Öykü: İskandinav Yazı
"Kavun götlü olsalar bile, yabancılara güven olmaz sonuçta. İstatistiklere ve anketlere de güvenilmez."
Özlem Durmuş
İskandinav yazının o dümdüz, uzun gündüzlerinden biriydi. Christianshavn’daki bu küçük daireye yeni taşınmıştım. Pencerenin önünde durmuş, Wilders Köprüsü'nü izliyordum. Amerika’da, öğrencilik yıllarımda, şöyle dediklerini hatırlıyorum: “Bir terziyle cerrah arasında ne fark vardır? Sadece bir kuşak.” Dedem terziydi. Bense cerrah olamadım. On sekizinci tercihimi zar zor tutturup mühendis oldum. Ve dedemin, bir kumaş fabrikasına işçi yazılıp Almanya’ya gitmesinden sadece elli yıl sonra, ondan biraz daha kuzeye, Danimarka’ya geldim. Küçücük dairemin penceresinden, kanalda kürek sörfü yapanları izliyordum ve gelecekteki torunumu, benden elli yıl sonra, biraz daha kuzeyde, İzlanda’da, açlıktan ölmemek için köpek balığı avlarken ya da Grönland’da, taşlı sopalı bir dünya savaşında kahramanca çarpışırken hayal edebiliyordum.
Uzaklara dalmış, doğmayacak torunumun talihsizliğine üzülürken kapı çaldı. Kopenhag’da ilk günümdü. Bizim oralarda olsa, komşudur derdik. Burda, olsa olsa bir yanlışlık.
“İyi akşamlar Hanımefendi. Böcek ilaçlama şirketinden geliyoruz.”
“Böcek mi? Bir yanlışlık olmasın. Benim böyle bir talebim olmadı.”
“Ev sahibiniz başvurmuş olmalı. Lars Assmus. Uzun sürmez işimiz, bir saate çıkmış oluruz, girebilir miyiz?”
Kenara çekilmiş, geçebilmeleri için adamlara yol veriyordum, telefon çaldı. Arayan Lars. “Eski kiracılarınız,” dedim, “evi boşaltmamışlar henüz.” Anlamadı… “Böcekler,” diyorum, “Lars, böcekler.” “Ahh…” dedi. Ahh ya, ah tabii. Seni sarıpipi seni. Evle ilgili yazışmalarımızda bu küçük detayı atlamıştı. “Yoksa birlikte yaşamayı mı tercih ederdiniz, bilmiyordum,” dedi. “Ben de kiracılarınızı zehirlediğinizi bilmiyordum. Burayı medeni bir ülke sanmıştım,” dedim. “Ayrıca ev, fotoğraflarda göründüğünden daha küçükmüş, sığabileceğimizi sanmıyorum.”
Bay Sarıpipi, ilgili ilgisiz, anlatıp duruyordu. Bir kulağım telefonda, daracık salonda kendine yer açmaya çalışan iki adamı izliyordum. Uzun olanın götü nefisti. Çok cepli iş pantolonunun arkasında iki minik kantalup kavunu, bir bacaktan diğerine devriliyor, dizlerinin üstüne oturduğunda, gülümseyen bir yüzün yanakları gibi topuklarına yerleşiyordu.
“Evet, evet… Yalnız artık kapatmalıyım Lars. Tahmin edersiniz ki burası fazlasıyla karışık şu an. Ben size faturayı gönderirim. Görüşmek üzere.”
Aklınca bana kakalayacaktı ilaçlama ücretini. Bu kuzeyliler de biraz saf oluyorlar. Senin o rahat İskandinav götünden uydurduğun bahaneleri yutar mıyım? Zaten bir daha açmayayım diye düşündüm telefonu, çok konuşuyor, gerekirse yazılı olarak dönerim. Telefon rehberine gittim. Bul: ‘Lars Ev Sahibi’. Değiştir: ‘Açma Sarıpipi’. Kaydettim.
