Öykü: “Kör Baykuşun Son Akşamı”
Onu üzmek istemiyordu, hatta ona fazla bakarsa onu sarartıp solduracağını düşünerek hemen onun omuzlarının üstünden merdivenlere baktı. Koridordaki dar pencereden utangaç bir ışığın duvarı yalayıp yere serildiğini gördü.
Öznur Ay
“Kısa bir uykusun, ebediyete uyandığımızda biteceksin…”
-John Donne ( 1572-1631)
9 Nisan 1951 sıradan bir ilk bahar gününde yazar, Paris’te Championnet Caddesi, 18 Mahallesi, 37 no’lu dairesine kapandı. Saatlerce evin bütün deliklerini sıkıca kapattı, sonra bir güzel tıraş oldu, duşunu aldı, tertemiz giyinip mutfakta yere beyaz bir örtü serdi. Pamuk poşetini yanı başına koyarak tam yere uzanıp gaz musluğunu açacakken kapının zili çaldı.
Günün bu saatinde kim olabilirdi? Saat şöyle dursun, bugünlerde kimin onun kapısını çalabileceğini düşündü. Belki yanlışlıkla çalınmış veya bir dini kuruma bağış toplayan biri ev sahibini yoklamış olabilirdi. Zaten son günlerde dostlarıyla bir kafede buluşmuyor, kahve içip sohbet etmiyordu. Bunun giderek azalan parasıyla bir ilgisi yoktu, asıl kendisi ve ülkesinin geleceğiyle ilgili umuduydu giderek yok olan. Kapının zili ikinci kez çaldığında belki de polisteki reddedilen ikamet başvurusu veya büyükelçiliğin kültürel ataşeliğinde bir pozisyon açılmasıyla ilgili mucizevi bir gelişme olabilir diye düşündü. Bunlara pek ihtimal vermese de örtüyü topladı ve kapıyı açtı. Karşısında daha önce hiç görmediği bir kadın dikiliyordu. Yabancı kadını bir yerlerden tanıdığını düşündü. Tanımak da ne demek bu kadın bütün hayatını etkisi altına alan o ifrit değil miydi? Neredeyse kadına, “Siz misiniz? Burada ne işiniz var?” diyecekti ama sustu. Kadın sıradan bir Fransız gibi giyinmişti ve akıcı Fransızcasıyla onun bildiği kadınla yakından uzaktan alakası yoktu. “Üst katınızda oturuyorum, bu gece evimde küçük bir parti veriyorum… Daha doğrusu yeni çıkan ilk kitabımı kutlayacağız, belki siz de katılmak isterseniz!” dedi. Yazar biraz şaşkındı. Bu kadını çok eskiden tanıdığını, hatta ismini bile bildiğini düşündü. Ama aklına herhangi bir ad gelmedi. Yine de bu kadının gözlerinin parıltısına, rengine, kokusuna hareketlerine öylesine aşinaydı ki neredeyse ruhlarının önceki bir hayatta cisimsiz, maddesiz bir evrende tek bir özden geldiğini düşündü. Kendi kendine defalarca er ya da geç bu kadınla buluşacağını ve bir şekilde onunla birleşeceğini hayal etmişti hep. Sonra içinden, “Bu hayatta onun yanında olmalıyım!” dedi ve belki de bunu sesli bir şekilde söylemiş olmalıydı ki kadın ona gülümsedi ve tatlı bir vurguyla, “Öyleyse geleceksiniz!” dedi. Aslında bir yandan kadını kırmak istemiyor, hatta yazdığı ilk kitabını merak bile ediyordu ama çok değil, sadece birkaç saat içinde öleceğini ve bir ölü olarak böyle bir partiye katılamayacağını düşünerek boşuna söz vermek de istemiyordu. Kadını kırmamak için, “Gelmeye çalışacağım ama söz vermiyorum,” dedi. Sonra da kadına baktı. Bu kadın, hayır, bu melek sonsuz bir hayret ve anlatılmaz bir ilham kaynağı sayılıyordu onun için. Onu üzmek istemiyordu, hatta ona