Öykü: Meselesi Kalım Ölüm
Ölüyü altın dişini sökmeden gömersen mutlaka bir akraba, eş-dost mezarı yoklar. Bu devrin Allah’ı para olmuş. Üç altın diş. Altın çürümez.
Binnur Özyurt
Kazma kürek sesleri kesildi. Üçü üç yandan asıldılar.
“Ha gayret!”
Adamların kara kızıl suratlı, kalın boyunlu olanı afallayıp arkası üstüne devrildi. Çıkarmışlardı. Daha tıknaz adam doğrulmadan bekçinin düdüğü çaldı. Ses mezarlığın yukarı ucundan kanatlandı, kel kambur çirkin bir kuş gibi enselerine yapıştı. Bir köpek uludu. Bir köpek beş köpek oldu. Ellerini çorapların içine attılar. Arnavut çakısı mıdır, sustalı mı? Çömelip etrafı kolaçan ettiler. Bekçi, düdüğü saklandığı yerden çıkmadan üç kısa bir uzun öttürdü. Ayaklarını yere vurdu ki geliyor sansınlar. Oyalandıklarını görünce beylik tabancasını çıkarıp havaya ateşledi. Adamlar işte o zaman tabutu bıraktı, edevatlarını kapıp iki yüz üç numaralı sokaktan yokuş aşağı koşmaya başladılar. Bekçi onları üstünde kabartma harflerle ‘her canlı ölümü tadacaktır’ yazan tonoza kadar kovaladı. Bir sigara yaktı. Gözlerini karanlıkta gezdirip dönmeyeceklerinden emin oluncaya dek bekledi. Sonra ezbere bildiği mezar taşları, hayratlar, meyvesiz ağaçlar arasından geçip yarım kalan işi tamamlamak üzere tabutun başına çöktü. Açtı kapağı. Kokudan içi kalktı, tuttu nefesini.
Ölüyü altın dişini sökmeden gömersen mutlaka bir akraba, eş-dost mezarı yoklar. Bu devrin Allah’ı para olmuş. Üç altın diş. Altın çürümez. Cebine attı. Bin bereket versin. Dişler evin taksitlerini ödemişti, araba almıştı, Peri’nin ince bileğini, kuğu boynunu süslemişti.
“Sana ne aldım bak.”
“Nedir o?”
Başını uzatıp bakarken kokusunu içine çekerdi. Kıvrımlı göğüs çatalına bakardı. Yüzünü al basardı. Elini beline bir santim kalana dek yaklaştırırdı. O kan ter içinde, Peri hediyenin hatırına Hamdi’nin sağını solunu ellemesine göz yumarken Safinaz hem iki kilo şekeri tartar hem de “Neymiş o?” diye seslenirdi suratını ekşitip. Kaşıkçı elması olsa beğenmeyecek. Zeynel’e kaç kere söylemiş. “Şu yeğenine söyle uzak dursun kızımdan.”
“Nesini beğenmiyorsun? Soyunu sopunu biliyoruz hiç olmazsa. İş dersen belediyede memur. Peri’ye düşkün. Daha ne olsun?”
“Hadi oradan sende. Saçma konuşuyorsun.” Sırtını dönüp yatardı sonra. Zıbarsın. Aşk dediğin geçer gider. Biricik kızını bu aileye kaptırmayacaktı.
Hamdi uzak bir semtte dişleri bozdurdu. Ölünün işine yaramaz. Toprağın altında sakız mı çiğneyecek? Hayat yeryüzünde. Peri’yle yuva kurmak. Çocukları, torunları, onların çocukları. Nikah yeminini başka türlü söyleyecekti. Öldükten sonra dahi seni seveceğim diye. Bir baktı eve gelmiş bile. Kapıyı açan Peri olsaydı keşke.
Rüyasında bir kalabalığın ortasındaydı. Akşam olmak üzereydi. Yanından lağım deresi akıyordu. Nefesini tuttu. Çürük dişli adamlar, giysileri yırtık çocuklar, saçları keçeleşmiş kadınlar. Bir kangal ip, tahta saplı bıçak, lazımlık uzatan satıcılar yolunu kesiyordu. Uzaklaşmak istedi. Ağzı aseton kokan, avurtları çökmüş bir kadın kolundan çekiştirdi.
“Nereye gidiyorsun Pierre? Saatlerdir seni bekliyoruz.”
