top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Kullanılmayan Sözler

"Vasiyetimdir, ben ölünce yedi gün evden çıkmasın, her gelenle konuşsun, demiş annen."

Armağan Can


Sırf içeri girmemek için bir sigara daha yakıyorsun. Oysaki sigara içmezsin. Şimdi o kısacık sürenin mahremiyetine ihtiyaç duyduğun için içine çekmeden rüzgâra dumanını veriyorsun. Manzara hiç değişmemiş. Ana cadde üzerinde hızla geçen arabalara, tepelere dağılmış ışıl ışıl evler eşlik ediyor. Köşede taksi durağı, apartmanın altında fırın yerli yerinde duruyor. Şimdi içeri geçecek ve daha önce hiç kullanmadığın cümleleri, kelimeleri arka arkasına sıralayacaksın. Vasiyetimdir, ben ölünce yedi gün evden çıkmasın, her gelenle konuşsun, demiş annen. Üçüncü gündesin.


Konuşmakta sorun yok da dinlemek seni çok üzüyor. Hiçbir hikâyenin içinde olmamak, yaşanılan hiçbir şeyi bilmemek seni yaralıyor. Hanife Teyzen, annenin bahçedeki iki ağacın kesilmemesi için verdiği savaşı anlatıyor. “Teyzen kurban olsun, sen diktiydin değil mi o ağaçları?” diyor. İçindeki parçaları nasıl dikeceğini düşünüyorsun. Sen aradığında annenin ne kadar mutlu olduğunu öğreniyorsun. Uzun süre sessizliğinde içine dolan yalnızlığı anlatışını dinliyorsun. Hasta olunca tek başına doktora gidişini dinlerken kahroluyorsun. Sanki tüm komşuları bunun provasını yapmış gibi, her kelimeyle intikam alıyorlar, ruhunu acıtıyorlar. Bir de sen çıkar çıkmaz arkandan edilen sözleri duyuyorsun. Hayırsız evlatlığın en çok konuşulan oluyor. Biriyle yaşıyormuş, adam almıyormuş bunu, diyorlar. Sanki duyurmak için çaba harcıyorlar. Sen odaya girince bakışları yakalıyorsun, dudak büküşleri, göz devirişleri görüyorsun. Ben bunlardan kaçtım, diyemiyorsun.


Haberi aldığında günlerden pazardı. Uzun süre yatakta tembellik yapmıştın. Pazar günleri telefondan, sosyal medyadan uzak durmayı hanidir alışkanlık haline getirmiştin. Sabah uyanınca hatırlamadığın o kasvetli rüya yüzünden olsa gerek hiç huyun olmadığı halde kahvaltıyı hazırlayınca açtın telefonu. Daha gelen mesajların çokluğuna şaşırman bitmemişti, kuzeninin numarası ekranda belirdi. Bir kelimeyi duydun, gerisini dinlemedin.


Akşam olunca ev boşalıyor, herkesin kocasına, çocuğuna yemek yapması gerekiyor. Yarın yine geliriz, çok ağlama emi, diyorlar. O zaman ağlamadığını fark ediyorsun. Gündüz evi, evin her bir köşesini dolduran kadınlar akşam olunca kocalarının kollarında sanki ilk defa geliyormuş gibi tekrar geliyorlar. Baş sağlıkları dileniyor ve mutlaka çay yapılıyor. Oysaki sen çay içmeyi sevmezsin. Suskunluklarını saklayabilmek için dudağında hep bir bardak var. Yoksa alkolik mi, elinden bardağı bırakmıyor, diyorlar. Yaptığın ve yapmadığınla yaranamıyorsun. Annenin misafirperverliği, temizliği, hamaratlığı, gülen yüzü konuşuluyor hep. Yüksek tansiyonu olduğunu hiç kimse bilmiyormuş. Sen de bilmiyorsun. Bu kadar uzaklaşmanıza sebep ne oldu, düşünüyorsun. Cevabı biliyorsun.


Gece olunca son kişi de evden çıkınca kapıyı sıkı sıkı kilitliyorsun. Beceriklilikte birbiriyle yarışan hanımlar mutfakta kirli bir bardak bile bırakmamışlar. Oysaki bir şeylerle oyalanmaya ihtiyacın var. Camları açıyorsun. Geceyi, serinliği, temiz havayı içeri buyur ediyorsun. Odaların hepsini dolaşıyorsun. Her yerde annenden izler var. Odasına girmiyorsun. Daha değil. Salondaki çiçeklerine su veriyorsun. Kuşun yemini, suyunu değiştiriyorsun. Kendini banyoya atıyorsun. Lavaboyu, küveti uzun uzun ovuyorsun. Duş alıp çıkıyorsun. Oturma odasındaki kanepeye yatak yapıyorsun. Telefonları çok özledim, diyerek kapatıyorsun. Televizyonu açıyorsun ki bu kahredici sessizlik dağılsın. Ekonomiyi dinlerken kesik kesik uyuyorsun.