fazla bakarsa onu sarartıp solduracağını düşünerek hemen onun omuzlarının üstünden merdivenlere baktı. Koridordaki dar pencereden utangaç bir ışığın duvarı yalayıp yere serildiğini gördü. Öğlen olmalıydı ama yemek yemeden intihar etmeyi planlamış, geçen 18 saat içinde de sadece su içmekle yetinmişti. Kadın onun belirsiz bir noktaya dalıp gittiğini görünce gülümseyerek, “Pekâlâ ben gelmenizi umut ediyorum,” dedi ve hafifçe başını veda anlamıyla yana eğerek dairesine giden merdivenlere yöneldi. Yazar arkadan onun bir yılan gibi siyah elbisesi içinde zarafetle yukarıya doğru kıvrılan uzun ince bedenini süzdü ve ancak kadın yukarı çıktıktan sonra kapıyı kapattı ve mutfağa geri dönerek tekrar beyaz örtüyü yere serdi. Planını değiştirmek veya geciktirmek gibi bir niyeti yoktu. Karar günler öncesinden alınmış ve bütün hazırlıklar bu zorlu grev günlerinde bile olsa titizlikle tamamlanmıştı. Hatta cebindeki bütün parasını bir zarfın içine koyarak bir not bile yazmış ve kitaplığın içine koymayı ihmal etmemişti. “125 Frank yarına kadar kira bedelim, 18 Frank beni huzura kavuşturacak doğal gazın bedeli artı birkaç Frank da cenazeyi kaldırma masrafları!” yazılıydı geride bırakacağı notta. Her açıdan gitmeye hazırdı. Evdeki bütün menfezleri tekrar gözden geçirdi. Sıkıca kapatıldıklarından emin olunca da mutfağa yöneldi. Camdan dışarıya baktı. Sıradan bir ilkbahar günüydü, hava açık ve yumuşaktı. Gökyüzü maviydi ama yer yer beyaz bulutlar görünüyordu. Yere uzandı ama sırtını cama döndü. Acaba gökyüzünün güzelliği kararını değiştirir diye mi korkmuştu? Hayır, artık bunlar umurunda değildi. Sadece alışık olduğu gibi sol tarafına yatarak uyumayı tercih ediyordu. Sonra uzandı ve gazı açtı. Tahminine göre gece kararmadan ölmüş olacaktı. Üst kattaki kadını düşündü; ne yazık ki kitabının adını ve içeriğini asla öğrenemeyecekti. Acaba kadın onun yazar olduğunu biliyor muydu? Sanmıyordu. O zaman yazarın yazdığı tek romanındaki bütün kadınların da onun bir yansıması olduğundan da haberi yoktu. Peki, neden onu evine davet etmişti? Belki nezaketen bir komşusunu gürültülü bir akşamı evinde geçirmesine gönlü el vermemişti. Gözlerini yumdu. Fazla kendini zorlamadı. Yorgundu. Hemen uykuya daldı…
***
Uyandığında hava kararmıştı. Şöyle etrafına bakındı, camdan içeri giren şehir ışıklarıyla her şeyi bıraktığı gibi buldu. Havada gaz kokusu da yoktu. Demek sadece uyumuştu. Derin bir uyku. Ama sanki üzerinden büyük ağırlık kalkmışçasına kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Nedense yeni bir hayatın eşiğindeymiş gibiydi. Bir başka dünyadaydı. Doğduğu dünyanın aynısı ama farklı bir dünyaydı bu. Kendini bu dünyaya daha aşina hissetti. Garip bir rahatlık içindeydi. Madem ölmemişti, o zaman üst kattaki gizemli kadının evine gidebilirdi. Gelmeye çalışacağını söylediği bu geceki partiye katılabilirdi. Kim bilir, belki yeni ilişkilere gebe bir geceydi bu. Yerden kalktı ama örtüyü yerden almadı. Küçük banyosuna girdi. Elini yüzünü yıkadı. Kendine aynada şöyle bir baktı. Yanakları kızarmıştı. Neredeyse