top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Kağıt Kesikleri

"Zaman çizgisinin dışında, yokluktan ziyade hiçliğe daha yakın bir konumda varlığını sürdürüyordu."


Ökkeş Can Kılıç



Apartmanların arşa ulaşmak için alabildiğine yükseldiği, aralarında ufacık bir boşluk dahi olmayacak şekilde yan yana ve karşı karşıya dizildiği, bir yılanı andıran, dar ve boyuna uzun bu sokak, nahoş bir sırra sahipti. Bu sırrı muhafaza edense tekdüze apartmanların arasına sıkışmış iki katlı müstakil, salaş bir evdi. Mükemmele yakın mimarilerin, müthiş bir uyum içindeki düzenliliğini bu ev bozuyordu. Sokağın orta yerinde müziç biçimde sırıtıyordu.  

Kimse bu evde kim yaşar bilmez, bilmek istemezdi. Hatta mecbur olmasalar önünden bile geçmezlerdi, fakat çift yönlü bir sokak olduğundan, ters yönden dolaşıp yolu uzatmak istemeyenler, mecburen evin önünden geçen tarafı kullanmak zorunda kalırlardı. Bu yüzdendir ki eve yaklaştıkça adımlar aşikâr şekilde hızlanır, uzaklaşınca sakinleşirdi. Hatta evin hemen önündeki apartman dairelerinin büyük bölümü boş, civarındakilerinin dolu olmasının sebebiyse kira fiyatlarının diğer dairelere nazaran ziyadesiyle ucuz olmasıydı. 

İnsanların evden uzak durmak istemesinin sebebiyse, evin korkutucu bir ihtişama sahip olmasaydı. İsten simsiyah olmuş pencereleri, çürümüş tahta dış kapısı, altında samimi bir turuncu saklayan pejmürde beyaz sıvası, orasından burasından dışarı çıkmış gider boruları, hiçbir zaman duman atmayan çatlak bacası… Hafif bir rüzgarla, boğuk bir hengâme eşliğinde enkaza dönecekmiş gibi duran bu eve, ne gariptir ki yıllardır hiçbir şey olmuyordu. Ne yağmur ne kar ne de kuvvetli fırtınalar bu müsvedde eve zarar veremiyordu. 

 

Zaman çizgisinin dışında, yokluktan ziyade hiçliğe daha yakın bir konumda varlığını sürdürüyordu. Bazı kimseler bu evde kimsenin yaşamadığını, yaşayamayacağını iddia etseler de kimi geceler, sarih bir kapı gıcırtısı tüm sokakta raks edercesine dolaşıyor, tüm evlerin kapısı çalıyor ardından kayboluyordu. Gıcırtının, evin kapısından geldiğini herkes biliyor ama kimse gecenin geç saatinde, penceresinden dahi olsa, evden tarafa bakmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden geceleri dışarıda kimse kolay kolay bulunmaz, böyle bir riski göze alanlarsa sesi işittiklerinde hemen bir apartmanın holüne kendisini atar, sabahı orada beklerlerdi. Bazı akşamlar da isli pencerelerinin, henüz ise bulanmamış tarafları, silik bir kızıllığa büründü. İçeride bir hareketlilik olduğunu anlayan herkes hızla evlerine döner, akşamın ve gecenin geri kalan saatlerini, erkenden bu ölü eve teslim ederlerdi. 

Evin ruhlar tarafından ele geçirildiğini düşünmeye başlayan insanların sayısı da gün geçtikçe artmaya devam ediyordu. Duvarlara sprey boya ile anlamsız şeyler yazacak ve çizecek kadar hamaset sahibi çocuklardan başka kimse eve yaklaşamıyordu. Çocukların çizdiği şeyleri yine ruhların yaptığını zanneden insanlardan apar topar taşınanlar bile oluyordu. Bazıları da artık bu evin önünden geçen çıkışı kullanmak yerine diğer taraftaki çıkışı kullanıp yolu uzatmayı göze almaya başlamışlardı. 



