı. 

Hilmi ayda bir Salih’in kahverengi, eski Toros’uyla şehre gider, maaşını çekip köy minibüsüyle köye geri dönerdi. Fakat köy yolu çok kötü olduğundan minibüs köye girmez; Bozmera’da inecekleri, köyün girişinde indirirdi. Bu da üç kilometrelik bir yolu yürümek anlamına geliyordu.

Hilmi maaşını çekip, bekleyeni varmış gibi alelacele döndü şehirden. Bozmera girişinde indi, yoldaki tek ağaç olan büyük dutun altında sigara yakıp, gürültüyle küfreder gibi uzaklaşan eski minibüse baktı. Cırcır böceklerinin kesintisiz senfonisi dışında tek bir ses, yiten minibüs dışında tek bir hareket yoktu. Yerden toz zerreciği kalkmıyor, yaprak kımıldıyordu. Yakınlarda ölmüş bir hayvanın keskin kokusu burnuna çalınsa da, önemsemedi. Bozmeralılar böyle sıcaklara ‘felaket sıcağı’ derlerdi. Bu sıcaklarda muhakkak kötü bir şey olacağına dair inançları yüzünden tedirgin dolaşır, sürekli kıpırdayan dudaklarıyla dualar okurlardı. Sigarasını yarıda atıp başı önde, yola koyuldu.

Hilmi sıcağa alışkındı, adımlarını bozmadan, yavaşlamadan dağları, çalılıkları, insansız çorak toprakları geçti. Yürürken düşüncelere öylesine dalmıştı ki, yanında duran aracı fark etmeyip irkildi. Toza bulanmış aracın camı açılınca, tanıdık ama onu geren yüzle bakıştı.

“Hilmi kardeş, ben de köye geliyordum. Atla,” dedi Aydın hoca.

Konuşmadan bindi arabaya Hilmi. Hem çekiniyor hem de içi sıkılıyordu. Bir şey söylemeden, etrafı izlemeye başladı. Geriye akan dağlara, çatlamış kuru tepelere, tarlalara, sanki ilk kez görüyormuş gibi bir ilgiyle bakıyordu.

“Nereden böyle,” diye sessizliği bozdu Aydın.

“Emeklimi çekmiştim,” dedi Hilmi.

“Daha köye var, neden yürüyorsun?”

“Köye girmez araçlar, girişte bırakır,” dedi Hilmi.

“Allah Allah, ee yaşlılar falan ne yapıyor?”

“İşte çoluğu çocuğu, komşusu, biri gelip alıyor arabayla,” dedi Hilmi. Yine suskunluk başlayınca, Aydın hoca radyoyu açtı. Ara ara cızırtılara boğulup giden bir türkü, ses ihtiyacını biraz olsun doldurmuştu.

“Sen hiç evlenmedin mi Hilmi,” deyip dostane bir ifadeyle gülümsedi Aydın hoca. Muhabbet açmak, arkadaş olmak ümidinde olduğu belliydi.

“Evlenmedim,” diye kestirip attı Hilmi. Aydın, bu adamın arkadaş canlısı olmadığını, ilk görüşte anlamıştı.

“Ben evlendim ama boşandım,” dedi. Sohbette bir türlü süreklilik olmuyor, uzun sessizliklerle bölünüyordu. 

“O evde, köy dışında öylece yalnız… Korkmuyor musun be Hilmi kardeş?” dedi Aydın.

“Neden korkacakmışım?” Gözlerini ilk kez yoldan ayırıp, dosdoğru arkeologa dikmişti. Kelimeleri bu kez ağzının içinde yuvarlamamış, üzerine basarak telaffuz etmişti.

“Öylesine dedim Hilmi,” dedi. Aydın da ona baktı. İyi niyetli arkadaşlık çabalarına garip tepkiler veren bu adamı anlamaya çalışıyor ama bu sene kazıda sorun yaşayacağını için için seziyordu. “Mutlusun yani oradan… Yalnızlık tercihse iyi gelebiliyor tabi ama köy yerinde insanlar böyle yaşamayı tercih etmez genelde. Birlikte yaşar, komşuluk gelişkin olur, dayanışma olur… O yüzden sordum. Sen kendini bütün köyden yalıtmışsın dağ başında.”