kasap dükkânında asılı etlerin rengindeydi. Ateşi mi vardı? Gözlerinde belli belirsiz ölümün gölgesini gördü. Ölmediyse de ona çok yaklaşmış olduğunu düşündü. Ölümden bir kurtuluşu yoksa da yeni bir dünya üst katta onu bekliyordu. Gömleğinin yakasını düzeltti. Ceketine çekidüzen verdi. Gözlüğünü sildi. Kapıyı çekti ve yukarı çıktı. Daha önce hiç bu kata çıkmamıştı. Çıkması için bir neden olmamış, merak da etmemişti. Kadının dairesinin kapısını çaldı. Kadın kapıyı açtı. Üstünde daracık siyah bir etek ve göğüslerini cömertçe sergileyen bir bluz vardı. Bir an onu böyle modern bir elbise içinde görünce afalladı. Kadın gülümseyerek “Demek geldiniz… İçeri girin sizi dostlarımla tanıştırayım,” diyerek onu içeri aldı. Daire onun dairesinden daha ferahtı, büyük ihtimal iki daire birleştirerek genişletilmişti. Salonda loş bir ışıkta birkaç kişi vardı. Hepsi de erkekti. İlk gözüne çarpan mahallenin kasabıydı. Sıkça dükkânın önünden geçmiş ama vejetaryen olduğundan içeri girmemişti. Arada bir kasabı kanlı etleri temizlerken görürdü. Bu işi o denli zevkle yapardı ki hep onun aklına bu adamda bastırılmış bir seri katillik veya kadın düşkünlüğü var diye düşünürdü. Kasabın, etleri kemiklerden ayırarak bütün ulvi düşünceleri paramparça ederek, yok olan hayata en ufak bir dönüş ümidi bırakmak istemediğini de düşünmüştü. Kasap uzun boylu, kırmızı yanaklı ince bıyıklı ve neşeli tavrıyla onu selamladı. Besbelli hayatta fazla maskeleri olmayan biriydi. O yüzden de rahat bir hali vardı. Öte yanda yaşlı saçı başı perişan bir ihtiyar oturuyordu. Boynunda ipekten eski bir atkısı, yakaları açık beyaz bir gömleği vardı. İhtiyarın göğüsünün ağarmış kılları görünüyor göz kapaklarının neredeyse derisi pembeye vuruyordu. Sanki inatçı, arsız bir hastalıkla boğuşan biri gibi göründü ona. Adamı daha önce hiç görmediği halde çok yakından tanıdığını düşündü. Çok saçmaydı ama baskın bir histi. Kadın onu tanıtırken, “Mösyö Deiure!” dedi. Nedense yazarın aklına “Dieu”[2] sözcüğü takıldı. Kadın ekledi: “Ciddi bir Nicolas-Edme Rétif[3] uzmanıdır.” Bu kez de yazarın aklına “Perverti”[4] sözcüğü takıldı. Yaşlı adam onu uzaktan, elindeki yarı boş kadehini kaldırarak selamladı. En son da kadın ince uzun mahzun bakışları olan ve herkesten uzakta neredeyse karanlıkta oturan birini göstererek biraz da kinayeli bir ses tonuyla, “Mösyö de bizim aile doktorumuz sayılır!” dedi. Yazar doktora baktı ama doktor sanki onları duymamış gibi duvarda belirsiz bir noktaya bakıyordu. Mösyö Daiure tuhaf bir şekilde gülerek “Aile doktoru ha? Ama eskiden Emma’nın kocasıydı,” dedi ve daha da sinir edici bir kahkaha attı. Yazar bu gülüşü da hatırlıyordu. Hatta doktorun o sessiz ve içine kapanık hali de tanıdıktı. Kadın, yazara döndü, “Çekinmeyin, bu evin her tarafını kendi eviniz gibi kullanabilirsiniz, mutfakta karnınızı doyuracak mezeler ve şarabımız var. Kendinize şarap alırken Mösyö Deiurel’i da unutmayın!” derken Mösyö Deiurel boş kadehini yazara göstererek ona cesaret mi veriyordu, yoksa dalga mı geçiyordu, yazar karar