top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Kumdan Kaleler

"İnsanın içine işleyen, sakin, kısık sesin yaralı yerlerimizde tek tek dolaşmış, şifa dağıtmıştı."


Yonca Tandoğan

“Başımız sağ olsun, sizi de kendi çocuğu gibi severdi.”

***

Hazirandı. Küçüğün yaralı dizlerindeki kumları beraber silmiştik o gün kumsalda. Dünyaya beş yıldır tanıklık eden gözleri yaşla dolmuştu, “Ağlama,” demiştin ona şefkatle. “Ağlama dedecim.” İnsanın içine işleyen, sakin, kısık sesin yaralı yerlerimizde tek tek dolaşmış, şifa dağıtmıştı. “Bu kadardan bir şey olmaz, evladım.” Derin bir nefes alıp yaranın üstüne üflemiştin ciğerlerinin havasını. “Güzelce siler, temizleriz, geçer. Hem…” Başını ilerideki maviliğe çevirmiştin bir saniyeliğine, biz de seni takip edip bakmıştık pırıldayan güneşin altındaki sulara. “Deniz suyu da iyi gelir. Çabucak kabuk bağlar.” İkimiz ikna olmuştuk ama o, içimdeki çocuk, eski ben, bir türlü olmuyordu, kabuk bağlamıyordu. Bekle, diyordu. Bekle.

“Sağ olun ablası.” demiştin bana. Omuz silkmiştim, gülümsemeye benzer bir tuhaf ifade yüzümde. O an o kadarını becerebilmiştim. Yanıt veremedim çünkü sesim çıkmadı. Ellerim titriyordu. Sen yaşanan olaydan, küçüğün hemen önümde düşmesinden olduğunu sandın. Oysa ben yıllar sonra seninle yan yana olmaktan, nihayet seninle aynı yerde olmaktan, seninle, senin, seni…


Sonra sık sık karşılaştık. Sen, torunun ve ben. Aynı kumsalda. Haziran, devamında Temmuz ve Ağustos’ta. Önceleri hiç konuşmadan ama hep birbirimizi yakın mesafede tutarak. Selamlaşarak ama baş selamından fazlasını asla paylaşmayarak. Gözlerimiz üstümüzde ama hep kaçamak bakışlarda birbirimize yakalanarak. Sonra sıcaklık arttıkça yaklaştık, yakınlaştık. Yeni kimliklerimiz, sonradan geliştirdiğimiz, senin askeri üniformasız, benim bir sürü uzvumla birlikte göz rengimin bile farklı olduğu ideal benlerimizle, birbirimizi anlattık şimdi olduğumuz insanlara. Eskilerden, eski benden, eski senden hiç bahsetmedik. İzledim seni. Torununla deniz kıyısında geçirdiğin günleri. Ona gösterdiğin ilgi hep ağlattı beni. Her gün ağladım. Denizde sessizce evde bağıra bağıra. Sen ona her sarıldığında, düştüğünde kaldırışında, başını her okşayışında, her “evladım” deyişinde kabuklarım tek tek söküldüler yerlerinden.


Temmuz çok sıcaktı, Ağustos da. Yan yana oturuyor, benim evden yapıp getirdiğim kekleri, çörekleri yiyorduk. Çayları, limonataları eşin getiriyordu termosla. Çayına yarım kırma şeker ekler, sık sık dalar olmuştun uzaklara son zamanlarda. “Eylül de havalar serinlemeye başlar,” dedin. Gözün kumdan kale yapan torununda termosundan çay doldururken bardağına. “Hararet düşer,” dedin bir başka gün. Limonatayı uzatırken gülümsedi gözlerin, içinde denizler, ırmaklar çağladı. “Eylül en güzel ayıdır buraların, ben çok severim. Daha çok vakit geçiririz, daha çok eğleniriz burada, biz bize, deniz kıyısında.” Yumuşak sakin sesin dolandı çocukluğumun yaralarında. Çocukluğum, sözde saf olan, zerre inanmadı sana. Bense inandım güzel bir şeylerin nihayet olacağına. Üstelik daha seninle, senin, seni.

Çok bekledim “Tanıdım seni,” demeni. “Neredeydin?” demeni. “Nasıl oldun?” demeni. Haziran, Temmuz, Ağustos. Ben seninle çok iyi anlaştım geçindim de, ah o içimdeki çocuk. Sık sık sevdiğin bir şeyleri ortadan kaldırmak, yok etmek istedi. Kumdan kalelerinizi yıktı, özenle bulup sakladığınız sektirme taşlarını sizden önce denize attı. Deniz kabuklarınızı, şeytan minarelerinizi kırdı tek tek gün batımında. Yapma, dedim ona. Ama çoktan soyulmuştu kabukları, yaraları uzun süredir kanamakta.