Arıtması yetersiz, ucu yosun bağlamış musluğundan akan suyu bardağına doldurdu. Tek tük, sapsarı dişlerin bulunduğu ağzıyla suyu içti. Ayağının etrafında cirit atan, adı sanı duyulmamış birkaç böceği farkında olmadan ezerek masasına doğru, paçalarından aşağı doğru sarkan kendisine birkaç beden büyük eşofmanıyla yürümeye başladı. O kadar yaşlıydı ki her adımda dizleri titriyor; kemikleri, kırılmadan önce ömürlerinin son demini yaşıyordu. Adımlarını sol-sağ veya sağ-sol şeklinde at(a)mıyordu. Sağ bacağıyla ilk adımı atıp sol bacağını peşinden sürüklemeyi başarabiliyordu. 


Masasına gelip sandalyesine iyice yerleştikten sonra avucunun içiyle, kağıdını koyacağı yerin tozunu aldı. Arından tozlu elini, çoğu düğmesi kopuk gömleğinin üzerinde temizledi. Masanın çekmecesini, açılabilen tek çekmecesini, açıp içinden kırmızı mürekkepli kalemini ve henüz yarısından fazlası boş bir kâğıt çıkardı. Mahir parmaklarıyla tuttuğu kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya çalıştı. Can sıkıcı kâğıt hışırtısından başka hiçbir şey çıkmadı kalemin ucundan. Mürekkebi bitmişti. Çekmeceyi yine açtı, boş mürekkep kutusunu eline aldı. Birkaç dakika öylece kutunun içine baktı, sanki bir mucize olacakmış, kutunun içi mürekkep dolacakmış gibi bekledi.  

Bekledi.  

Bekledi.  

Ardından kâğıdı alıp ayağa kalktı. Cam kapaklı, iki metre uzunluğundaki dolaba gitti. İçindeki tek eşya olan plak oynatıcıyı aldı. Dolabın hemen yanındaki, ortasındaki boşluktan, duvardaki tek çiviye asılmış, üstünde mor renkli bir terazinin bulunduğu, gül desenleriyle süslü plağı alıp oynatıcıya taktı. Eski plak oynatıcıdan müzik kesik kesik çalmaya başladı. O da yavaş yavaş üst kattaki yatak odasına gitti. İçeri girince birkaç dakika öylece titreyen dizleriyle odanın ortasında bekledi. Ardından odanın sokağa bakan penceresini büyük bir gıcırtıyla açtı. Pencerenin hemen sol tarafındaki ceviz ağacından oyma gül desenli sandığa, elinde tuttuğu kâğıdı, sandığın içindeki diğer kâğıtların üstüne, özenle yerleştirdi. Yatağına gitti ve yastığının hemen altındaki küçük tabancasını çıkardı. Tertemiz silahının üstünde yüzünün yansımasını gördü. Tek tük bembeyaz saçları; sarkmış yanakları ve içine çökmüş gözleriyle gülünç buldu kendini. Yastığı, tabancayla beraber çenesinin altına bastırdı ve hiç tereddüt etmeden tek el ateş etti. 


Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Hava soğuktu. Gökyüzü yıldızlı. Kavurucu sabah sıcağından eser bırakmayan akşam ayazının etkisini azaltmak için ince kot ceketini, elleriyle vücuduna sarmaya çalışan kaldırımdaki yalnız kadın, bir an önce evine ulaşmak için atik adımlara ilerliyordu. Sıra sıra apartmanların yanından hızla geçiyordu ki öğürmesine neden olan bir koku burnunu sarıp sarmaladı. Durdu, birkaç defa öksürme ve öğürme arasında tarifi zor sesler çıkardı. Kokunun verdiği zorluğa rağmen güç bela ilerlemesini sürdürdü. 

Sokak lambasının aydınlattığı kaldırımın ücra bir köşesinde, ağzında purosunu tüttüren siyah kabanlı bir beyefendinin yanından geçerken kendisine yöneltilen soruyla duraksadı, 

“İyi misiniz hanımefendi?” 

“Şu koku…?” diye kayıtsızca cevapladı kadın. 

Eliyle; sıra sıra apartmanların ortasındaki, iki katlı müstakil evi işaret eden kabanlı beyefendi, 

“İşte şu iki katlı evden geliyor.” dedi. 

Kadının midesi güçlü bir şekilde kasıldı ve koku, yine öğürmesine sebep oldu.

“Ne iğrenç bir kokudur be! Leş gibi…” dedi, ardından birkaç defa öğürdü. 

