Öykü: Manjka
"Masadaki kimsenin gülümseyişini paylaşmamasına aldırmıyor. Sırayla ilerliyor."
Orçun Mutlu
Porselen sürahinin de gelişiyle masa tamamlanıyor. Yaşlı kadının yüzünde halinden memnun görünen bir gülümseme… Yenilemeyen yemekler kolaylıkla sindirilebilir artık. Herkesin altın yaldızlı bardağına teker teker erik kompostosu dolduruyor yaşlı kadın, gülümsemesini hiç bozmadan. Masadaki kimsenin gülümseyişini paylaşmamasına aldırmıyor. Sırayla ilerliyor. Bir, iki, üç, dört, beş… Sıra altıncı bardağa geliyor. Tereddüt bile etmeden onu da ağzına kadar dolduruyor. Ardından geriye çekilip şöyle bir bakıyor masaya. Her şey yerli yerinde, tüm bardaklar dolu. Herkes burada! Rahatlıyor yaşlı kadın. Ve her şey bittiğinde, ufak bir dokunuşun bozabileceği bir huzur hakim oluyor masaya. Porselen sürahideki bir kompostonun doldurabileceği tüm boşluklar dolmuş oluyor…
Sofranın başındaki yaşlı adam dalmış, kırları düşünüyor. Uzayan, sonsuzluğa giden yeşilliği… Sonra evini... O sonsuzlukta bir durak gibi parlayan evini. Memleketini, yaşamını, çocukluğunu… düşünüyor. Bir karmaşa hakim oluyor yaşlı adamın kafasında. Görüntüler birbirine geçiyor. Oysa yaşlı adamın kafasının karışmasını gerektirecek bir şey yok. Uçsuz bucaksız kırlarda, iki katlı ahşap evin avlusunda, gün ağarmadan kalkılan çocukluğunun buz gibi kış sabahlarında ve bütün bu gibi kafasını işgal eden anı parçalarında, hepsinde, tek bir şeyi düşünüyor bilmeden: Onlara ne kadar uzak olduğunu. Eskisi gibi özlem bile duymuyor, duyamıyor. Özlemden bile kaçıyor. Çünkü ne zaman o kırları hayal etmek istese, kim olduğunu kestiremediği bir çocuk ona bakıyor uzaktan. Ve el sallıyor. Veda eder gibi…
Yaşlı kadın yukarlara bakıyor ve hala gülümsüyor, gülümsemeyi sürdürüyor… Dalgın gözlerle bir şeyler düşünüyor. Odanın tek ışık kaynağı olan tavana bitişik minik pencereden gelen ışık yüzünü aydınlatıyor. Eli içi makarna dolu tencereye gidiyor. Tencereyi alıp pencerenin o ufak açıklığından sokağa sızmak istiyor. Rüzgarlı ama sıcak bir yaz ikindisine... “Onu gördünüz mü?” diye sormak istiyor çocuklara. Yıllar geçmiş olsa da… Bu çocukların onu görseler bile tanımayacağını bilse de... Her şeye rağmen sormak istiyor yaşlı kadın. Tencere gereksiz bir ağırlık gibi gelecek birazdan. O da bırakacak tencereyi bir kenara. Fakat yine de için için bilecek yaşlı kadın: “Çocuklar yemek yemezse büyüyemez…” Olsun. Belki de böylesi gereklidir, diye düşünecek o zaman. Bazen çocuklar büyüyememelidir. Yine de içi makarna dolu tencereyi alıp arşınlayacak sokakları. “Onu gördünüz mü?” diye sormaya devam edecek. Yol onu köyünün sırtını verdiği tepeye götürecek. Tepenin eteklerinde duracak ve yükselip göğe değen yeşil tepeye bakacak. Orada bir genç görecek. Ona bakan bir genç... Ona el sallayıp çağıran bir genç... İşte o zaman gerçekten gülümseyecek yaşlı kadın. O gün gelene kadar, inadına, yalancı da olsa bir gülümseme yerleştirip yüzüne, yukarılara bakıyor, o en yukarılara…
Annesinin koynuna sığınmış küçük kız, canavarların şehri istila edeceklerinden emin… Babaannesinin bu kırık gülüşünün mutluluk getirmediğini biliyor çünkü. Kaplan Tigger bardaktan fırlayıp her zamanki gibi korkutuyor küçük kızı. Kulağına eğilip canavarların insan boyundaki yassı ayaklarını, koca bir boru gibi dimdik uzanan burnunu, sürekli oraya buraya dönen kafasını, sert ve yeşil kabuğunu anlatıyor. Küçük kızla Piglet birbirlerine bakıyorlar dehşetle. Kafaların aynı cümle: “Aynı o günkü gibi…” Dehşete düşüyorlar… Ama