“Beyler,” dedim kavun götlüyle arkadaşına, ”ne kadar işiniz kaldı?” “Az,” dediler. En az iki saat de havalandırmak lazımmış. İçerde durmasam iyi olurmuş. Ayrıca ne güzel bir günmüş. Nereliymişim bu arada? Ne iş yapıyor muşum? Ne kadar kalacakmışım? Neden onlar işlerini bitirirken ben çıkıp bu güzel havanın tadını çıkarmıyormuşum? Kışın çok arayacakmışım bu günleri. Karanlık günler için güneş depolamalıymışım. Onlar kapıyı çekip çıkarlarmış, şu formu imzalamam yeterliymiş. Filan fıstık…
İnsan hiç pasaportunu, bilgisayarını, bir aylık avans nakit parasını, kavungöt ve arkadaşının insafına bırakıp hava almaya çıkar mı? İstatistiklere bakılırsa, evet. Anketlere kalırsa, burası dünyanın en güvenli şehri. Üstelik marketler saat altıda kapanıyor. Doğrusu, evde de yiyecek bir şey yoktu.
Wilders Kanalı’nın kenarında bir aşağı, bir yukarı gezindim. Yaya yolu kısa, bir kilometre bile yok. Devam etsem, bisiklet köprüsünden karşıya geçmem gerekecekti. Çok uzaklaşmak istemiyordum. Sırt çantam, ağzına kadar doluydu. Marketten aldığım öteberiyle bilgisayarın ağırlığı omuzlarımı acıtmaya başlamıştı bile. Elbette, evden çıkarken pasaportumu ve nakit parayı da yanıma aldım. Kavun götlü olsalar bile, yabancılara güven olmaz sonuçta. İstatistiklere ve anketlere de güvenilmez. Başıma bir şey gelse diyelim, o anketleri dolduranlar mı verecek hesabını.
Kanalın içi, kıyısından daha kalabalıktı. Küçük parti tekneleri, saldan bozma ahşap adacıklara doluşmuş piknikçiler, yanım sıra sudan geçtiler. Yüzen kafeler, barlar geçti. Kıyıda, birlikte koşuya çıkmış dörderli beşerli iki grupla, bebek arabalarında torunlarını gezdiren pembe yanaklı ihtiyarlar geçti yanımdan. Çok parlayan, az ısıtan kuzey güneşinin ışığında renkler fazla temiz, hava fazla saydamdı.
Camları çizik, eski bir gözlüğü çıkarmış, yenisini takmış gibiydim. Yolun karşısında kalan apartmandan çıkan kavungöt ve arkadaşını bile seçebiliyordum uzaktan. İşlerini bitirmiş, malzemelerini bir araca yüklüyorlardı. Acaba daha mı çok konuşsaydım, diye düşündüm, öylesine geçiştirmese miydim sorularını. Aman ya neyse, ne acelem vardı, daha ilk günden…
Eve döndüm. Hava gerçekten de kararmıyordu. Uyuyabilmek için pencereleri kalın siyah perdelerle iyice örtmem gerekti. Ertesi gün işe gidecektim. Aslında ilk üç gün taşınma iznim vardı ama müdürüm olacak lavuk, aşırı sıkıcı biriydi ve yarın tanışmak istediğini yazan ısrarlı e-postalar gönderiyordu.
Ertesi sabah girişteki güvenliğe uğradım, beni insan kaynaklarına götürdüler. Üstünde "hoş geldin" yazan kocaman bir dosya verdiler. Sözleşmeyle beraber bir sürü form, ıvır zıvır belge imzaladım. Odam, masam ve bilgisayarım tastamam hazırdı. Ofis malzemelerinden kahve bardağına, su şişesine kadar her şeyi düşünmüşlerdi. Hepsi de şirket logolu: Green Gold Nordic. Yeşilmiş, yersen…
Şirkette ilk günüm toplantılarla geçti. Kendimi tanıta tanıta, kendimden sıkıldım. Neyse ki benim müdür dersini iyi çalışmıştı. Sürekli araya girip, okuduğum okulları, aldığım bursları, çalıştığım kurumları, yürüttüğüm projeleri saydı. Üşenmemiş özgeçmişimi ezberlemiş. Biraz da abartıyordu. Yanlışlıkla bir başkasının yerine işe başlamış olabileceğimden bile şüpheye düştüm. Herif öyle bir pazarlayıp sattı ki beni, tanımasam hemen işe alırdım.