“Mutluyum hoca!” diye bağırdı Hilmi. “Orası bana babamdan kalan yerim. Orası benim yurdum. Bana ne insan lazım ne bir şey. Ben kimin yanında olsam öldü, gitti! Ufaklıktan beri hep yalnız oldum. Ne üzülecek biri var, ne benim üzeceğim biri var. Benim kaderim böyle. Ama yıllar sonra da devlet gelecek, kazıcılar gelecek, kendi keyifleri için, iki tane yıkık kilise bulmak için, benim elli yıllık yuvama çomak sokacak! Ama benim ne önemim var, köyün köksüzünün, bir tane garibanın ne önemi var ki? Neden lafım dinlensin ki?” Hilmi’nin her zaman küskün, isteksiz, baygın bakan gözleri büyümüş, dolu dolu olmuştu. Uzun süredir konuşmamaya alışkın sesi çatallaşmış, ağzı bükülmüş, yüzüne eğreti, yabancı bir ifade oturmuştu. Konuşurken zorlandığı belliydi. Kendisini ifade etmeye acemiydi.

“Önce sesini bir alçalt,” dedi Aydın hoca. Onun da sesi az önceki dostane tınıdan uzaklaşmıştı. “En başından beri senle ahbaplık kurmaya çabalıyorum. Hayatın kötü gittiyse bunun suçlusu ben miyim arkadaş? Çocuk gibi davranma. Ne evden çıkması? Yüz yüze bakacağız koca sene. Senle ahbap olalım istedim,” dedi. Ses tonunun artmasına paralel olarak, belki de farkında olmadan, gaza da iyiden iyiye yüklenmişti. Kavgaya yüz çeviren sohbetin ateşinden anlamasalar da; virajlı, bozuk, dar yolda savrularak gitmeye başlamışlardı.

“Vermem size evimi hoca!” diye bağırdı Hilmi. “Defolun gidin köyümüzden!”

“Lan kim istiyor senin evini, hasta mısın be adam?” deyip Hilmi’ye döndü Aydın hoca, bir anlam arar gibi Hilmi’yi süzdü. 

Söyleyeceklerini henüz tamamlamamıştı. Saniyelere denk gelen bu gözünü yoldan ayırma, sağ ön tekerleği, yarısı yenmiş olan uçuruma kaptırmasına denk geldi. Araba acı, metalik boğuk bir gürültüyle havada süzüldü. Uçurumdan aşağı taklalar atarken, bir anlık refleksle kapısını açabildi Hilmi; yuvarlandıkları uçurumun sonunun, daha önce de can almış olan Bozmera barajı olduğunu biliyordu. 

Araba baraja daldığında, açtığı kapıdan yemyeşil suya süzülüverdi Hilmi. Henüz kemerini bile çıkarmamış olan Aydın hocanın burnundan, aracın içine dolan suya kan damlaları süzülüyordu. Aydın hoca hiçbir şey yapmıyor, donuk gözleriyle öylece Hilmi’ye bakıyordu. Hilmi ne karaya yüzüyor, ne hocaya doğru bir hamle yapıyor; aracın birkaç metre uzağında hocayla bakışıyordu. Ağır ağır suya gömülen araçta; Aydın hocanın en son mezbahadaki bir hayvana benzeyen fakat tepkisiz duran gözleri kalana kadar öylece bakıştılar. Sonra birkaç baloncukla onlar da kayboldu.

Uzunca bir süre sırt üstü yattığı yerden cır cır böceklerine eşlik eden kalp atışlarını dinledi Hilmi. Kafasındaki kan kurumuştu. Yarasını kaşıdı, acı hissetmedi. Yeşil suya baktı. Aracın battığı yerde artık herhangi bir hareket, baloncuk, dalgalanma yoktu. Sinsice yutuvermişti hocayı su, ardında iz bile bırakmadan. Boşlukta dans eder gibi, ardında hoş bir yol bırakarak yüzen yılanı izledi. Toprağa serdiği sigaraların kuruduğunu görünce bir tane yaktı. Zorlanarak kalktı. Etrafına bakındı, ne kadar yolu kaldığını kestirmeye çalıştı. Hava kararmadan evine gitmek istiyordu.

Comments


bottom of page