“Siz biraz abartıyorsunuz bence hanımefendi, pek narinsiniz.” dedi kabanlı adam, ağzında tüttürmeye devam ettiği purosuyla. 

Yüzünün her bir tarafını tiksintiyle buruşturan kadın, kibirli tavırla, 

“Ne kibarlığı be adam, şu kokuya baksana kaç metre öteden kusturacak!” diye çıkıştı. 

Kabanlı adam fötr şapkasını çıkarıp saçını düzelttikten sonra geri taktı ve sustu. Kadın, kokuya verdiği aynı tiksinç tepkiyle kabanlı adamı süzdükten sonra yoluna devam etti. Kokuya maruz kalmamak için sol kolunu, burnuna kırarcasına bastırıyordu. Kabanlı adamın bahsettiği iki katlı evin yanına gelince adımları yavaşladı, göz ucuyla eve baktı. İğrenç kokunun kaynağını öğrenmek için güçlü bir istek duydu. Ay ışığı altında ürkütücü şekilde salınan salaş evin, anlamsız çekiciliğine kapıldı ve kapıyı birkaç defa tıklatma cesaretini kendine buldu. Ses yoktu. Birkaç defa daha tıklattı. Yine ses yoktu. Damarlarında hızla akan adrenalin, kapıyı açmayı denemesi konusunda kuvvetlice kadını dürttü. Yaşamı boyunca hiç bu kadar tehlikeli bir serüvenin içinde bulunmamıştı ve bu serüvene, kapıyı tıklatarak bile olsa, küçük bir adım atması kadını zaten yeterince tahrik etmişti. Ve şimdi daha fazlasını istiyordu.


Kapı koluna hafifçe bastırdı ve kapı büyük bir gıcırtıyla kendiliğinden açıldı. İçeride epey eski bir lambadan soluk, sarı bir ışık etrafa yayılıyordu. İçeri girdi. Bir hırsız tedirginliğiyle, attığı her adımına dikkat ediyor, etrafını sürekli kolaçan ediyordu. Koku yoğunluğu üst kat merdivenlerine yaklaştıkça tavan yapsa da ağzından nefes alıp vererek bu kokunun etkisini epey azaltmayı akıl edebilmişti. 


Kulağı, kesik kesik gelen hafif bir müzik sesi işitti ama oradan tarafa bakmaya tenezzül etmedi. Adrenalinin somut bir resmi olarak gördüğü merdivenleri dikkatle çıkmaya başladı. Adımını attığı her basamak rahatsız edici şekilde gıcırdıyor, o da her gıcırdamada, istemsizce, dudağını biraz daha sert ısırıyordu. Bu yaptığı şeyin yasadışı veya etik dışı olmasını düşün(e)miyor, anlamlandıramadığı bir hipnoz büyüsüne kapılmış gibi kokunun kaynağına doğru yol almaya devam ediyordu. 


Üst katta kapısı açık olan tek bir oda vardı. Kadın da o odaya girdi ve gördüğü manzara karşısında kuvvetli bir vaveyla bastı. 

 

Bir saat bile olmadan gelen ambulans ve polis arabaları mavi-kırmızı ışıklarıyla, ruhsuz sokağı renklendirmişlerdi. Gecenin bu saatinde asla sokağa çıkmayan mahalleli, bir bir sokağa dökülmüş, metrelerce uzağında dahi olsalar kendilerini tir tir titreten bu evin kapısının önünde, olan biteni öğrenmeye çalışıyorlardı. Sedye üzerinde, üstü bembeyaz örtüyle kaplı bir adam apar topar ambulansa yüklenince mahalleli arasında uğultular yükselmeye başladı. Hemen ardından iki polis eşliğinde, gördüğü dehşet karşısında beti benzi atmış yüzüyle bir kadın çıktı. O da apar topar polis arabasına bindirildi ve gece öylece noktalanmış oldu. Ertesi sabah sarı bir şeritle evin etrafı sarıldı. Tüm mahalleli yine toplanmış, heyecanla içerden çıkacak bir yetkiliyi soru yağmuruna tutmayı bekliyordu... 

Sonuç, boş mürekkep kutularının sebep, bir tomar kâğıdın intiharın sonucu olabileceğini düşünemeyen yetkililer, sadece “intihar” notunu düşerek bu dosyayı rafa kaldırmayı tercih etmişlerdi.

bottom of page