top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: İşlenmemiş Bir Cinayet

"Çiçeksiz bahçe duvarlarının dibindeki kuru ağaçların yaslandığı, bütün göğü kaplayan telleriyle sanki kasabadaki her şeyi birbirine bağlayan, dünya durdukça da orda öyle kıpırtısız durmaya devam edecekmiş gibi dikilen beton elektrik direklerini. Sonra onu görüyor."

Bengi Özboyacı


Ellerini sabunla iyice köpürterek yıkadı, suyunu lavaboya sıvazladıktan sonra yeni çıkardığı mutfak havlusuna kuruladı. İkinci çekmeceden leke tutmaz pembe çiçekli önlüğünü aldı, boynundan geçirdi, ipini ardında sıkıca bağladı. Gene ittire kaktıra zor kapadı çekmeceyi. Alüminyum tepsinin içinde duran budu kesme tahtasının üzerine koydu. Gözünden uyku akıyordu. Televizyonlar, bar bar bağırıyor kestiğiniz hayvanın etini hemen yemeyin, mutlaka buzdolabında beş altı saat dinlendirin diye; ama, cık, babam dinlemez ki! İlla eskisi gibi olacak, babaannemin zamanındaki gibi, hayvanı kes, kavurmayı pişir, on bir’de sofrada olunacak. “Adet böyle, kızım!”. Halbuki az beklese et de yumuşarmış, kesmesi daha kolay olurmuş. Yok, hiçbir şey benim istediğim gibi olmasın zaten!


Abisinin dünden bileylediği bıçağı aldı. Elini etin üzerine koydu, hala ılık; ılık bir şey aktı sanki onun da içinden o an. Gözü tül perdenin aralığından dışarı kaydı. Abisi köşeden hortumu tutuyor, yengesi süpürgeyle hayvanın kanlarını taştan aşağı akıtıyor. Ne kadar yıkasan da birkaç gün kan kokar etraf. Havalar da iyice ısındı. Babası, kapının önüne çektiği sandalyeden dev kanatlı bir şahin gibi olanı biteni izliyor.


Başını indirince bir an gözü karardı. Eti sıkıca kavradı, gözünü kapadı. Radyoda, Yıldız Tilbe’nin son şarkısını duydu, kalbim duraksız haykırışlarda... Bayramdan hemen sonra geliriz dedi Cemal. İçi bulanır gibi oldu. Hazırlıklar tamam zaten. Anneciğinin son nefesine kadar tek tek alıp kenara koyduğu, göz nuru işlediği çeyizlikleri, evin dip temizliği, abisi, yengesi -ev onlara kalacak nasılsa, rahat rahat-, babasının rızası, bunu her konuştuklarında kafasını hızlı hızlı sallayışı, Cemal iyi çocuk, Cemal’in annesi Gülşen Teyze, Cemal’in parmaklarını kemerine geçirip pantolonunu göbeğine çekerkenki yayık gülüşü, hepsi hazır. Bayramdan sonra caminin ilerki köşedeki Tuhafiyeci Emin’den üç numara ten rengi bir çorap almaya gitmek lazım, ayağımdaki olmaz. Kafasını kaldırıp, bahçe kapısının ötesindeki yola doğru baktı.


Kendini caminin önündeki yamuk yumuk kaldırımda yürürken görüyor şimdi; çökmüş yerlerine pis su dolmuş çamurlu asfalt yolu, yolun kenarına gelişigüzel park etmiş, artık ne renk olduğu belli olmayan, içi daima mazot kokan o döküntü arabaları, arabaların sahiplerinin oturduğu, çatıları uydu antenli, pencerelerinin kenarları uçuk eflatuna boyalı kirli beyaz evleri, turuncu evleri, pembe evleri, sıvasız evleri görüyor. Çiçeksiz bahçe duvarlarının dibindeki kuru ağaçların yaslandığı, bütün göğü kaplayan telleriyle sanki kasabadaki her şeyi birbirine bağlayan, dünya durdukça da orda öyle kıpırtısız durmaya devam edecekmiş gibi dikilen beton elektrik direklerini. Sonra onu görüyor.


