Öykü: Kayıp Peri
"Daphne gibi şanslı değildi genç kız oysa. Kaçarken avcının elinden dönüşemedi bir defne ağacına. Ya da dönüştüremedi o hain avcıyı, Medusa gibi, taşa."
İrem Gül Okşar
“Henüz buraların adı Didymeion diye anıldığı zamanlarda, insanı korkutacak derecede sıcak bir yaz gününde, bugün artık varolmayan ve dahi kimsenin bilmediği o defne koruluğunda oldu ne olduysa. Bir genç kız yok oldu o korulukta.”
Kendisini dinleyenlerin şaşkınlığını arttırıp, daha ilk kelimeleriyle ilgilerini çeken öykü anlatıcısı yüzlerde gördüğü merak ifadesinden güç aldı devam etmek için öyküsünü anlatmaya.
İlçe belediyesi tarafından düzenlenen lavanta festivalinde buluşan bu insanlar, belediyenin, özellikle kadın çalışanları tarafından dönüm dönüm emek emek ekilmiş lavanta tarlalarını, insanı mest eden mor çiçekler arasında ve büyülü kokular eşliğinde dolaşıp, ellerinde lavanta buketleriyle fotoğraflarını da çektirdikten sonra festival için hazırlanan etkinlik çadırlarının önünde buluyorlardı kendilerini. Bir çadırda lavanta yağı, sabunu satılırken, diğer bir çadırda lavanta tohumunun nasıl alındığı, nasıl ekildiğiyle ilgili mini konferanslar veriliyor; başka bir çadırda lavanta şerbeti tarifi veriliyor, yapılan şerbetler bardak bardak ikram ediliyor, diğer bir çadırda halk eğitim öğrencisi kadınların el emekleriyle yaptığı lavantalı kekler, kurabiyeler hatta reçeller satışa sunuluyordu. İşte böyle çadırlardan birinde de hâli hazırda burada yaşayan ya da buraları gezip görmeye gelen her kim varsa bilsin öğrensin diye, bu antik ilçenin öyküleri anlatılıyordu. Dört tarafı açık, beyaz çadır lavanta tarlalarından birinin önüne yerleştirilmiş, öykü anlatıcısı genç kadın önceden kendisi için hazırlanmış beyaz ferforje banka, mor minderin üstüne oturmuştu. Üzerindeki mor kuşaklı uzun beyaz şifon elbisesiyle ve başındaki lavanta tacıyla bulunduğu ortama iyice kamufle olmuş, antik çağlardan fırlayıp gelen sahte bir su perisini andırıyordu. Arka sağ çaprazına oturmuş diğer bir genç kadın, çaldığı arpla öykü anlatıcısına melodileriyle eşlik ediyor; öykünün heyecanlı yerlerinde hızlanıp sakin yerlerinde yavaşlayarak anlatılan – çoğu mitolojik - hikayelerin akışına ayak uydurmaya çalışıyordu. Öykü anlatıcısı, kâh oturup kâh kalkarak tüm mimik ve jestleriyle bütün bedenini kullanarak en güzel ses tonuyla öyle teatral anlatıyordu ki bölgenin hikayelerini... Batmakta olan güneşin gökyüzünde bıraktığı tatlı pembelik lavantaların moruna karışıyor; Lodos, baygın lavanta kokusunu burunlardan içeri tüm hücrelere taşıyor; insanlar böyle bir ortamda gerçekle düşü birbirine karıştıracak kadar kendilerinden geçiyordu. Hatta çadırın sağında solunda bulunan belediyenin amblemi arada bir gözlere çarpmasa, öykü anlatıcısının karşısında, küçük tahta taburelerde oturan bu insanlar bulundukları gerçek zamanı unutup kendilerini antik bir amfitiyatroda oturmuş, tarihin ilk performanslarından birini seyrettiklerini sanıyor olabilirlerdi.
