top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: İhsan'a Dair

"Şimdi sadece yatmak istiyordu. Tüm bu yabancı suratlara, kafasında boğulup giden seslere, demir kapıya sırtını dönerek yatmak."


Esra Topaloğlu



Demir kapı sürgülendi, omzundaki el düştü. Başlar ona çevrildi. Sessizlikte bir boşluk, boşlukta bir hiçlik. Elinde tüyden hafif çanta dikildi hiçliğin ortasında. Kaşığın bardaktaki şıkırtısı çarptı sessizlik duvarına. “Allah kurtarsın yeğen” dedi ustasıyla bir yaştaki adam. Birden koroya döndü aynı dua. Köşedeki sefil yatak... Korkulu rüyaların bıraktığı ter, acının acıyla bastırıldığı kan lekeleri. Duvarda günlerin aylara, ayların yıllara ulandığı çizgi katarı. Oturdu İhsan, göğsünde bir taş ağırlığı. Gözü hala kaldırmadığı beton zeminde. Korkulu, mahcup, şaşkın... Herkese olurmuş böyle. Yanına oturan “Baba” söyledi. Bir kere daha düştü omzundaki el. Şimdi sadece yatmak istiyordu. Tüm bu yabancı suratlara, kafasında boğulup giden seslere, demir kapıya sırtını dönerek yatmak... Gözlerini diktiği duvar sinema perdesi, daldı geçmişine.


Bundan iki yıl önce kavurucu bir yaz günü baba yarısı tarafından getirilmişti berber dükkanına. Babası ölünce paylarına ancak yarısı kalmıştı. Eti de senin kemiği de diye getirildiği dükkanda pişmişti. Ustasının huylarına alışmak, burnu sürtsün diye bir iki aylığına verilen şımarık veletlerle rekabet etmek İhsan’ın sebat duvarlarını zorlayan ilk şeyler olmuştu. Başka da çaresi yoktu. Bu deveyi güdecekti. Bir diyar da yoktu gideceği.


Gözünün değdiği her şeyin adını, görevini, yerini hızla öğrenmek, ustasının elini seyretmek, dükkanı temiz tutmak, müşteriyi memnun etmek; çaya, gazeteye, yemeğe koşmak hep onun göreviydi. Akşama kadar oturmaksızın dönüp durduğu bu yirmi metre kare yerde neler görüyor, neler yaşıyordu. Yeni bir hayata başlayacak damadın heyecanını, ertesi gün teslim olacak askerin kaygısını, ilk tıraşı yapılan çocuğun babasının gözündeki gururu, saçı sakalı kördüğüm olmuş evsizin umudunu seyrediyordu aynalardan. Bunların içinde hiç unutamayacağı başka şeyler de oluyordu. Kalfalığa adım attığı o ilk sınavı mesela. Ne ter dökmüştü elindeki usturayla tıraş köpüklü balonu sıyırırken. O zamana kadar bunu tek seferde yapan bir çırak daha çıkmadı, demişti ustası. O günden sonra katlanan güvenle ustasının her şeyi olmuştu neredeyse. Faydasız dediği oğlu Oktay’ın önüne koyduğu oluyordu onu. Oktay takılmazdı babasının bu hallerine. Babası berber olan çocuğun da berber olması şart değildi ona göre. O babasının olmadığı zamanları kollar, cebinde yeni doldurttuğu Müslüm, Ferdi kasetleri, gelir otururdu dükkana. Her şeyi alaya alan haliyle parmaklarını daldırıp briyantin kutusuna saçlarını biçimden biçime sokardı. Kimi gün de “Ben maziyi unuttum/ Hatırlatma bir daha.” diye dilinden düşürmediği şarkıyla onun gerçekten aşk acısı çektiğine inanırdı İhsan ama Oktay’dı bu. Mendil gibi değişen yengelerin ne adına ne vasfına yetişebilirdi. 