Tam da sana içimdeki çocuğu anlatmaya karar verdiğim gün gelmedin sahile. Eylülün başıydı. Yaz boyu davet edilip bin bir bahaneyle gitmediğim evine geldim. “Sitenin kapısından girince soldaki ilk ev. Beyaz boyalı, balkonun tamamı pembe begonville kaplı olan,” demiştin. Balkonda ve bahçesinde şimdi sandalyeler dizili, kadınların saçlarında siyah eşarplar. İçimdeki çocuk seni görmeyince daha ilk saniyede anlamıştı da, ah o şimdiki ben, konduramamıştım. Yakınlaştıkça ayaklarım ağırlaştı. Adımlarım yavaşladı. Açık kapıdan içeri girdim. Tanımadığım biri yanındaki boş yeri işaret etti. Sessizce oturdum. İşte orada siyah beyaz bir fotoğrafta bana bakıyordun. On dört yaşımdaydım ben. Sen elliye birkaç kala. Sahildeydik yine. Ağzından köpükler çıkıyordu, gözlerin ateş, nefesin rüzgar. Ben her bir cümlende alabora oluyordum. Annem bizden biraz uzakta ağlamaktan şişmiş gözleri, bağırmaktan kısılmış sesi, dördüncü evre kanseriyle bizi izliyordu. “Senin gibi evlat olmaz olsun,” diyordun. “Sen benden olamazsın, ailenin yüz karasısın”. Dalgalar yükseldi. “Karı mı olacaksın başıma, ne demek erkek gibi hissetmiyorum? Bu üniformayı görüyor musun? Erkek adamım ben, arkamdan kimseyi güldürtmem!” diye kükrüyordun. Öyle bir ittin ki savruldum oradaki taşların üstüne. Düştüm. Dizlerim kan içinde kaldı. Kaldırmadın. Nefesini üflemedin. Temizlemedin. Evladım, demedin bana. “Defol git! Öldürürüm seni, benim senin gibi bir oğlum yok!” Hiddetle döndün “Seninle!” elini yumruk yapıp diğer elinin avucuna geçirdin “Senin!” Parmağını bana doğrulttun “Seni!” oldu son sözlerin.


Sonra hemen yanındaki fotoğrafı gördüm. Eski senle, eski ben. Sen madalyalı, yıldızlı askeri üniformanla ben de üstüme göre dikilmiş olmasına rağmen yine de eğreti duran küçük asker kıyafetimle. İkimiz de “hazır ol!” da, kollar selam pozisyonunda. Uzun süre takılı kaldı gözlerim bizde. Çok bakmış olmalıyım ki yanımdaki kadın seslice sordu ortaya. “Haber verdiler mi büyük oğluna?” Birden uğultu kesildi, konuşmalar durdu. Bir tek Yasin okuyan hocanın sesi duyuldu. Salonun diğer köşesinden bir fısıltı geldi beni buldu. “İlk karısı ölünce oğlan da bir tuhaf olmuş. Zaten evden kaçmışmış. Cemil Bey ilk üç yıl çok aramış oğlunu ama bulamamış. Sonra üzüntüden beyin kanaması. Hastanede geçirilen altı ay. Ayla hemşire ile öyle tanışıp evlendiler. Önce ikizler sonra yine oğlan gelince. Hep bir kızı olsun istemiş. Büyük oğlandan da bir daha…” Ses kesildi ya da ben artık duymaz oldum kalbimin acısından. İçimdeki her şey dışarı çıkmak istedi. Elimi kapattım ağzımla. Yanımdaki anladı midemin bulandığını. “Gelin hanımefendi,” dedi “Ben size lavaboyu göstereyim. Yüzünüz sap sarı oldu.” Koridora çıktık. Orada ikinci eşini gördüm. Zaten sahilden tanıyordum. İki gözü yaşlı. Yüzü kireç gibi bembeyaz. Beni görünce ellerini dostça uzattı. Daha fazla dayanamadım bıraktım kendimi. Gözlerimden yaşlar akıyordu. İçimdeki çocuksa artık beklemeyi bırakmış çoktan babasına ağlıyordu.


“Ah,” dedi, ikinci eşin, “Başımız sağ olsun, sizi de kendi çocuğu gibi severdi.”

Oysa ben daha seninle, senin, seni…


bottom of page