Öykü: İncileri İpe Dizilen
"Sanki o ip parçasını oradan kaldırırsam, hayatımdaki her şeyi düzeltmeye başlayacağım gibi; yarım kalan, iyileştirilmeyi bekleyen her şeye can havliyle atılacak ve deliler gibi, nefes nefese kalıp iyice yorulana kadar da asla oturamayacakmışım gibi hissediyorum. O ip parçasının oradan kaldırılması benim sonum olacak. Bunu istemiyorum."
Seda Nida Demir
Baktıkça gözüme daha farklı şekillerde sirayet ediyor; büyüyor, küçülüyor, ışığa göre renk değiştiriyor… Halbuki bildiğin üç serçe parmağı uzunluğunda, siyah bir ip parçası. Öyle, iliştirivermiş kendini halının kenarına. Kim bilir nereden düştü de gelip kondu oraya.
“Sana diyorum Neva, duydun mu?”
“Duydum amca.”
“İyi öyleyse. Ne öyle dalgın dalgın yere bakıyorsun?”
“Hiç.”
Gözlerini benim diktiğim noktaya dikiyor, neye baktığımı görmek istiyor. Bir müddet sonra, o ip parçasına bakmadığımı zannedip, kendi fark etmiş gibi dikkatin odağını oraya çekiyor:
“Kim bilir kaç zamandır orada duruyor, kimsenin kaldırdığı yok! Kaldırsanıza kızım şunu şuradan artık! Mis gibi halının üzerinde ölü solucan gibi duruyor.”
Sen kaldırsaydın ya o zaman diyecek gibi oluyor, yutuyorum. Bilerek kaldırmıyorum onu; sanki kaldırırsam bir şeyler değişecek, rutin bozulacak, sükûnet yerini gürültüye bırakacakmış gibi saçma bir his peyda oluyor. Sanki o ip parçasını oradan kaldırırsam, hayatımdaki her şeyi düzeltmeye başlayacağım gibi; yarım kalan, iyileştirilmeyi bekleyen her şeye can havliyle atılacak ve deliler gibi, nefes nefese kalıp iyice yorulana kadar da asla oturamayacakmışım gibi hissediyorum. O ip parçasının oradan kaldırılması benim sonum olacak. Bunu istemiyorum.
“Tamam amca, alırım onu oradan ben. Sen ne diyordun? Ne olmuş sonra Pervin Teyzeye?”
“İşte canım tansiyonunu ölçmüşler, bir şey çıkmamış. Aman o da! Hastalık hastası işte. Ne zaman bir yeri ağrıyacak gibi olur, hemen doktor Rıdvan’ı koşturur yanına. Adam eve gide gele helak oldu vallahi; istifasını istese veyahut semt değiştirse şaşırmam!”
Göbeğini tuta tuta gülüyor amcam. İyi, keyfi yerine geldi; o ip parçasına kafayı takamaz artık. Ben de mütebessim, huzurlu ve usul bir nefes bırakabiliyorum böylelikle.
“Sema! Nerede kaldı kızım beş çayı?”
“Geliyor efendim.”
Sema, telaşeli bir şekilde hazırlığını hızlandırıyor. Bu saatleri seviyorum; güneş, en cömert renkleriyle duvarları boyuyor, kuşlar söyleşe söyleşe sürü halinde geziniyor, zeytin ağaçları…
“Neva, dediklerimi iyi anladın değil mi kızım?”
Bu adam hem huzurumu hem de sinirlerimi bozuyor. Tuval üzerinde bitmek üzere olan güzel bir resmin üzerine yanlışlıkla sıçramış tezat bir renk gibi, rahatsız edici. Ne güzel dalmıştım oysa, huzurluydum. Cevap vermezsem, bıkmadan yineleyecek aynı şeyi, onu da biliyorum. Ama zamanı mıydı şimdi? Bu akşamüstleri kısacık olur; bu kısacık, zengin fakat dar zamanı, benim izdivacım bahsiyle konuşarak mı geçirelim yani? Peki öyleyse, kısmet yarın akşamüstüne artık…
“Anladım amcacığım, işittim hepsini. Siz Ethem Bey ile teferruatı konuşmuşsunuz zaten, bana da uymak düşüyor. Ne lazım geliyorsa, siz iyisini bilirsiniz.”
