top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Köfteci Yusuf

"Belki hikayesini de araya vermek istemiyor, sadece hak edene anlatmak istiyordu."


Esra Duyar


Çok ilginç ya. Telefonda yazı yazarken köfteci yazıyorsunuz, o otomatik olarak Yusuf diye tamamlıyor. Halka mâl olmak böyle bir şey olsa gerek. Damaklarıma bayram ettiren bir köftecide doyurdum karnımı ama doyan sadece karnım olmadı. Sahaftan çıkmış daha önce yürümediğim bir sahilde çay içmek için uygun bir yer arayarak yürüdüm. Köfte kokusunu duyunca ihtiyacımın çay içmek değil karnımı doyurmak olduğunu anladım. Köfteciye yanaşınca arabasının camındaki “Ne kadar ekmek o kadar köfte” yazısı burada oturmamı daha da gerekli kıldı. Güneşin “Bugünlük de benden bu kadar arkadaşlar” dediği saatler. Az ilerde ortamın yaş ortalamasını düşüren, canlılığını yükselten gençler var. Üç ağaçtan büyük olanının altına oturmuşlar. Mübarek ne ağacıysa hem görsel hem kokusal şölen yaşatıyor misafirlerine. Kokusunu paketleyip saklamak istiyorum. Daha önce duymadım. Köftelerin iştah açıcı kokusunu aşıp geliyor burnuma. Hangisine meyledeceğimi şaşırıyorum. Pembe çiçeklerine bakıyorum hayran hayran. Usta, şu ağaç ne ağacı, diye sordum. Omuzlarını yukarı kaldırıp, dudağını aşağı büktü. Sait ağabeyimize mahcup olmamak için bilmek isterdim. Erguvan değil, manolya değil. Kısa boylu, topluca, kumral olan genç gitar çalıyor. Diğerleri de eşlik ediyorlar. Haluk gibi söylüyorlar. Dünyaları beni gülümsetiyor. Ben de tutamıyorum kendimi; onlarla mırıldanıyorum: Çemberimde Gül Oya…


Soğuk su, pamuk şeker, mısır. Hepsini seslendiren bir davetçisi var. Köfteler hariç. Köfteler kendi davet ediyordu kokusuyla. Yarım ekmek arası sipariş edip belki konuşuruz diye deniz kenarına değil de arabaya en yakın masaya oturdum. Köftemi yemeye başlayınca müşterinin seyreldiği bir an kollayıp arabanın camındaki yazıyı gözlerimle işaret ederek, "Usta, bir hikâyesi var gibi. Anlatırsan zevkle dinlerim.” dedim. O anlatmasa ben uyduracağım ne de olsa. Bari orijinal olsun hikâye. Hafif kırlaşmış saçlarının öne gelen kısmını eliyle yana tarayıp sadece gülümsedi. Sağ kaşı yukarı kalktı. Hoşlanmadığını düşündüm ilgimden. Elimdeki kitap poşetine bakarak, “Meraklısın hikayelere,” demekle yetindi. Utangaç bir genç kızla sohbeti ilerletmeye çalışır gibi hissederek, “En sevdiğim şey usta,” dedim. Dinlemek istediğimden emin olunca anlatmaya başladı. 


“Bana gelenlerin çoğu köfteleri öyle götürüyorlardı. Ekmeksiz. Beklerken üçer beşer atıyorlardı ağızlarına. 'Hakkını helal et usta, fazladan yedik,' diyen çıkmadı." Sağ kaşı yukarı kalktı.

“İyi de usta, başka bir köftecide hiç görmedim, duymadım böyle şey. Usta ekmeğin arasına ne koyarsa razı olur, oturur yersin. Üç, beş köfte fazla yemek isteyen, bize bir tane daha, der.” Ben ne kadar heyecanlıysam o denli sakinlikle baktı öyle. “Eline vur ekmeğini al derler ya. Eline vurmadan köftesini alabiliyorsa daha ne olsun. Ben ayıp olur diye ses etmedim ama onlar ayıp oluyor demediler. Bilirsin buralarda kadının ben gibi olanı makbul, erkeğin ben gibisi pısırık sayılır. Kimse kimsenin nasibini yiyemez, deyip eyvallah ettik.” Daha önce gözleriyle satış yapan bir sokak esnafı görmemiş olmamamın şaşkınlığıyla merakım iyice arttı.

“Ne zaman astın bu yazıyı? Eyvallahı kesecek bir şey mi oldu?”                                              Gözlerini gözlerime dikerek kafa salladı. Sağ kaşı yukarı kalktı. Acaba devam edecek mi diye ben de başımla onayladım. Hem ne anlatacağını merak edip hem de anlatması için çabaladığım, konuşmaya çalışırken bu denli yorulduğum biri olmamıştı. Kendine kızılmasına imkan vermeyen ses tonuyla beni yeniden kucakladı. 

