top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Kızın Kasabası

"Eşyalarımı bir torbaya doldurup denize nazır sefer tası modeli dört katlı evin terasından çimlerin üzerine bırakıvermiştim."


Eylem Akınhay


Kasabamızda kızlar akşam kavuştuğunda kaçardı kocaya, bense bir sahil kasabasında yaşarken sabahın erken vaktinde kaçmıştım ilk kocama. Eşyalarımı bir torbaya doldurup denize nazır sefer tası modeli dört katlı evin terasından çimlerin üzerine bırakıvermiştim. Bir başka cehenneme kaçtığımı biliyordum bilmesine de kendime yeni, yepyeni, cinnetlik bir yuva kurmak istemiştim elceğzimle…


Nikah kıyılıp belediyenin merdivenlerinden inerken etrafıma şöyle bir bakındığımı hatırlıyorum da kaçacak yeni bir delik arıyordum herhalde yine. Zaten aynı gün olmasa bile dört buçuk yıl sonra, kızımla el ele, hayatımın ikinci kaçışını yaşadım. Bu defa kızımın eşyalarını bir torbaya doldurup yaşadığımız evin balkonundan bahçemizin çimlerine fırlatıvermiştim. Sessiz sedasız olmuştu kaçışlarım; ilk günler yaygarasız, sonrası cümbüş…

Gerçi kaçsan da kaçmasan da çıkış yoktu kasabadan. Kızların büyüdüğü ev bir ucuysa dünyanın, beş taş oynadıkları kaldırım üzerleri, gittikleri okul da öbür ucuydu ve iyi kötü evlenip barklanmak da başka bir dünya vadetmiyordu. Bildiğiniz fasit daire.


Çocuktum; annemle el ele çarşıya giderdik. Evin dışı demek çarşı demekti benim için, balkona çıkmak da dışarıya çıkmak; dört oda bir salonlu, çok kapılı, bir balkonlu, ön ve arka bahçeli o evin dışında soluk almak.


Yaz günleri annem basma elbiseler giyerdi; çiçekli desenli, japone kollu, omuzlarına incecik orlondan örme bir ceket atardı. Kış günüyse manto şifon; verevine kesimli bordo mantosunu giyer, bordo zemine lacivert çizgili, incecik bir eşarbı başına bağlardı. Ben eşarbı bağlamasını değil, yün cinsinden bir eşarbı sarmasını isterdim. Yaz kış rüzgârıyla meşhur kasabada kulakları üşürdü annemin. Eşarbı bıraktı şimdilerde, bereye ikna ettim onu; yakışıyor minnacık yüzüne el örgüsü bereler.


Çarşı rengarenkti olabildiğince, kasabanın dışıysa hayal… Dedim ya, kasaba da dünyayı aratmıyordu, dünyanın bin bir türlü hali varsa, bizim kasaba da lakaplarıyla ayrı bir evrendi.

Çorapçı Bahri Abi’nin çift kaplan fanilalar, donlar, ucuz deodorantlar, elizabeth arden marka salatalık kremleri, kiremit rengi rujlar, naylon çoraplarla tıkış tıkış dükkânı vardı mesela; rafların üzeri bir karış toz olurdu, annemle benim alerjimiz tutardı Bahri Abi’ye uğradığımızda, tahta tabureye oturur, soluklanır, ardı ardına hapşururduk. Peynirci Cemal’in teneke peyniri lezizdi leziz olmasına da dükkânı çok pisti, sinekler uçuşurdu her yerde; huzursuzlanırdım o sinekler peynir kalıplarının üzerine de konuyor mudur diye. Yarım kilo sarıver Cemal Abi, derdim; beyaz yağlı kâğıda sarardı o da. Pilo’nun fırınından alınan çavdar ekmeğine esmer ekmek diyorduk; yuvarlak minnak ekmekler, hazmı kolay. Uzun Çarşı’da köşe başında yeşil cam çerçeveli bir fırın, bir basamak inilerek girilirdi içine. Düğmeci Arif Abi’nin rengarenk düğmeleri olurdu; iplikleri, flormar marka ojeleri, boy boy fermuarları ve cam tezgahların gerisinde renkli gözlü, beyaz tenli muhacir genç kızlar çalışırdı.


Çarşıdaki dükkanlar sıra sıraydı. Lazların tatlı maya ekmeği peksimeti, Misçi’lerden alınan her günlüğe giymelik kumaşlar, ellik yabanlığa Kocaemre’lerden empirmeler, jorjetler, Üzeyir’den alınan gecelikler pijamalar yastık yüzleri bebek tulumları, Baklavacı Arif Amca’nın lorlu cevizli baklavaları, Helvacı Hakkı’nın helvaları, akide şekerleri, Bakkal Süleyman Abi’den alınan üç yumurta bir paket makarna ile yarım kilo taze yoğurt, parasızlıktan elimi değdirmeye çekindiğim tenekeden gofret ve bisküvi kutuları, Abelaki Mahallesi’nde oturan Terzi Remziye’de teğellerinden sökülüp dikilmeyi bekleyen efil efil bluzlar ve Özgür Bezik Salonu, bordo renkli kadife perdeli, yüksek tavanlı koskocaman bahçeli,