Müdürüm İspanyol. Onun da bir müdürü var, ondan daha sıkıcı, İngiliz. Bölümde toplam altı mühendisiz. İki Alman, bir Polonyalı, bir Yunan, bir Portekizli, bir de ben. Polonyalıyı sevdim, Portekizli çok konuşuyor, bir de bağırıyor konuşurken. İnşallah çok ortak projemiz yoktur, dedim içimden. “Neresi Nordik bu şirketin,” dedim dışımdan. Güldüler. Kurucusu ve sahipleri buralıymış. Sadece iki yerel çalışan varmış. Girişteki güvenlik görevlisi ve sekreter. Onlar da genelde iki üç ay sonra istifa edermiş. İşsizlik yardımı, aldıkları maaşlara çok yakınmış. Ben olsam ben de çalışmazdım.
Akşam iş çıkışı, Islands Byrdge’de, Ankara’dan eski bir arkadaşımla buluştuk. Elif. O da benden birkaç ay önce geldi. Kıyıya demirlemiş, tekneden bozma bir kafenin güvertesine oturduk. Annesi küçük bir paket hazırlamıştı ben gelirken, onu verdim. “Sağ ol,” dedi, “zahmet oldu.” “Ne zahmeti,” dedim, “bak bu da sürpriz, özlemişsindir.” Ne gerek vardı gibisinden bir akış attı. Vakumlattırıp hediye paketine sardığım diğer kutuyu açtı.
“Yaaa Ezine peyniriii, bayılırım. Nasıl getirdin? Yasak biliyorsun uçakta.”
“Ne olacak ki, yakalasalar en fazla atarlardı paketi. Risk aldım. Biliyorsun risk almayı severim bebeğim.”
“Ben olsam, baktım atacaklar, oturur yerdim bütün kalıbı,” dedi, “bununla iyi rakı içilir.” Türk bakkallarında varmış, hatta daha ucuzmuş. “Nørrebro’ya da götüreyim seni,” dedi, “orda birkaç Türk bakkalı var, aradığın her şeyi bulursun. Çaydanlık bile var, Türk kahvesi, ne ararsan. Geçen kabak çiçeği buldum, dolma yaptım. Sana da yaparım.” “Yap valla Elif’im,” dedim, “biz Ankara’da bulamıyoruz kabak çiçeğini.”
Menüye göz gezdirip iki bira söyledik. Allahtan herkes sular seller gibi İngilizce konuşuyor. “Danca’yı naaptın,” dedim. “Kursa gidiyorum,” dedi. Pek iyi gitmiyormuş gerçi. Hem zor hem sevimsiz bir dilmiş. Sanki Almancayla İngilizceyi bir çuvala koymuşlar, duvara çarpıp dökmüşler ortalığa, ağzı burnu kırılmış kelimelerin.
“Dün markette duydum ben de. Kasa kuyruğundaydım, arkamda konuşuyorlardı. Sanki insanın kulağına çivi sokup çeviriyorlar. O güzelim kadınlar, adamlar, bir açtılar ağızlarını, sanırsın kusacaklar. Nasıl çıkıyor o güzel bedenlerden böyle çirkin sesler.”
“Evet ya. Yalnız, kadınlar, ne kadar güzeller değil mi? Upuzun, incecik... İnsan kendini kötü hissediyor bazen.”
“Öyle valla. Güzeller. Kaş, göz, ten, saç, boy pos, hepsi yerinde maşallah. Evrim sanki biraz torpil geçmiş bunlara.”
Biralarımızdan birer yudum aldık. “Yalnız,” dedim, “erkekler, hani bildiğimiz anlamda yakışıklı değil de nasıl desem… Güzeller onlar da. Hatta çoğu senden benden daha güzel, şimdi doğruya doğru. Sanki, erkeksi değil de daha kadınsı bir güzellik onlarınki de.”