Bu duyguların gayet farkında olan profesyonel öykü anlatıcısı ilgiyle kendisini dinleyen insanlara, aslında önceden ezberlenmiş bir metni sanki o anda içinden gelmişçesine duygularla ve tılsımlı sesiyle anlatmaya devam ediyordu kaldığı yerden:
“Evet, evet bir genç kız diyorum. Bugün var olmayan o defne koruluğunun serinliğinde kuş cıvıltıları ve çiçek kokularının arasından uçan kelebeklerin peşinde koşan; toprak ananın bahşettiği tüm güzellikleri iliklerinde hissedip tüm benliğini doğaya adayıp, ona şükranlarını sunan o genç kız Daphneydi. Asırlar asırlar önceydi. Güzeller güzeli bir su perisiydi Daphne, vaktini bu korulukta geçiren. Güzelliğine hayran çok erkek vardı peşinde ama hiç birinde değildi gönlü. Adamıştı tüm benliğini bu doğaya çünkü. Fakat bir gün öyle birinin dikkatini çekmişti ki Daphne, sıradan bir erkek değil, bilgelik tanrısı Apollondu sözde. Peşinden ne kadar koşsa Apollon nafile. Aşkını reddetmişti Daphne. Tüm tanrısal gücüyle peşine düşüp Daphne'nin yakalamak, sarmak, sarılmak istedi o korulukta Daphne istemediği halde, zorla. Güzeller güzeli su perisi koştu koşabildiği kadar hızlı adımlarla, peşinde Apollon ramak kalmışken yakalamasına. Dokunmasındansa kendisine istemediği o çirkin eller, yok olmayı diledi Daphne haykırarak, ya da dönüşmeyi bir defneye. Birden ayakları çaķıldı toprağa, kök saldı. Kolları, saçları yapraklı dallara dönüştü. Bedeniyse sert odun kabuğa… Çok sevdiği defne koruluğunda defne ağaçlarından biriydi artık her daim yeşil, mis kokulu ve çiçekli. Apollonunsa eli boş kaldı. Tam yakalayacakken Daphneyi, sert kabukla karşılaştı. Sonunda Apollon'un ağacı oldu defne. Taç yaptı yapraklarından kendisine.
Bir zaman sonra komşumuz Miletos halkı bir tapınak yapmak istedi Apollon'a işte tam da bu defne koruluğunun yanı başına. O zamanlar yaşayan kimsenin olmadığı ve Miletosluların Didyma diye andığı o bölgede yapımına başlandı görkemli tapınağın. Aslanlı kutsal yoldan yürüyerek dört günde gelseler de Miletoslu komşularımız ibadet için, tapınak zamanla bilici kadın matrislerin ve rahiplerin bulunduğu kehanet merkezine dönüştü. Geleceği öğrenmek için gelen krallar varlarını yoklarını döktü, kendilerine sadece duymak istediklerini söyleyen bu kahinlere. Efsaneye göre, Apollon çoban Brankos’a verdiyse de tapınağı yapma görevini, aslında Miletli Daphnis ve Hermegones bilinen mimarlarıdır tapınağın bu hiç bitirilemeyen. Yapımına başlayınca bu devasa yapının önce bir Medusa başı koyulmuş korusun diye tapınağı tüm kötülüklerden. Çünkü Medusa’ydı lanetiyle bilinen. Taş olurdu gözlerine bakabilen. Aslında o da güzeller güzeli bir genç kız olarak başlamıştı hayata. Poseidon tarafından istemediği bir ilişkiye zorlanınca şanslı değildi Daphne gibi ne yazık. Dönüşemedi bir defne ağacına. Onu Poseidon’dan kıskanan Athena dönüştürdü saçının her bir telini zehirli bir yılana. Güzeller güzeli Medusa çirkin bir gorgon olarak devam etti hayatına ta ki Persepon ayırana kadar gövdesinden yılan başını hançerle. İki damla kanı düştü yere. Artık bakılabilir miydi gözlerine? Hâlâ lanet devam ediyor mu? Taşa dönüşüyor mu bakan, gözlerinin içine? Bir genç kız daha böyle yok oldu antik evrende. İstemediği ilişkinin bedelini ödedi yılan saçları ve lanetli gözleriyle. Sakın efsane deyip geçmeyin bu anlattıklarıma. Her çağda yapar sapkınlar bu kötülüğü kadınlara.