Kaplan Tigger bıkmak usanmak bilmeden anlatmaya devam ediyor. Küçük kız duymak istemiyor bunları, kulaklarını kapıyor... Tam bu sırada, Piglet, küçük kızın arkasına bakarak kekelemeye başlıyor. Küçük kız arkasına bakınca o günkü canavarı görüyor. Hemen annesine dönüyor. Annesi yanında. Rahatlıyor. Gömüyor kafasını annesinin göğsüne. Onun sıcaklığını kaybetmek istemiyor. Başka hiçbir şey umrunda değil. Çünkü çok üşüyor küçük kız. Bu sıcaklığı da kaybederse soğuktan donacağına emin. Bereket ki annesinin sıcaklığı içini ısıtıyor. Mayışıyor küçük kız. Bedenini boş bir çuval gibi annesinin üzerine bırakıveriyor…
Genç kadın ona sokulan kızını koltuğunun altına alıyor ve perdeleri izliyor. Perdeler… Bazı evlerde nedense perdelerin hiç değişmediğini düşünüyor. Her şey teker teker değişiyor ama perdeler hain bir köstebek gibi geçmişi hatırlatıyor insanlara, diye düşünüyor. Rüzgar, sepya rengi çiçeklerle süslü basma perdeleri havalandırıyor. Bir çift göz parlıyor gecenin karanlığında. Genç kadın bunu görünce sinirleri bozuluyor. Hava oldukça sıcak fakat genç kadın herkesten daha çok bunalıyor. Cılız rüzgar hissetmiyor bile. Gözlerini kırpıştırıyor bir umut. Ancak bir çift göz silinmiyor gecenin karanlığından. Nefret ediyor kadın o yalancı bir çift gözden. Sürekli bu bir çift gözü gördüğü yanılsamasından. Ne eksilen ne artan bu histen. Bu süreğen sızıdan… Genç kadın daralıyor, nefes alamaz oluyor. Midesi bulanıyor tüm bunlardan. Kızının ona yaslanmasından, havanın sıcaklığından, perdelerden ve o bir çift gözden…
Kapı çalıyor. Herkes kendi derdinde, bir şeyler düşünüyor. Yalnız küçük oğlan sese kulak veriyor. Ama o da gerçekten çalıyor mu bilemiyor. Çünkü uyukluyor küçük oğlan. Hayal ve gerçek zihninde iç içe geçmiş... Aklı kapının çalıp çalmadığında, dedesinin omzundaki yumuşacık elini hissederek tavşan uykusuna geçiyor. Bu odada uyuklamak öyle tatlı ki… Hiçbir yatak veremez şu koltukta uyuklamanın zevkini. Yatağına götürülmekten korktuğu için gözlerini olabildiğince açık tutmaya çalışıyor. Yalnız nefes seslerinin duyulduğu bu ıssız odayı seviyor. Bu ıssızlık anavatanı sanki. Fakat uzun sürmüyor anavatandan koparılması… Öncekinden de güçlü bir ses duyuyor. Bu sesle gözleri açılıyor küçük oğlanın, yerinden sıçrıyor. Bu kez emin oluyor küçük oğlan. Zilin sesi bu… Diasporaya düşen küçük oğlan, buna aldırmıyor. Zilin sesine odaklanıyor. Açmaya çekiniyor fakat. Bu tatlı uyku esrikliğini bırakmak da kolay değil çünkü. Açık camdan esen rüzgar, hep dimdik olan, inatçı saçlarını okşuyor. Gözlerini kapıyor küçük oğlan. Cesaretini toplamaya çalışıyor. Hazır olmayı bekliyor. Uyanmayı erteliyor bir süre daha. Bir bisikletin üzerinde şimdi… Ayaklarının erişmediği bir pedalı çevirmeye çalışıyor tüm gücüyle. Yanında kocaman bir adam. Adam, koltuğun arkasından ve direksiyondan tutup ona destek veriyor. Pedallar yavaş yavaş dönüyor. İlerlemeye başlıyor küçük oğlan. İlerledikçe o kocaman adamdan uzaklaşıyor. Dönüp dönüp arkasına bakıyor. Adam gittikçe küçülüyor ve yok oluyor. Küçük oğlan önüne döndüğünde bir duvara çarpmak üzere olduğunu görüyor. Sonra gözleri kararıyor, yere yuvarlanıyor. Kalakalıyor öylece. Her yanı ağrı içinde… Fakat hala dönüp dönüp arkasına bakmaya çalışıyor. Boynunu çeviremeyince sızlayan kemiklerine rağmen ayaklanıyor. Ve kapıya doğru yürüyor eskimiş parke çıtırtıları arasında. Avcundaki kapı kolunu iyice sıkıp derin bir nefes alıyor. Ve hiç bitmeyen bir umutla bir kez daha açıyor kapıyı küçük oğlan…
Comentários