Oysa o, kendini bildi bileli Sema’yı severdi. Okuldandı Sema. Bir zaman birlikte okumuşlardı. Babası hayattaydı o zamanlar. Ne yokluk dokunuyordu bu kadar ne mecburiyet. Uzaktan severdi Sema’yı. Bir köşede durup seyrederdi onu. Gülüşündeki utanmayı, kızgınlığındaki çatılmayı, konuşurken mırıl mırıl oynayan ağzını, üşüyen ellerini saklama telaşını... Hepsi hepsi yazılıdır beyninin kıvrımlarında. Sema da bilmez değildi hani onu sevdiğini. Köşede onu gördüğünde uğrun bir bakış atar, hızla kaçırırdı gözünü. Okulu bıraktığında en çok da Sema’yı göremeyeceği için kahrolmuştu ama Sema bir gün dükkanın önünden yine o kaçamak bakışıyla geçmişti. İçindeki umudu ona kendi için geçtiğini fısıldamıştı. Sonraki günlerde Sema haftanın bir iki günü okul çıkışı geçer olmuştu dükkanın önünden. İhsan için ömrünü günlere, saatlere bölseler bir ibadet gibi beklediği o, on saniye ömrünün kalanına bedeldi. Okul dağılmadan her işini toplar, duaya başlardı bir müşteri gelmesin diye. Kapının kenarına tüner, gözünü yola dikerdi. İleriden köşeyi döndü mü Sema İhsan’ın kalbi emrinden çıkıp gömleğinin üstünde atmaya başlardı. O, Oktay ve arkadaşlarının aralarında bir keyifle konuşup kendinin bir köşede kızardığı şeylerin hiçbirinde Sema’yla kendini düşünemezdi. Sema yakışmazdı onların hiçbirine. İhsan’a göre Sema’nın yanında yürümek, onunla bir yerde çay içmek başına gelebilecek en güzel şeydi. Günler bunların tesellisiyle katlanır hale gelirdi.


Arada tat kaçıran, huzur bozan müşteriler de olmuyor değildi. Ağzı bozuğu, hırsızı, veresiye teklif edeni, bahisçisi... Dursun Usta bunları bir bakışıyla anlardı. Dükkanın bereketine sebep olacaklar diye almazdı dükkana. Bir de hiç anlaşılmayanı vardı. İhsan’ı içten içe huzursuz eden o kalın enseli, sık saçlı, küt parmaklı adam gibi. Neredeyse her hafta gelirdi. Adı Yakup’tu. Giydiği bembeyaz gömleğinin düğmelerini zorlayan kocaman karnıyla kurulurdu o koltuğa. Çok konuşmazdı ama aynaya diktiği kuzguni bakışları ile İhsan’ı seyreder, Dursun Usta’nın fark etmediği bir anda çarpık bir gülüşle manalı manalı gülümserdi İhsan’a. İhsan müşteri memnuniyeti diye hafiften gülümser, başını işine çevirirdi. Ustası öğrenmişti artık “beyim“ diye hitap ettiği bu adamın her hafta ensesi alınır, saçı yıkanır, sakalı ve bıyığı düzeltilirdi. Adam birkaç hafta sonra İhsan’ın yapmasını istedi tüm bunları. İhsan’ın içini bir huzursuzluk sardı. İşinde ehilleşen parmakları tutuluyor, titriyor gibi oluyordu o, aynadan İhsan’ı seyrederken. Adam, İhsan’ın yüzüne eğilen yüzü; suratına, saçlarına değen elleri karşısında gözlerini kapatıyor, ağzının kenarına yapışan çarpık gülüşü derinleşiyordu. Adam gidene kadar kaskatı kesilen İhsan, bir daha bu adamın tıraşını yapmak istemediğine, bunu ustasına nasıl söyleyeceğine dair kıvranıyordu.

 

O hafta da gelip kuruldu koltuğa. İhsan temizliği bahane edip almadı adamı. Adamın kaşları çatıldı. Oturduğu koltuğa iyice yerleşmek ister gibi kıpırdandı. Önüne bağlanan havluyla başını yasladı geriye. Dursun Usta başladı tıraşa. Konuşmak istemeyen müşteriyi de anlardı, muhabbet açmazdı. Sessizliğin büyüttüğü bu küçük dükkanda makasın bir çabuk şakırtısıyla vantilatörün vınlayan sesi yayılıyordu. Tıraş bitti. Ustası seslendi: “Oğlum İhsan, bırak onu, gel. Yakup Bey’in ensesini temizle, oradan yıkamaya al. Vakit geçiyor. Ben namaza durayım.” İhsan elinde süpürge sarardı. Başı yaslanmış adamın yüzüne yayılan çarpık gülüşü gördü o an. Elini yıkadı. Adamın soluna geçti. Kutuya daldırdığı pudranın zerreleri dağıldı gün ışığının vurduğu havada. Adamın ensesinde gezdi yumuşakça. Zaman donmuş gibiydi, akmıyordu. Boynundaki havluyu çözmek için yaklaşan İhsan adamın o iri, küt parmaklarıyla kendine dokunduğunu hissetti. İçinden büyük bir elektrik akımı geçip beynine ulaştı adeta. Tezgahın ucunda parlayan makastı o an İhsan’ın görüp adamın göremediği. Yüzüne esrime yayılan adam o cüretle daha güçlü dokunduğu anda İhsan makası sapladı adamın karnına. İçten kopan bir ıhh! Yayılan kızıl sıcaklık...

“Esselamü aleyküm ve rahmetullah” sedası ile İhsan’ın gevşeyip çözülen parmaklarından düşen makasın şakırtısı doldurdu sessizliği.

bottom of page