Yolun köşesinden dönüveriyor bayrak kırmızısı arabasıyla o ölümden beter sessizliği yara yara. Tekerlekleri çamura battığından sinirli, yolunu kaybetmiş gibi etrafa bakınıyor; o da bir an önce çıkıp gitmek istiyor kimsenin adını bile bilmediği bu solgun kasabadan. Aynı benim gibi... Soluğum kesiliyor o an. Nefes almıyorum, kıpırdayamıyorum da; ama hayatımda ilk kez hafifliyor ayaklarım, hafifliyor yüreğim, bir kuş olup uçacağım sanki üstümüzü kaplayan bu sarı, ağır havayı delip. Görüyor beni köşede, öyle kalakalmışım, küçük bir serçe gibi. Kalbimin kanat çırpışını görüyor. Durduveriyor arabayı, iniyor, yolu geçip bana doğru yürüyor. Bakmıyor bile sağına soluna, yalnızca gözümün içine. Merhaba diyor, sadece gözlerini görüyorum, bir de dişlerini. İlyas ben. Sizin adınız ne? Sesim boğazıma dolanıyor ilkten; ama sonra dudaklarımdan ona doğru akıveriyor sanki. Meliha, diyorum. Meliha, diyor. “Meliha! Kızım, bir bardak su getir!” Gözünü kapadı, dudağını ısırdı. Tam da sırasıydı suyun! Derin bir nefes aldı. “Geliyorum, baba.”


Ellerini yıkadı. Önlüğünün eteğine kurulayıverdi. Pembe örtülü raftan aldığı bardağı sürahideki suyla doldurup dışarı koştu. Babasını beklerken gözleri, ıslak betonun ortasındaki, üstünde gökkuşağı renklerinden yağlı, ince bir tabaka oluşmuş su birikintisine daldı. “Doğruyorsun de mi kızım, Meliha, hiç ses duymuyorum mutfaktan?” Kafasını öne eğerek iki yana salladı babası. Meliha bu kafa sallayışın, “Ah, ananız olacaktı ki... ” demek olduğunu biliyor. “Yapıyorum baba, dedi ağzının içinden.” “Sevim, hadi kızım sen de, bak şuralar hep kalmış, iyi alın oraları!”


Mutfağa girdi, bardağı lavaboya koydu. Kalkar kalmaz ısladığı pirinci, bulanmış suyun içinde eliyle şöyle bir karıştırdı, su berraklaştı... İlyas... İlyas İlyas İlyas! Koşa koşa dönüyorum eve, deli gibi, caddeden, hiç girmiyorum evlerin arasına biri durdurup da lafa tutar diye. O akşamı zor ediyorum tabi. Evde çıt çıkmıyor, herkes uyumuş. Babam, abim, yengem, çocuklar yer yatağında, canlarım, melek gibi, terlemiş baksana kafaları. Alınlarından öpüyorum usulca; arabanın sesini duyunca atıyorum kendimi dışarı. İlyas bana kapıyı açıyor. Sevinçle ön koltuğa geçiyorum. İlyas bana gülümsüyor, ben de ona. Geçen seneki kadınlar kermesinden gizlice aldığım kan kırmızısı fularımı boynuma takıyorum. Nasıl çıkıyoruz bir anda o sonsuza kadar uzayan kasabadan, nasıl bitiveriyor o evler, yollar; kanat takmış sanki İlyas’ın arabası, kırmızı dev kanatlarıyla uçuyoruz bulutların arasından. O gece arabada uyuyoruz. Bir çeşmenin dibinde kuytuda. Ellerimi tutuyor, sıcacık elleri, kalbini avucumun içine bırakmış gibi. Pirinç suyundan kafasını kaldırıp gülümsedi. Çay? Ah, çayı unuttum! Salak Meliha! Aklın bir karış havada! Ah ah, yanıyormuş az kaldı. Akılsız Meliha! “Pis şişko!”