“Alışık olmadığımızdandır,” dedi Elif, “sarışınlara. Biz tabi alışmışız esmer, kavruk adamlara. Kadınsı geliyor bize açık ten sarı saç. Ama tabii ben de istemem Barbi bebek gibi adam.“
“Bak,” dedim kıyıdan geçen bir kadını gösterip. “İşte şu elbiseler. Bayılıyorum. Upuzun, bol, uçuş uçuş, minik çiçekli. Hep bunlardan giyiyorlar, çok yakışıyor.” “Evet,” dedi Elif, “tam Danish Style, İskandinav modası böyle işte; sade, rahat, zarif. Ben de çok beğeniyorum. Her yerde bunlardan var. Deneyelim mi biran bittiyse?” “Deneyelim,” dedim sevinçle, “açık mıdır ki mağazalar?” “Nyhavn tarafındakiler açıktır, turistik ya orası.”
Langebro’dan geçip Strøget Caddesi'ne kadar yürüdük. Sağlı sollu, çoğu bildiğimiz markalar. Hemen sağımızda, Other Stories mağazasının önünde durdum. İsmi çok hoşuma gitti. “Bak,” dedim Elif’e, mağazanın adını gösterip, “senin tez konun. Tez ne oldu sahi? “
“Tez de yalan oldu tabii. Benle beraber hocayı da attılar.”
“Hocan nerede şimdi?”
“O da Almanya’ya gitti, orada kalmaya uğraşıyor.”
“Dava ne oldu?”
“Sürüyor hâlâ, ortak avukat var zaten, toplu dava olmasına çalışıyoruz.”
“Pasaportun peki?”
“O da dava sonucuna bağlı. Bakalım. Bekliyoruz.”
Mağazada denediğimiz elbiseler üstümüze hiç olmadı. Öyle uzun ve bol geldi ki içlerinde kaybolduk ikimiz de. Sadece boydan olsa gene iyi, kolları parmak uçlarımıza kadar geldi. Onlarda öylesine güzel, zarif görünen şehirli, modern kadın elbiseleri bizde köylü fistanı gibi durdu, besleme kızlara döndük. “Çıkar çıkar,” dedi Elif, “bizim hikâyemizi daha yazmamış bunlar. Other Stories demişler bir de markaya. Sizin anlatacağınız hikâye anca bu kadar oluyor işte…”
Sonraki birkaç günün ve ertesi haftanın nasıl geçtiğini hiç anlatmayayım. Zaten ben de pek anlamadım. İşe git, eve dön, ört perdeleri, aç perdeleri. Bu ve buna benzer birtakım şeyler oldu.
İkinci haftanın sonuna doğru müdürüm olacak dangalakla ilk kavgamızı ettik. Belliydi baştan. Daha ilk günden gözlerinin içine dik dik bakıp “Seni hiç sevmedim Daniel,” demiştim. Tabii içimden. O da beni sevmedi belli. Uğraşıp durdu, bir rahat vermedi. Ya ofis telefonumdan aradı ya da şirket içi mesaj programından darladı. En çok sinirimi bozan da sessizce odama damlayıp arkamda dikilmesi. Odada sırtım kapıya dönük, kapının da olduğu, koridora bakan duvar da camdan. Bir keresinde sırtımı bir döndüm, koridorda durmuş camın arkasından beni izliyor. Hayırdır anlamında ellerimi iki yana açtım. Kafasını içeri uzatıp “Buradan geçiyordum da nasıl gidiyor, alışabildin mi, bir ihtiyacın var mı?” dedi. Yok allahın cezası herif, yok. Tıktın beni bu akvaryuma. Bir huzur ver de çalışayım. Boğuluyordum. “Yok bir ihtiyacım, teşekkürler, alışıyorum,” dedim.
“Şu iki hafta önce verdiğin liste, yarına yetişmesi gereken, bitirmek üzereyim.”
“Aslında yarına yetişmesi gerekmiyor. Hepsini tamamlamanı beklemiyordum.”