Her geçen gün gelenlerin sayısı azalıyor, bir hafta dolunca bıçak gibi kesiliyor. Annenin tüm akraba, eş dost ve komşularına da yedi gün evimi boş bırakmayın diye vasiyet ettiğini düşünüyorsun. Hanife Teyze gözleme yapmış, bir şeyler ye kızım, güçten düşme, diyor. Sıkıla sıkıla evi ne yapacağını soruyor. Kızı almak istermiş, hem de yakın olurlarmış, yaşlandım, diyor. Düşünmediğini söylüyorsun. Evine gitmek istiyorsun. Sabırla resmi işleri hallediyorsun. Hiç bilmediğin kelimeleri cümle içinde kullanıyorsun, hiç bilmediğin kurumlara gidiyorsun. Yorgunsun, halsiz, mutsuz. Senin yasın bu şekilde geçiyor. İşler biter bitmez gitmeyi düşünürken ateşler içinde yatıp kalıyorsun. İki gün sonunda ilaçlar etkisini gösteriyor, biraz toparlıyorsun. Evden gidemediğin için annem mutludur, diye düşünüyorsun.

Son gece için kendine bir çay demliyorsun. Bundan sonra da kendi evinde çay içmeye devam edeceksin. Büyük bir bardağa çayı doldurup annenin yatak odasının kapısını açıyorsun. Odada sanki kokusunu alıyorsun. Sözleri köşelerden çıkıp sana ulaşıyor. Ben kimseye söyleyemem, evlenmeden nasıl çocuk sahibi olursun, elâlem ne der, diye bağırıyor ses. İçin için öfkeleniyorsun. Yarın giysilerini belediyeye götüreceksin, özenle katlayıp paketliyorsun. Birkaç parça el örgüsü yeleği, hırkayı geri çekmeceye koyuyorsun. Bir de siyah kolları bol bluzu kendine alıyorsun. Gözün sandığa ilişiyor. Telli duvaklı evlenmediğin için öylece durup duran sandığın yanına oturuyorsun. Kapağı açınca danteller, işlemeler göreceğini beklerken beyaz bohçalarla karşılaşıyorsun. Üstlerinde renkli ipliklerle işlenmiş rakamlar var. En üstte yedi yazıyor. Açıyorsun, bir beslenme çantası, önlük için yaka, kalemlik, renk renk boyalar, kilotlu çoraplar, kurdeleler görüyorsun. Kırmızı bir kesenin içinde nazar boncuklu bir bileklik var. Gözyaşların yanına iliştirilen notu okumana engel oluyor. Sandık kızının her yaşı için hazırlanan hediyelerle dolu. En altta doğumunda giyeceğin geceliğe kadar düşünülmüş bir bohça görüyorsun. Bir zarf var. İçine bakmaya cesaret edemiyorsun. Açıklama yapmana izin vermediği için sustuğuna yanıyorsun. Sen yapayalnız hissederken uzaklarda bir kadının da aynı yalnızlıkta olduğunu anlıyorsun. Evliydi anne, boşanmasını bekliyordum, diyorsun. Bir anlamı var mı bilmiyorsun ama iki yıl önce evlendiğini söylüyorsun. Telefonuna sarılıp kocanı arıyorsun. Siz gelin, diyorsun. Hiç sorgulamıyor, tamam diyor. Tüm hediyeleri kokluyorsun, aynı özenle katlıyorsun.


Sabah annenin mezarına gidiyor, içindekileri bir bir döküyorsun. Biriktirdiğin sözleri, o güne kadar akıtamadığın gözyaşlarınla karıştırıp anlatıyorsun. İçin hafifliyor. Toprağını sıvazlayıp, mezar başına konan adının yazılı olduğu tabelayı okşuyorsun. Kaybına yanıyorsun. İki ağaç dikmeyi düşünüyorsun. Biri sen biri ben olacak, diyorsun. Dallarının birbirine karıştığını görür gibi oluyorsun. Bildiğin tüm duaları okuyup eve dönüyorsun. Apartmanın önünde kocan ve kızınla karşılaşıyorsun. Özlemle sarılıyorsun. Hanife Teyze çıkıyor apartmandan. Sesleniyorsun. Kocam ve kızım Latife, diyorsun. Gözleri şaşkınlıkla açılıyor, şefkatle doluyor. Küçük Latife, hoş geldin, diyor.

bottom of page