“On kişiden kalabalık bir grup geldi. Hepsi çeyrek sipariş verdiler. Hazırlarken arabaya yanaşıp en az atan üç köfte attı ağzına. Sonradan bir arkadaş söyledi. Aralarından birinin benim arabaya yanaşırken 'Enayi köfteci burada işte, çökün' dediğini duymuş.


Mavi önlüğünün altındaki gri gömleğinin cebinden çıkardığı mendil ipekli değildi ama gözlerini silerken öyleymiş gibi duygulandırdı beni. 

“Üç evladım var abisi. İkisi üniversitede, biri lise son sınıfta okuyor. Küçük, imtihana girecek, ek kurslara gidiyor. Tek emekliyle olmuyo. O akşam bu kağıtları yazdım işte. Arabanın önü açıktı o vakitler. Camekanı taktırdım ertesi gün.” 


İlk kez bu kadar çok cümleyi birbiri ardına sıralarken sağ kaşı çok sık kalkınca onun adına “hayır” demeye çalışanların başında bedeni olduğunu anladım.

Yıpranmasın diye şeffaf dosyaya koyduğu kağıda alt alta şöyle yazmış:

Yarım ekmek arası 6 adet köfte : 80 TL

Çeyrek ekmek arası 3 adet köfte : 40 TL

NE KADAR EKMEK O KADAR KÖFTE.

Beleşçi müdavimlerin ne yaptıklarını sordum. Ayıp etmekle suçlamış çoğu. 

“Sanki hakları olan bir şeyi ellerinden almışsın gibi. Sanki hakkının yenmesi köftenin ekmekle yenmesinden daha olağanmış gibi,” diye heyecanla karşılık verdim. Sanki onun ifade etmediklerini ifade etmek arzusu bana da bulaşmıştı. Biz konuşurken gelen müşterilerle de bazen hiç konuşmadan ufak bir baş hareketiyle anlaşıyordu. “Soğan ister misin?” demeden soğanı göstererek taleplerini anlıyordu. Para alış verişini yapınca başını sağ öne doğru eğiyordu. Müşteri gidince dinlemeye hala gönüllü olup olmadığımı kontrol edince heyecanımı çıktığı yere geri alıp gözlerine baktım. Belki hikayesini de araya vermek istemiyor, sadece hak edene anlatmak istiyordu. Benim de köfte ekmeğim yeni bitmişti.


“Uzun zamandır yediğim en güzel köfte oldu. Eline sağlık usta,” diyerek sessizliği bozdum.

Afiyet olsun manasında başını salladı. Kendine de bana da yanındaki alüminyum demlikten birer çay koydu. “Zararlı diyolar ama bununki gibi olmuyo öteki demliklerde. Hele de sobada soğuk suyla demleyeceksin,” dedi, ondan beklemediğim bir konuşma iştahıyla. Çay için teşekkür edip sordum, “Usta ama sen yedi tane köfte koyuyorsun. Onlar altı sanıyor.” Heyecanım yine duramadı durduğu yerde. 

“Kimse fark etmedi, demedi şimdiye kadar. Küçük sırrımızı açık ettin,” deyip önce durdu. 

“İçimden öyle geliyor.”

Dakikalar ilerlerken ondan daha fazla cümle alabilmek garip bir huzur dolduruyordu içime.

“Müdavimleri değişti anlayacağın bizim köftelerin. Çok konuşkan, hoşsohbet bir adam değilim gördüğün gibi ama köfteleri seven geliyor.”

"Sohbetin de lezzetli de onu az kişiye nasip ediyor gibisin," dedim gülümseyerek. 

Aramızda oluşan samimiyete memnun bir edayla karşılık verdi. “Aslında en çok neden bu kadar sessiz olduğunu merak ediyorum,” diyemedim.

“Beni de müdavimlerinden say bundan böyle. Eşe, dosta da anlatırım artık.”

“Eksik olma. Sen de pek iyi dinleyiciymişsin.”

Yavaştan toparlandım. Teşekkür ettim. Yüz lira uzattım. Böyle bir adama da üstünü almayayım denmez ama istersin ki daha fazla bir şey yapabilesin. “Benden olsun kardeşim,” dedi. “Çaylar ikramın olsun. Köftemi kendim almış olayım. Sohbetine paha biçilmez zaten,” dedim. "Peki," dedi. Üstünü uzattı. 


Ayrılırken köfte arabasının camına tekrar baktım. Camda aslında bir şey daha yazıyordu. Hikâyeyi dinleyince kağıda limon suyuyla yazmış, yazının üzerinden ütüyle geçmiş gibi okunur oldu: “Uydurma; dinle.”


Eve gitmeyi bekleyemeden yolda hemen telefonuma yazmaya başladım. “Çok ilginç ya. Siz köfteci yazıyorsunuz. O, Yusuf diye tamamlıyor. Damaklarıma bayram ettiren bir köftecide doyurdum karnımı ama doyan sadece karnım olmadı…”

bottom of page