veremedi. Yine de ona yöneldi, kadehini aldı mutfağa geçti ve kendisine ve ona şarap koyarak döndü. Ama Mösyö yerinde yoktu, kadın da ortalıkta görünmüyordu. Kasap ona göz kırptı. Yazar kasabın bu tavrını sarhoşluğuna verdi. Gözü aile doktorunu aradı ama onu da göremeyince, “Bunlar nereye gittiler?” diye sordu. Kasap kafasıyla koridorun karanlık tarafını gösterdi. Yazar karanlıkta zor da olsa o tarafa yöneldi. Gözleri karanlığa alışınca da aile doktorunu gördü; bir taburenin üstüne çıkmış ve yatak odasının kapısının üst kısmındaki camlı bölümden içeriyi dikizliyordu. Aile doktorunun benzi atmış alnındaki iri ter damlalarını elindeki beyaz mendille siliyordu. Onu görünce aşağı indi ve yazara dönerek “O bir kahpe! Gerçek bir Melusina[5]!” dedi ve hızla yazarın yanından geçerek balkona doğru yürüdü. Yazar etrafına bakındı, kimse yoktu. Çekinerek de olsa taburenin üstüne çıktı ve parmaklarının ucuna basarak uzandı ve camdan içeriye baktı. Emma’nın solgun vücudu avının çevresinde dolaşan bir yılan gibi harekete geçmiş, avını iyice çemberine alıyor ve o beyaz uzun bacakları Mösyö Deiurel’in kalın belinin etrafını sararak onu içine çekiyordu. İhtiyar öksürüyor gibi gülmeye başladı. Emma zafer sarhoşu çığlıklar atarak avını sıkarak onun bütün sıcak ve tuzlu kanını içine akıtıyordu. Yazar utanarak aşağı indi ve geri geri salona gitti. Birazdan kapı açıldı, Emma dışarı çıktı ve saçlarını aynada toplarken hiçbir şey olmamış gibi sordu: “Hepsi bu kadar mı?” Yazar kadının neyi kastettiğini anlamayarak “Neyin?” diye sordu. Kadın, “Bu daire, bu eşyalar, siz, ben, her şey… hepsi bu mu yani?” Yazar kadının gözlerinin içine baktı. Gözleri neredeyse insana sitem ediyordu. Bakışlarında hayret, tehdit ve vaatler vardı. Yazar bir anda bu ışıltılı esrarengiz gözlerin derinlerinde kaybolup boğulduğunu hissetti. Bu güzel gözler bir ayna gibi onun bütün benliğini ve kavrama gücünü ele geçirmeye çalışırken yazar savunmasız bir av gibi çırpındığını fark etti. “Hepsi bu…” dedi. Kadın, “Hayır, onu biz küçültüyoruz, yeryüzünü ve kendimizi…” Sonra da bir kahkaha atarak sırtı ona dönük balkondan sokağa bakan aile doktoruna doğru yürümeye başladı. “Duyuyor musunuz Mösyö?.. Hayatın hepsi bu… Soğuk, kayıtsız… Bütün maskelerimizi bizden almaya yeminli… Hani maskelerimiz de az değildir!” Sonra Mösyö Deiurel odadan çıktı. Yazarın elinde dolu şarap kadehini de görünce, “Mösyö çok naziksiniz… Aşkın acısını ancak şarap bastırır!” dedi ve öksürüyor gibi güldü. Yazar onu yalnız bırakarak balkonun kapısına yöneldi. Aile doktoru alçak sesle Emma ile konuşuyordu. Yazar kitaplık ve duvar arasındaki boşluğa saklanarak onları dinlemeye çalıştı. Doktor, “Bu yaşlı adamda ne buluyorsun? Geceyi rezil ettiniz…” dedi. “Ha ha ha…yaşlıymış! Adam azgın bir beygir gibi güçlü. Asıl yaşlı olan sensin… Hep yaşlı oldun… Ben senin gençliğini hiç hatırlayamıyorum ya sen?”
“Saçmalıyorsun Emma!”
“Bir düşünsene … Hayatında bir kez olsun bir delilik yaptın mı? Bütün güzelim hayatın bu serinkanlı, vakur beyefendi maskesi altında geçti!”