Ahali hep bir ağızdan bağırdı. “Seni bekliyoruz. Seni bekliyoruz.”
Adını nerden biliyorlardı. Pierre korkuyla elini yüzüne götürdü. Beyaz kalın ketenden maskesi yerinde duruyordu. Darağacının kurulu olduğu platforma çıktı. Alkış sesleri yükseldi. Yüzleri örtülü iki gardiyan mahkûmu sürükleyerek getirdiler. Sarışın kıvırcık saçlı bir genç, adeta çocuk. Kirden sararmış yakasız gömleği lekeler içinde. Ağladı, suçsuz olduğunu haykırdı. Halk coşkuyla tempo tutuyordu.
“Hırsıza ölüm. Hırsıza ölüm.”
Yağlı ip ipince boynuna geçince çocuğun ağlaması durdu. Pierre onun gözlerindeki korkuyu görmedi çünkü arkasında duruyordu. Tabureye tekme savururken maskenin altında gülümsedi. Bir infaz daha vardı. İnfaz başına cellada bir gümüş frank düşer. Alkışlar ve tezahüratlar arasında omuzları bir kez daha dikleşti. Damarında dolaşan kan değil güç. Kraldan yukarıdaydı celladın yeri. Kraldan muktedir. Tanrılara yakın. Tekmeyi savurdu. Ne o doymuştu ölüme ne de meydanı dolduran Parizyenler. Sonraki haftayı iple çekecekti çocuklar. Pierre Anne-Maria ile gecenin hayalini kurdu. Ne çok can alırsa o kadar çok sevişmek isterdi. Hatta birden fazla kadın çekerdi canı.
Gökte tek tük yıldızlar belirmeye başladı. Pierre kendini uçarken gördü. Siyah kanatlı bir giysi var üzerinde. Daldığı düşten ürktü. Başını iki yana salladı ki ayılsın. Dar sokaklardan geçip bir bara girdi. Sırnaşık dilenciye yüz vermedi, yaka paça dışarı attılar serseriyi. Şarap istedi. Susamıştı. Çabuk çabuk içti. İkinci kadehten sonra yanındakine “Biliyor musun?” dedi. “Uyanıkken düş görüyorum.” Ayıkken ketum olurdu oysa. Adam döndü, başını uykudan uyanır gibi kaldırdı. İkisi de bir dikişte kupalarını boşalttılar.
“Hiç bilmediğim yerler. Ama düşü görürken tanıdık geliyor. Daha önce yaşamışım sanki.”
“İçkiyi fazla kaçırmışsındır,” dedi bıyıkları tütünden sararmış adam. “Ne görüyorsun?”
“Büyük bir kuş gibi uçuyorum. Çok yüksek binaların arasında uçuyorum. Yüksek derken yüzlerce kat. Gece olmuş ama her yer ışıklı. İnsanların üzerinde tuhaf giysiler, motorlu arabalar. Ben hep uçuyorum ve yakalıyorum.”
“Ne yakalıyorsun?”
“Kimi demelisin. Günahkarları yakalıyorum sanırım. Ateşli silahları var. Öldürüyorlar, çalıyorlar.”
“Afyona, içkiye ara ver dostum. Deli olduğunu sanacaklar. Geç olmadan evine dön.”
Pierre gümüş paralardan birini tezgâha bırakıp kalktı. Kimse inanmıyordu rüyalarına. Orada başkasına aşıktı. Kuş adamın sevdiği kadının adı Rachel. Kuş adam kötüleri yakalıyor ama öldürmüyor. Polise veriyor, polis öldürüyor. Gotham şehrinde yaşıyorlar. Rachel’la kavuşamıyorlar. Pierre kavuşmak istiyordu. Dayanamadı kuş adam olmaya. Kostümü ve maskeyi çıkarıp attı. Kalabalık bir salona geldi. Seyirciler sinemada kuş adamı izlemişler. İyi tarafta olduğu için sevmişler. Hep izleyip, hep sevecekler, bunu anladı. Ama kuş adamı mı, kuş adam olan kendini mi emin değildi. Alkışladılar. Anlatınca Anne-Maria gülmüş,
“Cellatlar maske takar, yüzleriyle ünlü olamazlar,” diye kestirip atmıştı.
