Öykü: İşçi Bayramı
"Belki bir serçe görür, ağaçta açan bir meyve dikkatini çeker, aklı kalırdı."
Emine Aysun Korkmaz
Acıkmıştı,
Sigortalı işçi.
Ve oturup bileklerini kesti,
Sıcak olur diye hastane yemekleri…
İçini bir titreme aldı. Homur homur çalışan dev çamaşır ve kurutma makinalarının buharı boğucu odanın ölü beyazlığının içinde sıcak bir duman gibi nefesini kesti. Gözlerini yakan beyaz duvar, beyaz floresanlar, beton zemin. Tek bir kesi yetti. Hayret. Bir an’a bakıyormuş. Bir engeli aşar gibi küçük bir sıçramayla akmaya başladı kanı. Vücudu elektrik verilmiş gibiydi, zapt etmek için sağ eliyle tuttu sol kolunu. Akan sanki başkasının kanı gibi uzak geldi. Kurban bayramlarında boğazlanan koyunlar aniden sıçrar, bağlanmış ayakları tek bir titreme sonrası kasılıp kalırdı. Zonklayan damarında, ustasının bacaklarının arasında yerde yatan, kurtulamayacağı kaderini bilen kurbanlık hayvanın solmakta olan gözlerini gördü. Hiç kurbanı kestiren tarafta olmamıştı ki, o zamanlarda da “kesilenin” tarafındaydı. “Bismillah Allahu Ekber” diye işe girişen kasabın yamağı olarak bir dizini koyunun boştaki bacağına bastırır, elleriyle diğer üçayağı sımsıkı tutardı. Baba yerine koyduğu adamın maharetli ellerinde solan her göz donup kalana kadar ona mıhlanmışca bakar yine şimdi olduğu gibi zangır zangır titrerdi. İbrahim Peygamber’i düşünürdü ustasına bakarken, derisi yüzülense kendi olurdu her seferinde.
“Açlıktan mı sayıklıyorum?” Emin olamadı. “Sana da sitemim var Allah’ım…” Ahirette kurtuluşa sığınmak artık karnını doyurmuyordu.
Kurbanın kanının zerresi sıçramazdı ustasının gömlek koluna, kendisi de çok temiz halletmişti bu işi, “iyi öğrenmişim.” Çamaşırhanenin yerleri rengine kavuşmuştu artık. Beş yılını verdiği hastanede en çok orada zaman geçirmişti.
“Halı kaplı bir odayı seçseydim, bir izim kalırdı.”
Makinaların cam kapaklarında gördüğü dönmekte olan nevresimler, havlular değil, kendi gibi geçmişti o beş yıl. Makinanın içindeki kendine baktı bu kez, tüm vücudu cenin gibi iki büklüm fır fır dönüyor ama gözleri aynı o koyunlar gibi sabit bakıyordu. Yardım bile dilenemeyen, “biliyordum” diyen gözler. Silkindi. Bunu da açlığa yordu. Karın gurultularına kafa yormayı da bir süredir bırakmıştı. Teslim olmak gibisi yoktu. Açlık grevindekilerin canı yok muydu? Yoktu!
“Sildirirsiniz yerleri artık Ömer Bey. Size iş mi çıkardım? Pardon. Rahatsızlık vermek istemezdim. Basından mı çekiniyorsunuz? Soruşturma açtırmaz büyük büyük tanıdıklarınız zaten. Cinnet getirdi dersiniz. Yoksa mazeret bile mi uydurmazsınız? Bakmaya da gelmez misiniz? Yoğunsunuz tabi. İmzalanacak raporlar, kallavi restoranlarda iş yemekleri, çıkışta bahşiş bekleyen vale, VIP hastanenizin envai çeşit derdi, tasası…”
…Gelinen aşamada, gerek ahlak ve iyi niyet kuralları gerekse de müvekkil şirketin işyeri düzeni, kurumsal kimliği ile bağdaşmayan ve… diye devam eden iş akdinin feshedildiğini bildiren yazıyı alalı iki ay geçmeden, ev sahibi tarafından da kapı dışarı edilmişti. Ne tesadüf ki o gün işçi bayramıydı, hay Allah, ne şans. O da kendi bayramını eski -gerçi yenisi olanın eskisi olurdu- işyerinde kutlamayı uygun bulmuştu. Tazminat mı? Ne safsınız!