“Farkında mısın, beni akıllı olmakla suçluyorsun!”
“Sana korkak diyorum… K-O-R-K-A-K! Korkak!” Emma sırtını adama çevirdi ve tam uzaklaşmışken hızla geri döndü ve bu kez herkesin duyabileceği şekilde yüksek sesle, “Tu n'es qu'un lâche!”[6] dedi. Derin bir sessizlik oldu ama çok sürmedi. Mösyö Deiurel öksürüyor gibi gülmeye başladı. Yazar doktora doğru bir adım attı. Onu çok iyi tanıdığını düşündü. “Mösyö asıl siz bu kadında ne buluyorsunuz?” diye sordu. Doktor karanlıktan çıktı ve ona doğru bir adım attı. “Beyefendi bilmiyorum. Bu kadın, bu kahpe, bu sihirli varlık ruhuma öyle bir zehir akıtmış ki onu istemek şöyle dursun, bütün hücrelerim bütün varlığım onu haykırıyor!”
Emma salonun diğer tarafında Mösyö Deiurel’in kucağında şarkı söylüyordu. Kasap onlara eşlik ediyor, beraber gülüşüyorlardı.
Doktor onlara aldırmadan devam etti. “Eskiden evliydik. Akşamları muayenehaneden eve geldiğimde onu görmezdim. Çekip gittiğini düşünürdüm. Yoksa birileriyle beni aldatıyor muydu? Bilmiyor, bilmek de istemiyordum. Sonra bende bir hastalık başladı. Hastalık diyorum, zira akıllı bir insan bunu yapmazdı. Her fırsatta âşıklarıyla temaslar kurmaya başladım. Buna kimse inanmaz! Fakat yaptım. Birisinden hoşlandığını öğrenir öğrenmez onun peşine düşüyor, takip ediyordum. Neler yapmadım. Kendimi aşağıladım. Olmadık yerlere gittim. Karımla beraber olanlarla ahbap oldum. Âşıklarını bir görseniz. Kasap, manav, tesisatçı, hamal, dilenci, filozof, tüccar, çeşitli meslekler farklı tipler ama hepsi de bir sürü fasarya adam. İşte onları bana tercih ediyordu. Akıllı insan böyle bir kadını bırakmaz mı? Ben yapamadım. Onu kaybetmekten korkuyordum. Onu elde tutma yolunu yordamını âşıklarından öğrenmeye kalkıştım. Dalga konusu oldum. Hastalarım beni bıraktı. Onların gözünde düpedüz bir pezevenktim ben. Çok çaba gösterdim ama olmadı. Hem ben nasıl o aşağılık adamlar gibi olabilirdim? Şimdi şimdi anlıyorum. O bu herifleri kokuşmuş oldukları için seviyordu. Sonra düşündüm ve anladım, demek ki ikimiz de aşağılanarak var oluyormuşuz.”
Yazar elini doktorun omuzuna koyacakken vazgeçti, bunun bir işe yaramayacağını biliyordu. Zaten adamın böyle bir beklentisi de yoktu hatta belki de merakla yazardan kadının yeni âşığı olarak yeni bir şeyler öğrenmeyi umuyor da olabilirdi. Yazarın başı dönüyordu. Sanki başının etrafı bir ateş çemberiyle sarılmıştı. Emma’nın lambaya koyduğu sandal ağacının şehvet uyandıran, keskin kokusu başını döndürüyor onu tatlı bir rehavete sürüklüyordu. Emma şarkısını çoktan sonlandırmış bu kez çalan bir caz parçasının ritmine ayak uydurmaya çalışarak kendi kendine bir köşede dans ediyordu. Kasap uzaktan onu izliyordu. Mösyö Deiurel gözlerini kapatmış koltuğunda ölü gibi hareketsiz uzanıyordu. Sonra Emma ansızın neredeyse çocuksu bir coşkuyla, “Şimdi sizlere yeni çıkmış kitabımdan bir şiir okumak istiyorum!” dedi. Neredeyse kimse pek oralı olmadı, sadece yazar bir iki adım ona yaklaştı. Doktor koridorun karanlığında kaybolmuştu. Kasap şimdi de Emma’nın ufak, yuvarlak kalçalarına bakıyordu. Emma’nın sesi duru ama inceydi. “Gece, katran gibi karanlık gökyüzü/ Siyah delik deşik kara bir çadır sanki/ Her şey boş ve geçici, cılız titrek gölgeler gibi/ Korkmuyorum, korkmuyorum ölümden ve karanlıktan/ Yaşamak arzusu güçlenir içimde/ Telâfi etmek isterim hafakan ve ıstırap dolu günlerimi/ En küçük bir mutluluk ânı bile yetiyor artık/ Hayır, hayır ölüm korkusu peşimi bırakmıyor!/ Dert çekemeyenler anlamazlar bu sözleri…” Kasap patavatsızca şiirin ortasına atlayarak “Ölüm bize nereden gelir?” diye sordu. Doktorun gülme sesi karanlığın içinden duyuldu. “Sorduğu soruya bakar mısınız? İşte o böylelerini istiyor Mösyö!”