“Aferin, aferin. Sema, şu ip parçasını da kaldırıver şuradan. Böyle mi temizliğiniz sizin?”
“Kusura bakmayın efendim, herhalde paltoların birinden düştü dün gece. Hemen kaldırıyorum.”
“Dur, Sema Hanım!”
Bu hanım hanımcık hallerime alışkın iki insanın hayretiyle biraz keyifleniyor fakat renk vermiyorum. Harika bir senkron ve uyum; aynı anda şaşkın bakışlarını bana çevirip, tuhaf bir ifadeyle bakıyorlar. Akşamüstünün son renk kırıntıları da yüzlerine vurdukça gülmemek için dudaklarımı ısırıp, ciddi ve hanım halime derhal geçiş yapıyorum. Geçişim o kadar sert ki, benim bile başım dönüyor. Virajları bu kadar hızlı almak bir gün beni canımdan edecek gibi.
“Ben alırım. Sen, boşalan tabakları götür. Zahmet etme, hallederim ben.”
Kibar hareketlerle yerimden kalkıp, ipi almaya davranıyorum. Oysaki çok sabırsızım; ufacık bir çocuk gibi dolu dizgin koşmak istiyorum ama dünyamın insanları ayıplar, biliyorum. Nazik hareketlerle sonunda ipe dokunduğumda, şimşekler kafamın içinde ucuz havai fişekler gibi ardı ardına patlıyor. Bir şeyler değişecek, biliyorum. İpi alıp derhal odama gidiyorum. Kalbim, neden bilmiyorum, deliler gibi atıyor. Sanki, sevdiğimden bir mektup almışım da aile fertlerinden gizli okuyacağım gibi yakıcı bir heyecan, göğsümü ve göğümü deliyor.
İpi, kendi odamın halısının bir köşesine iliştiriyorum. Havai fişekler duruyor, sükûnet geri geliyor, ama ip, yerden aldığım hali gibi durmuyor; eğreti, bozuk. Elimle karışık kuruşuk bir şekil vermeye çalışırken, Sema odama dalıyor. Şaşkınlıktan benzinin rengi ala çalmış Neden gözüme bu kadar komik görünüyor?
“Neva Hanım?”
“Ya, görüyor musun işi? Aldım onu çöpe atayım derken yine elimden düştü, hay Allah!”
Çok yapmacık bir şaşırma ve gülme halim var; kendimden utanıyorum o anda. Sema’nın yüzüme öyle bir bakışı var ki, deli olduğuma hüküm vermiş. Sanki deli gömleği üzerine geçirilmiş bir hastaymışım gibi, elini hafifçe uzatarak ve gözlerini benden ayırmadan yanıma yaklaşıyor. Hareketleri beni tedirgin ediyor. Kendimi birden, silahını elinden atmasını emreden polis memuru ve katilin olduğu o ucuz filmlerden birinde gibi hissediyorum.
“Neva Hanım, haydi bana verin o ipi. Çöpe atayım.”
“Hayır! Ben atacağım diyorum. Bu kadar zahmetsiz bir işi bile yapamayacağımdan mı bu endişeniz?”
“Olur mu efendim, ne münasebet? Siz zahmet etmeyin diye ben…”
“Benim adıma karar alıp durmayın, rica ediyorum. Çıkın odadan!”
“Amcanız sizi soruyor ama…”
Beceriksizce bir tehdit bu; sinir bozan, sinek kadar minik bir ima. Fakat bu dört kelimelik cümle, zihnimdeki havai fişekleri yeniden ateşlemeye yetiyor. Sakin olmamı buyuran iç sesim de sallanan sandalyesine kurulmuş, keyifle bu sahneyi izliyor; bugün mesaide değil gibi.
“Size ne dedim? Odadan çıkın, dedim, değil mi? İdrakiniz için defağatle mi söylemem gerekiyor?”