Şimdi yaşadığımız bu topraklardan selam olsun Miletoslu komşularımıza! Sapkınlara değil ama aydınlara... Matematik bilgini Tales’e, astronomi buluşlarıyla bilinen Anaximondros'a, ünlü tarihçi Dionysios’a, Sokratesin hocası Arkhelaos'a, ünlü mimar Daphnis'e, atomun ilk tanımını yapan Leukippos'a, İlk şehir planlayıcısı Hippodamos'a, coğrafyacı Hekataios ve Aneximenes'e ve Ayasofyanın mimarlarından komşum İsidoras'a… Selam olsun bu toprakların alimlerine, bilicilerine değil de bilginlerine!”
Coşkuyla sonlandırınca öyküsünü, uzunca bir süre saygıyla eğildi dinleyenlerin alkışları arasında. Reverans bitip başını yerden kaldırdığında herkes bir anda ayrılmış, dağınık tahta tabureler kalmıştı karşısında. Bu seansı da atlatmanın rahatlığıyla, bir yorgunluk sigarası yaktı. Bir belediye çalışanı hızlıca çayını getirdi karton bardakta. Sabahtan beri kaç seanstır anlatmaktan yorulmuş, boğazı kurumuş bir şekilde lavanta tarlasına karşı bir nefes sigarasından çekiyor, bir yudum çayından içiyordu çadırın arka köşesinde bir tahta taburenin üzerinde. Kostümüyle hâlâ antik bir havası olsa da elindeki çay - sigara insanı hayal kırıklığına uğratan bir tezat oluşturuyordu. Çadırın girişine arkasını dönmüş, lavanta tarlasına doğru oturmuşken bir ayak sesi duydu. Önce kendi ekibinden birileri sandı sonra titrek bir “afedersiniz" ile irkildi. Bu tanımadık ses nihayet yerinden kaldırdı öykü anlatıcısını: “Buyurun?”
Karşısında gördüğü genç bir kızdı, henüz onsekizinden bile küçük. Üzerindeki uçuk pembe pilili elbisesi, dalga dalga uzun siyah saçları, başındaki çiçek tacı ve elindeki - girişte ziyaretçilere dağıtılan lavanta buketiyle öylesine saf, öylesine masum, öylesine duru ve öylesine güzel görünüyordu ki… Öykü anlatıcısı, hem yorgunluğunun hem de biraz önce kendi anlattığı hikâyelerin etkisiyle, defne koruluğunda çıkıp gelmiş Daphne ya da yılan saçlı çirkin bir gorgona dönüşmeden önceki güzeller güzeli Medusa’ymış gibi algıladı bu genç kızı.
“Ben… Biraz önce anlattığınız öyküleri dinledim ben de.” Öykü anlatıcısı, biraz alaycı: “Öyle mi? Ne güzel!” gülümsemesi kondurdu yüzüne ama bir şey demedi.
“Benim adım Yağmur. Burada doğdum ben. Burada yaşıyorum. Bunca yıl hep kulağıma çalındı bu hikâyeler ama hiç sizin kadar güzel anlatanını görmemiştim.”
Bu iltifat karşısında gururu okşansa da hiç bozuntuya vermeden, hatta biraz başından savar gibi cevap verdi öykü anlatıcısı: “İşim bu!” Genç kız gülümsedi ve samimiyetle: “Ne güzel,” dedi. “İşini iyi yapan insanları çok severim.” Ve devam etti:
“Biliyor musunuz? Eğer fazla hayalperest olduğumu düşünmezseniz size bir şey söyleyeceğim.” Bu sefer de genç kızın halini fazla çocuksu bulan öykü anlatıcısı şevkatli bir ses tonuyla: “Efendim!” dedi gülümseyerek. “Ne söyleyeceksin?”