Mösyö Deiurel birden diriliyor gibi oldu ama doktoru duymazlıktan gelerek- belki de duymamıştı- kasabın sorusunu yanıtladı. “Ölüm bağırsaklardan gelir! Bağırsakların içi bokla dolu olmasa, mesela içinde su dolaşsa çürümüşlük baş göstermez! Kan, ışık ve su bunlar yeter bin yıl yaşamamıza. Ama biz ne yapıyoruz hayvanlar gibi et yiyoruz, sizin kestiğiniz o zavallı yaratıkları çiğneye çiğneye mideye indiriyoruz. Mide dediğin nedir? Büyük bir asit kazanı… Her şeyi sindiriyor ve sonra bağırsaklara gönderiyor… Bağırsaklarımız hayvan mezarlığıdır. Bu hayvanların çürük etleri, oracıkta boka dönüşüyor ve bu bok bizi öldürüyor!” Kasap, ağzı açık Mösyö Deiurel’i dinliyordu.
Emma bağırdı: “Susun! Susun!” Sonra da devam etti: “Ölüm korkutmuyordu beni/ bütün derdim varoluşun zorluğu/ anlamsız varlığımdır tükenen aşağılık adamların kucağında/ bilinmeyen bir soydanım ben/ eskiden yaşamıştım onların dünyasında/ ama artık asılıydım bir boşlukta!/ Doğruysa şayet herkesin/ gökte birer yıldızı olduğu/ benim yıldızım pek uzaklardaydı/ karanlık ve cılız bir şey/ belki de benim hiç yıldızım yoktu./ Kim açıklayabilir ki bunu?/ herkes yalancı ve binlerce maske taşıyor/ belki de gerekiyor bu maskeler hayatta/ öyleyse bir tek ölüm yalan söylemiyor!/ başı boş dolaşıyordum sokaklarda/ sokuluyordum etin sıcaklığına/ aradığım aşktı belki ama/ onların eli avuçluyordu memelerimi/ içki kokan ağızlarıyla öpmeye doymuyorlardı dudaklarımı/ her gece başka bir erkeğin yatağında/ ararken varlığımın nedenini/ sabah uyanıyordum bir hiç olarak/ sonra bir gün aynada/ gördüm bütün erkeklerin yüzünü kendi yüzümde/ kasabı, terziyi, şairi, dilenciyi, tüccarı, filozofu/ hepsi biraz ben sayılırdı belki de/ ama ben hiçbiri değildim! / sanki ihtiyar hurdacı, kasap ve terzi, hatta o korkak bile / benim gölgelerim gibiydiler/ hapistim ben bu gölgelerin içinde/ bir baykuşa benziyordum belki de/ iniltileri düğümlenmiş boğazında/ ve ben pıhtılaşmış kan gibi/ tükürüyordum bu zehirli sözcükleri/ önümdeki açık kâğıtlara/ ansızın duvardaki gölgemi gördüm/ tıpkı bir baykuş gölgesi gibi/ iki büklüm eğilmiş ve okuyordu/ dikkatle bütün yazdıklarımı/ Anlıyordu besbelliydi/ bir tek o anlıyordu beni/ içimi bir korku kapladı/ göz ucuyla baktıkça gölgeme/ bir ses çağırıyordu sanki beni/ bilmediğim bir yerden bu son akşamda…”
Derin bir sessizlik oldu. Yazar şaşkındı. Bütün bu dizeleri tanıyordu. Nasıl tanımazdı ki? Neredeyse kelime kelimesini önceden yazmıştı. Bir an acaba bu kadının, bu kişilerin hepsinin onun birer yansıması mı olduklarını düşündü. Zaten hayat yanılsamalı bir yansıma değil miydi? Yazar kadına yaklaştı, onun elini kavradı ve dudaklarına götürerek öptü. “Tebrik ederim…” dedi. Kadının çocuksu yüzünde garip bir ifade belirdi. Gözlerinin içinde uzak bir yıldız parladı. Yazar, “Benim için geç oldu… Biraz dışarı çıkıp hava alacağım, sonra da uyumalıyım…” dedi. Kadın sadece gülümsemekle yetindi.