“Hep çok sevmişsinizdir böyle büyük lafları Ömer Bey. İspiyoncularınız az söylemişler, ahlaksızın Allah’ıyım ben. Niye durup dururken sataşırlar ki diye kafa bile yordum. Haklılar dedikleri gibi orospu çocuğuyum. “
Derinden nefes almaya çalıştı. Duvarlara baktı bir an. Yirmi üç yaşına basamadan, bir kızı öpmeden, öpmek ne kelime daha elini tutamadan bitecekti her şey. Doğdu doğalı karnı doymadığı için erken pes ettiğini düşünmüyordu. Nasıl geldiysen, öyle gidersin hesabı. “Civan oğlum, sürmeli gözlüm” diyen annesine iyice yakınlaşmıştı.
Biz kırıldık daha da kırılırız.
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü.*
Kafasını salladı, hazmedemiyordu. Kardeşin kardeşe vurduğu hançer, iki ciğer arasında bağlantı kurmuyordu. Hasan’a sunulmuş ağu, Ali’yi değil, hep kalleşleri diriltiyordu. O ağu ki hep ağzı kokanları buluyordu. Cemal Süreya’ya da sitem etti.
“Alın sizin olsun yalakalığınız priminiz iftiralarınız hepsi sizin olsun defolup gidiyorum işte.”
Üzerinden yavaşça sıyrılıp ayrılan hayata bile borçluydu. Solan benzi katlanmış halde istiflenen nevresimlerden daha az beyaz değildi. Çarşafların birindeki leke dikkatini çekti. Belki hastanın biri yemek dökmüştü. Yağlı leke çıkmamıştı. Belki o da bir kan lekesiydi, kim bilir. “İyi yıkanmamış.” Hala, o anda bile, bir salise kadar bile olsa, içinden geçene şaştı.
Odada ayna olmadığına sevindi. Pencereye arkasını dönmekle iyi etmişti. Belki bir serçe görür, ağaçta açan bir meyve dikkatini çeker, aklı kalırdı. Baharın mayıs esintisi yazı çağırırken, hava güzel diye insanlar koşuya, spora, çocuklar parklara çıkarken, küstah bir hayal gelip içine oturur, imrendirirdi belki sonra. Mayısın biri olmuş, dağların doruklarından yepyeni doğan güneşle mutlu bir hayat filizlenmemişti. Bu hep böyle gitmiş, sömürü devam etmişti, şarkıya da sitem etti.
“Denizde olsam kanımın kokusuna balıklar sarmıştı dört yanımı. Kimseye yaranamadım… Bir boka da yaramadım… İşyeri düzenini ihlal mi etmişim… Hem de üç kez ha… Balgam tükürür gibi attınız beni!”
-Benim ben, Ali! Temizlik kayıt formlarında hep imzası olan hani, ek nöbetlere kalan. Duydunuz mu?
Cılız sesi odanın homurtusunda kayboldu. Ama kendi sesini duymak istemişti.
…Özellikle belirtmek gerekir ki; işbu davranışlarınız İş Kanunu, müvekkil ile akdedilen iş sözleşmeniz ve tüm mevzuata aykırı olmakla birlikte işyeri düzeni ve disiplinini olumsuz etkileyeceğinden… Hastane hedefleri, prosedürler, hiyerarşik düzen yeni kürek mahkûmluğu olalı beri, Ali, ha hayret sarılmıştı küreklere. Kriz zamanlarında ise kural belliydi elbette, her kayıktan ilk önce fazlalıklar atılırdı.
“Allah’ım işçi bayramında kurban ediyorum kendimi sana kabul edecek misin? Self servis hizmet. Benim peygamberim yok başımda. Boğazımı kesecek bir İbrahim’im yok. Aaa yanlış pardon, ben de peygamber çok aksine! Sayayım mı? Patron, ev sahibi, vergi memuru, şef, bankalar… Haşa hiçbirine imanda kusur etmedim! Benim peygamberler sana bile kafa tutar Allah’ım. İlk günah yasak meyveyi yemek derler ya yalan!”
Comments