Eve gitmek istemedi. Kendi de inanmıyordu gördüklerine. Haritalarda Gotham adında bir şehir yoktu. Kuytu bir köşeye uzandı. Ceketini katladı, başının altına koydu. Dalar gibi olunca bar kapısından beri peşinden gelen dilenci bıçağını çıkarıp Pierre’in kalbine, karnına, bacaklarına sapladı. Gümüş paralar cebinde şıngırdatarak karnını doyurmaya gitti. O karanlığa karışmadan önce Pierre “Seninle aynıyız,” diye seslendi. “İnsanın kaderine hükmedersen dünya değişir, sonsuza dek iz bırakırsın.”
Ruhu cesedinden ayrıldı. Gaz gibi genişledi, boşlukları doldurdu. Bu kimse büyük topraklara hükmetmişti. Eteklerine kapanılıp aman dilenmişti. Zaferler kazanmış, tek sözüyle boyun eğdirmiş, zenginliğin ve yoksulluğun, merhametin ve cezanın sahibi olmuştu. Reayası öğretildiği şekilde ardından ağladı. Beyninin burnundan çıkarıldığını, renkli sularda bekletildiğini, gövdesinin ziftle kaplandığını kayıtsız seyretti. Arabaları, atları, filleri de mumyalandı. En sevdiği karısı, cariyeleri, köleleri ve ziynetleri ile sonsuzluğun başlayacağı vakti beklemeye koyuldu. Mumya yüzyıllar sonra tam da karanlıktan, kıpırdamadan yatmaktan bunaldığı sırada arkeologlar tarafından keşfedilip antik eserler bakanı Halid Anani’nin gözetiminde büyük bir törenle başkent müzesine taşındı. Mücevherlerin, altın kaselerin, değerli taşla bezeli öte berinin bir kısmı çalınıp uzak ülkelere gitmişti. Firavun’un ve mumyalanmış mal varlığının bedenleri ziyaretçilere açıldı. Kurumuş, kahverengi, kalın deriyle kaplı kemikten ibaret gibi duran beyinsiz cesetlere, eksik dişlere binlerce kişi baktı.
“Firavunlar dişlerini fırçalamazlar mıydı,” dedi Ferid.
“Dünya malı dünyada kalır,” dedi babası.
Cevap veremedi Firavun. Ölümsüzlük sıkıcı olmaya başlamıştı. Önceki hayatlarını hatırlamıyordu. Müze görevlisi camekana yüzünü yapıştıran çocuğu ve fotoğraf çeken babayı uyardı. “Kırmızı kordonu aşmayın. Flaş kullanmak yasak.”
Flaşsız fotoğraf dışarı çıktı. Şaşkındı. Her şey farklı görünüyordu. Sokaklara, arabalara, binalara baktı. Kapıları açıp kapadı. Kölelerini, atlı arabasını bulamadı. Tacına dokunmak istedi. Başında örgü bir bere vardı. Sonra görevli olduğunu hatırladı. Acele etmeliydi. Çok yüksek bir binanın merdivenlerinden koşarak inmeye başladı. İndi, indi. Yerin altına varmıştı. Basamaklar bir türlü bitmiyordu.
Yukardan “Besim,” diye seslendiler. “Silahını unuttun.”
Besim’in kod adı olduğunu hatırladı. Seslenen örgütten birisiydi demek ki. Cevap vermedi. Karanlıkta şahin gibi keskin görürdü, alışıktı. Daha hızlı inmeye başladı. Merdivenler bükülüp yön değiştirirken kan ter içinde kaldı. Bir anda siyah tabancalar düştü önüne. İçlerinden kendine ait olan iki taneyi seçip dışarı çıktı. Yerinde infaz için bildirilen adrese gitti. Şarjörleri kontrol etti. Otuz ikiliğin namlusuna susturucuyu taktı. Sırt çantasındaki el bombalarından birini çıkarıp beklemeye başladı. Dünyanın bozuk düzenine hınç doluydu. Hedef görününce içine pişmanlık çöktü. Bu suikast bir vatan hainini kahramana dönüştürecekti. Adı tarihe geçecekti. Bir yanlışlık vardı. Vaz geçmek şansı yoktu. Bombayı elinde patlattı. Besim kod adlı infazcının başarısız suikast girişimi renkli gazetelerde geniş yer kapladı. Korku sonsuza dek yüreklerde yerleşti. Ailesi cesetten geriye kalanları bir vakitler Hamdi’nin bekçilik yaptığı mezarlığa gömdüler.
Comentarios