“Ne, nasıl yani? Ama özellikle yarına yetişmesi gerekiyor demiştin!”
“Dediğim gibi. Hepsini bitirmeni beklemiyordum. Seni denemek istemiştim.”
“Anlamadım pardon? Neyi denemek istedin tam olarak? Oyun mu oynuyoruz burda?”
“Böyle hissetmeni anlıyorum. Bunun için üzgünüm. Sadece seni denemek istedim.”
“Nasıl yani Daniel! İki haftadır gece gündüz bu liste üstünde çalışıyorum. Eve iş götürdüm, hafta sonlarımı buna harcadım. Gerçek bir iş olmadığını mı söylüyorsun şimdi? Boşuna mı çalıştım onca zaman?”
“Böyle olumsuz düşünme lütfen. Biz bu şirkette her zaman olumlu düşünürüz. Hem mesai saatleri dışında çalışman gerekmiyor. Çalışanlarımızın iş yaşam dengesini korumak önceliğimiz. Bunlar bizim temel değerlerimiz. Şirketimizin temel değerlerini, hoş geldin dosyanda bulabilirsin. Gitmeliyim, Martin bekliyor, toplantımız var da. Bu konuyu daha detaylı konuşmak istersen e-takvimime bir toplantı isteği gönderebilirsin.”
Hâlâ inanamıyordum. Beni deniyormuş hayvan herif. Oyuncak mıyım ben! Hayvan oğlu hayvan seni!
Paldır küldür Martin’in odasına daldım. O da Daniel’in müdürü, toplantıdaydılar. Sıçarım sizin toplantınıza. “Bu yaptığınıza inanamıyorum,” dedim. “Neyim ben? Oyuncak mı?” Martin pek şaşırmış görünmüyordu:
“Elbette değilsin, otur lütfen. Biri sakince anlatabilir mi ne olduğunu.”
Gözümü Daniel’den ayırmadan Martin’e anlattım olanları. Benim göt müdür, kenarda sessizce oturmuş, bitirmemi bekliyordu. “Anlıyorum,” dedi Martin. “Böyle hissettiğin için gerçekten üzgünüm. Şirketimiz için çok değerlisin. Daha olumlu bir bakış açısı geliştirebileceğine bütün samimiyetimle inanıyorum.” Önce derin bir soluk alıp verdim. Sonra sakince dedim ki: “Sorabilir miyim acaba Martin, tam olarak ne anlıyorsun?” O da bir soluk alıp verdi. “Bak,” dedi, “her şeyden önce unutmamalıyız ki henüz alışma sürecindesin ve başlangıçta zorlanman çok normal. Seni çok iyi anlıyorum. Ben de İngiltere’den geldim. Neler yaşadığını çok iyi biliyorum. Hepimiz yaşadık bunları.” Benim dümbelek müdür de kenardan onaylar anlamda başını sallıyor, “Birbirimizi en iyi biz anlarız,” gibisinden bir şeyler geveliyordu. Anlaşıldı, bunlar ciddi ciddi benimle dalga geçiyorlar. “Ama,” dedim, “bu mantıkla düşünürsek, şu sokağın köşesindeki dönerci, beni sizden daha iyi anlayacaktır.” Güldüler. Her şeye de gülüyorlar. Ben de güldüm. Tam çıkacakken arkamı dönüp sordum:
“Hamlet’i okumuş muydun Martin? “
“Okumuştum galiba. Ama çok oldu, lisedeydim. Neden?”
“Hiç. Gerçekten de çürümüş bir şey var bu Danimarka Krallığında”
O günün üstünden neredeyse iki ay geçti. Bir daha eve hiç iş götürmedim. Hafta sonu da çalışmadım. Hafta içi çalıştığım da söylenemez doğrusu. Elimin tersiyle yapıyorum verilen işleri. Sırf yapmış olmak için. Projeleri son güne kadar bekletip yalapşap teslim ediyorum. Daniel, öve öve bitiremiyor yazdığım raporları. Gerçekten beğeniyor olamaz o dandik işleri. Yine ne deniyor acaba üstümde.