“Efendim, özür dilerim. Niyetim sizi kızdırmak değildi. Amcanız gönderdi, git bak Neva’ya ipi de çöpe at, dedi. Lütfen müsaade edin atayım. Neden bu denli kıymet vakfettiniz şuncağız bir paçavraya? Merakımı af buyurun…”
“O ip parçasında benden esirgenen koca bir dünya saklı çünkü; hiçbirinizin onu yok etmesine izin vermem.”
“Anlayamadım?”
Çok minik ses öbekleriyle, tıslar gibi içimden çıkardığım bu cümleyi ben bile duymakta zorlanıyor fakat Sema’nın duymamasına seviniyorum. Kendine ait bir ipi bile olmayana güven mi olur? Onu bile kıskanır, elinden almak isterler. İşte tam da şimdi olduğu gibi! Kendimi yeniden toparlayıp aklı selim Neva’ya geçiş yapıyorum:
“Rica ediyorum çıkalım, Sema Hanım. Amcam çay bekliyor bir de bu yüzden azar işitmek istemezsiniz, değil mi? Mesele yok; attım gitti işte, içiniz rahat olsun. Haydi, buyurunuz.”
Sonunda süklüm püklüm çıkıyor odadan. Oh be! İpimle bile yalnız kalamıyorum şu dünyada!
Gecelere kadar yiyip içip, gene de doymadığınız şu evde, şu bir karıştan kısa ip parçası mı gözünüze battı? Neymiş, Pervin Teyze hastalık hastasıymış! Hiç değilse kadın kendindeki sorunların farkında. Keşke sizler de bir kafa doktoruna görünseniz! Dünyanın adaletsizliğinden, kötülüğünden dem vuruyorsunuz hepiniz. Hiçbiriniz de o kötülükteki payınızı üstlenmiyorsunuz. Ne ala! Dünyaya atıyorsunuz bütün suçu; sanki, başka bir gezegende yaşıyor gibi. Dünyaya doğmamış, dünyada ölmeyecekmiş, dünyanın insanları değilmiş gibi… ne hadsizlik!
Söylenmelerim, her kelimeden sonra bir nebze daha sesli çıkıyor ağzımdan. Derhal susturup kendimi, yüzüme her zamanki munis gülümsememi kuşanıyorum. Odaya bir de amcamın dalmasını kaldıramam; yanına gitmek üzere doğruluyorum. Sakinim, sakin olmak zorundayım. Elimde, terden sırılsıklam olmuş, avuç içimde salıverilmeyi bekleyen ip parçası. Hemen masamın üzerine bırakıp onu, salona doğru yollanıyorum. Eğer hanım hanımcıklığımı üzerime giyip de amcamla o beş çayını içmezsem, yarınki akşamüstünü de doyasıya yaşamam, biliyorum. İçimdeki o hep sakin kalmamı öğütleyen ses de sallanan sandalyesinden kalkıyor şimdi, yardımıma geliyor. Öğretilmiş tavırlarımla amcamın yanındaki yerimi alıyorum ve biraz daha Pervin Teyzenin akıbetini soruyorum. Amcam, gülerek bir şeyler anlatıyor yine, dinliyormuş gibi yapıyorum. Benim hayatıma yeniden renk getiren, heyecan gibi bir duygunun ölmediğini ve benliğimde nefes almaya devam ettiğini bana gösteren o ip parçasına takılıyor aklım; dünyanın bugün hafif ve güzel bir yer olduğuna kanaat getiriyorum. Gecenin yolunu gözlüyorum; bir an önce herkes uyumak için odalarına çekilsin de ben de minik ip parçamla aramdaki bağı güzelleştireyim, hayaller kurayım istiyorum. Bu dünyayla aramdaki pamuk ipliğine bağlı o kırılgan ilişkiyi, bulduğum o minik ip parçası sağlamlaştıracak diye umuyorum. Neşeyle amcama dönüyorum, o da bana ilk kez içten gülümsüyor ya da ben öyle olsun zannediyorum. Mutlu etmek istiyorum çünkü mutluyum:
“Amcacığım, bir çay daha içelim mi?”
댓글