“Ben..? Benim de bir öyküm olsun isterdim, böyle dilden dile anlatılan. Siz öyküleri anlatırken ben Daphne olduğumu hayal ettim. Ya da baktığımı taşa çevirsem tıpkı Medusa gibi dedim.” Öykü anlatıcısı bu çocukça istek karşısında yine gülümsedi ve hevesini kırmadan karşısındakinin: “Neden olmasın, daha çok yolun kocaman bir ömrün var. Sen de kendi öykünü yazarsın. Ama onlarınkine benzemesin sonu. Yüzün gibi güzel olsun, çocuk kalbin kadar saf ve temiz.” Gülümsediler birbirlerine bu dilek karşısında. Sonra genç kız:
“Vaktinizi aldım epey. Sadece teşekkür etmek istemiştim oysa.”
Genç kız istemsizce sağına soluna bakındıktan sonra, apar topar elindeki lavanta buketini uzattı ivedilikle öykü anlatıcısına, o an sahip olduğu en değerli şeyi verir gibi. Ve ayrıldı çadırdan yavaşça. Ardından bakakaldı öykü anlatıcısı, bu adeta havada süzülen bir tüy yumuşaklığıyla hareket eden peri kızına.
Lavanta festivalinden kısa bir süre sonra insanı delirten, tahammül sınırlarını zorlayan, ana - babaları; kızlarını hatta oğullarını dahi kapı dışarı çıkartmayacak kadar korkutan dehşet bir olay yaşandı bu diyarda. Bir genç kız katledildi bir teras katında. Hain avcısından kaçamayan bu masum Yağmur’du. Hayat bazan ne tuhaf, ne acımasız ve ne korkunç! Haberi okurken öykü anlatıcısı dikkatle baktı fotoğrafına. Baktıkça sarsıldı. O lavanta tarlasında, o çadırın içinde konuştuğu genç kızdı. En son hatırladığı gibi nasıl da duruydu fotoğrafta. Elindeki lavanta buketi dikkatini çekti sonra. “Bu fotoğraf,” diye geçirdi içinden. “Tam da benim yanıma gelmeden, bu buketi bana vermeden önce çekilmiş olmalı.” Bir ‘ah’ çekti içinden sonra hala vazosunda duran o lavanta buketini avuçlarının içinde ezdi, ağlayarak: “Böyle mi sonlanacaktı öykün?” Sonra bir karar verdi öykü anlatıcısı. Daphne’nin, Medusa’nın öyküsünün yanında bu toprağın kızı Yağmur’un öyküsünü de anlatmalıydı. Çünkü bu bir ilk değildi yaşanan bu diyarda. Sapkınlar her çağda aramızda. Sonra anlatıcısının dilinden, yıllar yılı bir öykü yayıldı kulaktan kulağa, Yağmur’un anısına. Gittiği her yerde, görüştüğü herkese anlattı da anlattı unutturmamak için bu masumun hatırasını:
“Daphnenin peşine düşen Apollon misali, biri düşmüştü bu genç kızın ardına. Daphne gibi şanslı değildi genç kız oysa. Kaçarken avcının elinden dönüşemedi bir defne ağacına. Ya da dönüştüremedi o hain avcıyı, Medusa gibi, taşa.