Artık metroyla gidiyorum evden işe. Haftalardır bisikletime elimi bile sürmedim. Bir heves, almıştım geldiğimde, avluda kilidinde paslanıyor öylece. Yağmurda içeri bile almıyorum. Yağmurlar başladı yavaştan, rüzgâr yüzümü ısırıyor. Önümde upuzun bir İskandinav kışı uzanıyor. Sabahları kalın perdeleri açmıyorum uyanınca, akşam tekrar kapanacak nasılsa. Gerçi o hayırsız, kendini bile ısıtmayan İskandinav güneşinin, parıltılı ve uzun günlerinden de eser kalmadı. Ne de lüzumsuzca aydınlattığı gecelerden. Gün gün soluyor renkler. Artık hiç örtmesem de olur perdeleri.
Danca kursunu bıraktım, şirket ödüyor diye başlamıştım zaten. Verdiğim emeğe değmeyecek. Hem gerek de duymuyorum. Birkaç cümle öğrendim: “Merhaba”, “İyi günler”, “Fiş istemem, teşekkürler.” Bunlar yetiyor. Herkes İngilizce biliyor nasılsa. Zaten market dışında bir yere çıktığım yok. Kaç kere çağırdı Elif, ona da gidemedim. Ne içimden bir şey yapmak geliyor bu aralar, ne de buna gücüm var.
İlk zamanlar yemek yapıyordum, şimdi onu da bıraktım. Marketten hazır yemek alıp ısıtıyorum, ya da pizza söylüyorum. Şehirdeki pizzacıların yarısı bizim oralardan, kalanlar da Romanya, Bosna Hersek filan. İtalyan bayraklı kutularda getiriyorlar pizzaları.
Hamur işlerine fena dadandım. Kruvasanlar, çörekler, pastalar… Gelirken getirdiğim kıyafetler sıkmaya başladı. Spora başlamam lazım. Markette bir sürü obez görüyorum bugünlerde. Artık eskisi kadar da güzel gelmiyor insanlar.
Şirketin sosyal etkinlikleri oluyor sık sık. Partiler, kutlama yemekleri, piknikler, oyunlar, zırt aktivitesi, pırt aktivitesi. Geçen gün Martin çağırdı odasına. “Gönüllü etkinliklere pek katılmıyorsun,” dedi. “Gönülsüzüm ki katılmıyorum,” dedim, “zorunlu yap katılayım.”
Telefonum cevapsız çağrılarla dolu. Çoğu da ev sahibim. ‘Açma Sarıpipi’ on iki cevapsız arama. Faturayı soracak biliyorum. İlaçlama şirketinin. İlk gün, gönderirim demiştim telefonda. Kaybettim zaten faturayı. Nereye koyduysam bulamıyorum.
Annemlere de dönemedim kaç gündür, merak etmişlerdir. Bari onları arayayım diyorum. Evet merak etmiş annem, bir sürü de mesaj atmış, hiçbirini görmemişim. “Çok şanslısın,” diyor annem, “kıymetini bil. Herkes yurtdışına gitmek istiyor. Ülkenin durumu malum.” “Babam naapıyor,” diyorum, “versene onla da konuşayım.”
“İyidir baba, aynı işte, bir yaramazlık yok.”
“İş nasıl gidiyor, memnun musun? Türkiye’deki gibi çok ezmiyorlar değil mi?”
“Eh işte… Aynısının laciverdi.”
“Başlarım işlerine de ülkelerine de! Dön gel kızım, hiç imtina etme. Bir uçağa bakar, atla gel. Oraya mecbur değilsin. Burada dönebileceğin bir ülken var, biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum,” diyorum. Neyi biliyorum acaba? Hiçbir şey bildiğim yok benim. Gözlerim doluyor. Ağlamalı mıyım? İstatistiklere bakılırsa, hayır. Anketlere kalırsa, burası dünyanın en mutlu şehri. Allah belasını versin o anketleri dolduranların. Ağlıyorum.
Comments