Çaydanlığın altına, deme yetecek kadar su koydu; çabuk kaynasın diye altını iyice açtı. Yine dalıp da unutmamak için bu kez ocağın başında dikildi. Ellerini ateşe doğru uzattı. Sabah bu saatlerde hava hala serin. Mavi alevin sıcağında yavaş yavaş erimeye başladı kızgınlığı. Babasının iki yıl önce normal elmadan daha bol meyve veriyormuş diye duyup da yan bahçeye diktiği bodur elmada hala bir hareket yok. Öyle, sipsivri duruyor kaditi çıkmış ergen oğlan çocuğu gibi çorağın ortasında tek başına. Burada ne büyümüş ki o büyüsün... O kocaman caddelerden geçiyoruz bir hız. Şehirde kutu gibi bir evi var İlyas’ın. Eve geliyoruz, ben hemen evi temizliyorum, buz gibi yapıyorum. İyi bir adamın yanında çalışıyor İlyas, Ali Abi. Taksicilik yapıyor, korsan ama olsun, ikimiz el ele verip çok çalışır, bir güzel para biriktirirsek gerçek plakası da olur! Ali Abi bize arka çıkıyor, çok iyi bir adam Ali Abi, hemen düğün yapıyoruz; bana, nereye baksam çeşit çeşit gelinlikler olan kocaman bir mağazadan en beğendiğim gelinliği alıyor İlyas. Tabi kırk dört bedeni varsa... Her şey çayın suçuymuşçasına üstüne boca etti kaynar suyu... Saçlarımı o sıkı topuzlardan yaparsak... Yüzü de toparlıyor onlar, şuralara biraz allık... Elleri yanaklarında, öylece kaldı. Ocağın kenarına yaslandı. İlyas’ın gözleri ışıl ışıl parlıyor bana bakınca. Ateş gibi. Ne zaman yaklaşsa alev alacağım sanıyorum. Hemen bir bebeğimiz oluyor, oğlan doğuruyorum tabi, Samet koyuyoruz adını, İlyas öyle istiyor... Babasının adıymış, ben İlyas’ın sözünden hiç çıkmıyorum, bir dediğini iki etmiyorum, öyle mutluyuz ki! Su sesi kesildi, taşlığın yıkanması bitmiş olmalı. Etin başına geçti hemen. Yengesi birazdan gelir. Perde aralığından baktı, abisi hortumu topluyor.


Önünde boylu boyunca uzanan budun alt kısmındaki kemiği çıkarmak için eti, bıçağın ucuyla karnından aşağıya yardı. “Kemiklerin üstünde et kalmasın, iyi sıyır, aman kızım.” Dediğin kulağımda anne, merak etme sen. Daha kaç gün işi var bu etin. Kemikler haşlanacak, yumurtası, bağırsağı... Derin bir iç çekti. Kemiği etten ayırabilmek için, budu çevire çevire çeperinden kesmeye başladı... İlyas her sabah erkenden işe gidiyor. Ben yalnız kalıyorum evde. Hemen işlere, Samet’e veriyorum kendimi; ama yine de bir yalnızlık çöküyor. Hiç gitmesin İlyas istiyorum. Kimseyi tanımıyorum bu şehirde. Camdan bakınca bir sürü insan görüyorum. Ne çok insan. İyice bakıyorum yüzlerine belki bir tanıdık görür müyüm diye, bir tane bile geçmiyor, gurbetlik böyle miymiş? Babamlar n’apıyordur şimdi acaba? Kahvesini içmiş, Ruşen Dayı’ya tavlanın nasıl oynanacağı yahut oynanmayacağı konusunda vaaz veriyordur tabi, n’olucak! Ya yatıyorsa? Duraksadı. Kafasını etten kaldırdı. Ya çok konuştuysa herkes? Babam çok üzülür mü ben gittim diye, “Kalbine dikkat et, İbrahim Bey” demişti doktor, “Kilolusun, şakaya gelmez”. Konya’ya amcamlara gittiğimde de bir garip kalmıştım gerçi. İlk hafta iyiydi, eğlendik kızlarla, yengem filan; ama ikinci haftadan sonra, bir daha dedim, öldürseler gelmem bu yemeğini, adetini, kokusunu bilmediğim yere, yersiz yurtsuz olmak zor, yokmuşsun gibi. Bir yarın yok... Olsun ama İlyas var! Yerin yurdun o artık senin. Dünyan o. Budu sıkıca tutup kemiği hızla çekti, koparttı. Hayalci Meliha, senin dünyan bu işte kızım, kabul et bunu! Olsun ama, gülümsedi, şimdi İlyas var... İlyasım...