Anlatılanlara göre, abi bildiği o hain çağırınca, hiç tereddüt etmeden girdi apartmandan içeri: “Ne istemişti acaba?” Ne istediği belliydi aslında. Ve şaşılacak bir şey yok. Kim olsa çağırılan; giderdi o teras katına, komşu zannettiği o sapkının yanına. Yağmur da değildi bir istisna.Girince daireden içeri düşmüştü avcının tuzağına. Öyle birinin dikkatini çekmişti ki sıradan bir erkek değil bir şizofrendi. Üstelik iyilik halindeydi sözde. Çok geçmeden anlaşıldı niyet ama nafile kaçacak yer yoktu. Terasa çıkmaktı son çare. Dokunmasındansa o çirkin eller bedenine, ah ne olsaydı da yok olsaydı keşke. Ya da dönüşseydi bir defne ağacına; ya da dönüştürebilseydi bakışlarıyla hain komşuyu taşa. Olmadı ne yazık! Şanslı değildi Medusa ve Daphne kadar. Terasta kaçmak isterken pis ellerden bağırış çığırış içinde, nihayet ilk bıçak darbesini aldı sırtına. Bir ah çekip düşünce yere masum, avcı atladı hırsla avına. Daha kaç bıçak darbesi aldı bilinmez. Oracıkta yok edildi bir genç kız, istesen de izi silinmez. Bir şizofrenin; saplantılı ruhu, sapkın arzuları, kötü niyetleri ve kirli elleri arasından kayıp gitti bir yaşam. Siz, ‘hastayım’ demesine bakmayın. Oturdu karşısına, kurdu bir plan. Çıkarırken masumu bir çantada iki damla düştü yere kan. İşte o an bir bıçak saplandı annesinin kalbine: “Yavrum nerde?” Yapacak bir şey yok. Her şey için geç. Olana ağlama vakti şimdi. Ama nafile gözler kurudu yazık. Annesinin kucağında otururken dün, toprağın bağrına girdi bugün.
Ah Yağmur, hangi ağıtları yakalım sana? Daha yeni yeşerecekken hayata kuruttular dallarını, döktüler yapraklarını. Koydular yaralı bedenini toprağın altına. Bu masum yavruyu kendi annesinin kucağından çalan zalim hırsız, onu toprağın bağrına bırakınca; ciğeri yandı toprak ananın: “Ah, bu beden nasıl düştü benim bağrıma?” Ne affetti toprak ana ne hazmetti. Yer’in üstündekiler anlamasa da yerin altı fokur fokur kaynadı acıdan. Bu küçücük masum bedeni toprağın altına koyduran haksızlık ve sapkınlıktan, yanan bir alev topu oldu o acı sonunda yerin üzerinde patlayan. Öyle bir acı ki alev oldu yaktı her bir ağacı ve bitkiyi, bırakmadı ne bir dalı ne de taze bir filizi. Böylece, görüp göreceği en büyük yangını gördü bu diyarda yaşayan insanlar. Söndürebilene aşk olsun! Neden bu haksız sapkınlık karşısında sustular? İnancı kalmadı kimsenin adalete. Nasıl büyüyecek o ağaçlar, nasıl sarkacak o dallar bir daha yere?
Hasta sapkın yakalandı, yangın söndürüldü nihayet ama yağmur hâlâ toprağın altında kendi annesi taş basadursun bağrına, Yağmur emanet bundan sonra toprak anaya.
Hikâye burada bitmedi, sakın yanlış anlama vardı yine de yapacak bir iş daha. Yanıp kül olan doğayı yeşertmek boynumuzun borcu dedi birkaç iyi yürek. Yağmurun anısına, onun adına defne fidanıyla donattılar her bir yeri tek tek. Nihayet bir zaman sonra yetişip, gelişince fidanlar -eskiden zaten var olan- defne koruluğuna yeniden kavuştu bu diyarlar. Bir zamanlar Daphnenin içinde gezdiği gibi, gezip dolaşmaya başladı yine genç kızlar genç oğlanlar.
O zamandan bu zamana koruluğu gezenler girişte bir Medusa heykeli gördüler. Yılan saçları, çirkin korkunç yüzü ve kendisine bakanı taşa çevirme lanetiyle Yağmur'un koruluğunu korumaktı görevi. Sapkın duygular artık giremezdi içeri. Ve dileğimdir Medusa taşa çevirsin kim hak ediyorsa bu laneti.
Böyle akıp gitse de hikâye dilden dile, ne getirebilir artık Yağmur’u geriye ne de bitirebilir bütün sapkınlıkları biteviye. Ama insanoğlu böyledir. Başına ne gelirse gelsin unutur en nihayetinde. Olan biteni yeniden hatırlatıp diri tutmaksa kalır öykülere, öykücülere.”
Eylül, 2021
Yağmur Tayhan’ın anısına...
Comments