Yazar evden çıktı merdivenlerden sokağa indi. Karanlık ve suskun bir geceydi. Sanki yazarın hayatının üzerine çökmüş o ebedi gece gibi. Kapalı kapılardan, pencerelerden, gölgelerinin içinde gömülen binalardan, ona göz kırpan korkunç karartılarla dolu bir gece. Sonra iki sarhoş gece bekçisi şarkı söyleyerek geçtiler. Kadının dairesinin ışıkları hala yanıyor hafif bir müzik sesi duyuluyordu. Sonra ilginç bir şey oldu. Yazar belki de ömründe ilk kez kalıcı bir ferahlık hissetti. Sanki yıllardan beri demirden pençeleriyle etini didikleyen ifrit sükûnet bulmuştu. Sanki o derinlerdeki ruhunu cüzam gibi yavaş yavaş kemiren yara, kendiliğinden kapanmıştı…
***
Hava henüz karanlıktı. Sokakta itfaiye aracının ışıkları sessizce yanıyordu. Polis arabası binanın önünde durdu. Polis müfettişi ve baş müfettiş birkaç polisle beraber binaya girdiler. Komşulardan biri binada doğal gaz kokusu duyarak itfaiyeye haber vermiş, yazarın kapısını kırınca da onu mutfakta yerde uzanmış şekilde ölü olarak bulmuşlardı. Hemen gaz vanasını kapatarak polisi aramışlardı.
Polis müfettişi baş müfettişe döndü ve sadece onun duyacağı bir sesle, “Mösyö bu binada bugünlerde garip şeyler oluyor, çok değil sadece üç hafta önce bu yabancı yazarın üst katındaki genç bir kadın şair köprüden kendini nehre bırakarak intihar etti. Cesedini birkaç gün önce balıkçılar çıkardı. İlk şiir kitabı da bu hafta satışa çıktı… Tanrım, kitabın adı neydi?.. La Choette Aveugle… Yok, hayır… İşte La dernière nuit de la chouette aveugle[7]… Erotik şiirler… Ben sevmiyorum… Ahlaksızca buluyorum. Şimdi de bu adam. Zaten er veya geç hepimiz öleceğiz. Ne bu acele? Fişi çekiyorsun ve geride sadece sessizlik kalıyor…”
[1]Sâdık Hidâyet'in İntiharı ve Kör Baykuş romanına göndermelerle dolu bir hikaye [2]Tanrı. [3] Nicolas-Edme Rétif (1734-1806) Rétif olarak da bilinen Nicolas-Edme Restif, Fransız bir romancıydı. Ayakkabı fetişizmi için retifizm terimi onun adını almıştır. Le Paysan Perverti (Köylü sapık) romanının yazarıdır. [4]Sapık. [5]Melusina, Avrupa efsanelerinde bir figürdür. Kutsal nehirlerin dişi ruhlarıdır. Genellikle yılan ya da balık biçiminde bir kadın olarak betimlenirler. [6]Sen sadece bir korkaksın. [7]Kör Baykuşun Son Akşamı.
Comments