Her sabah işe gidiyor İlyas, akşam eve gelince anlatıyor. Öyle de güzel anlatıyor ki, arabaya kimleri almış, türlü türlü insan, bir hikayeler anlatıyor, Cemal hiç bilemez böyle hikayeleri, nerden bilsin, bir yere gittiği bir insan gördüğü mü var, anca ev dükkan, bilemez ki, ne bilecek. Komik adamlar, çok ciddi suratlı adamlar, geveze, düzenbaz adamlar, tabi anlıyor hemen İlyas gözünden, kaçın kurası... Kadın binmiyor mu hiç diyorum, tabi kadınlar da biniyor diyor İlyas, düzenli müşterileri var... Aysel Hanım var mesela, hep arar, başkasına güvenmez diyor, sadece bizim kırmızı şimşek, anında yetiştiririm havaalanına diyor, enayi mi diyor taksiye versin dünyanın parasını. Çok akıllı İlyas. Çok yakışıklı. Koyu kumral. Saçları sol gözünün üzerine dökülüyor bazen, şöyle bir geri atışı var ki... Başka kadınlar da biner mi arabaya? Şehirli, zayıf kadınlar, meçli saçlı, tırnakları kırmızı ojeli, ağzı laf yapan kadınlar... Çok yakışıklı İlyas. Çok da güzel konuşuyor. Nasıl da güldürüyor beni! Onları da güldürür mü öyle... Dudağını ısırdı, soluğu hızlandı. Ya gelmezse? Elinde bıçak, elleri kesme tahtasının üzerindeki butta kalakaldı. Akşam sofrayı kurmuşum, Samet’i yatırmışım, ya gelmezse? Gece geçse, sabah olsa, beklesem beklesem, gelmeyiverse, ne yaparım, kime koşarım, orda öyle yapayalnız, bir Samet bir ben, bağırsam feryat etsem kim duyar, kim yetişir çığlığıma, yetişin dostlar, bu adam beni terk etti, başka bir kadına çekip gitti, hem de ben ona bir oğlan doğurmuşken, beni, oğlunu bıraktı gitti, başka kadın için, herkeslerin gözünde küçük düşürdü beni, nereye giderim şimdi, n’aparım, babamın, abimin, kasabadakilerin yüzüne nasıl bakarım, ah ben nasıl bıraktım onları Allahım, soyun kurusun İlyas! Allah belanı versin İlyas! Bunu bana nasıl yaparsın, bunu aşkımıza nasıl yaparsın İlyaaas! Ben de seni doğduğuna pişman etmez miyim, yakıp kurutmaz mıyım evini, ocağını, hem kendimi hem Samet’i! Cayır cayır yanarım, kendi verdiğim canı kendim alırım da sana bensiz bir mutluluğu ellerimle teslim etmem! Yersiz yurtsuz, onun bunun yanında bir sığıntı gibi bir ömür süremem! Ellerini sıktı; sol elinin tırnakları ete geçti. Saç diplerinin arasından bir damla ter alnından gözüne doğru süzüldü, göz pınarlarında birikmiş yaşlar taştı, dudağının kanıyla karışıp ırmak oldu, aktı. Meliha eti doğradı, doğradı, doğradıkça ağladı, ağladıkça rahatladı. Cemal iyi çocuktu. Samet’le onu hiç terketmezdi Cemal. Sevgi bu değilse, neydi?

bottom of page