Öykü: Miras
"Geçmişteki işler eksiksiz yapılsa şimdiki hayatı, yirmili yaşlarındaki şu kızın hayatına benzer mi?"
İlbay Alp
Muzaffer, bulvara cepheli pastaneye sırtını verdi. Demet’i beklerken, yoldan gelip geçenleri de izleyecekti. Saçağın onu yağmurdan koruyacağını da hesap ediyordu. Siyah mercedes yeşili kaçırmamak için gaza bastı. Bizimki kaldırımın kenarında biriken sulardan uzaklaşmak için, cama yanaştı iyice. Arabanın sıçrattığı sular, Muzaffer’e ulaşamadı. Başını kaldırıp meydandaki trafik lambasına doğru baktı, gri bulutların arasındaki güneş ölgün ışıyordu. Cebinden tabakasını, ellerinden eldivenlerini çıkardı. Filtreyi kağıda koyup, tütün ekledi, uçlarından tutarak sardı. Bir parça tütünün yere düşmesine engel olamadı. Yanındaki yabancıdan aldığı çakmakla ucunu yaktı. İlk nefesini çekip, bulutları dağıtır gibi üfledi dumanı. Sigarasını tellendirirken gördü, boz palto giyen kızla, annesini. Biraz önce siyah mercedesten inmişler, pastaneye doğru yürüyorlar. Kaldırım taşlarının arasında oluşan boşlukları iri damlalar dolduruyordu. Aralarında belki otuz adım var. Çarşıya öte beri almaya gelmişler sanki. Adımları tek şemsiye altında telaşlı. İşlerini bir an önce bitirip, eve dönecek, hazır sofraya oturacaklar belki de. Muzaffer saatine baktı, bir kırkbeş. Demet neredeyse gelir. Boz paltolu kızla annesi önünden geçerken, şemsiyeden süzülen yağmur kızın saçlarına düştü, teller birbirine yapıştı. Bir an dengesini kaybeder gibi oldu kız, annesine tutundu, biraz daha sokuldu. Caddedeki kalabalığa karışıp, kayboldular. Demet hâlâ görünmüyor. Sigarasından uzun bir nefes alıp, var gücüyle üfledi. Duman havaya karışırken, bulutlar yavaşça dağıldı.
Zihni geçmişte kalan, bölük pörçük anılarla dolu. Şentepe’deki yıkılan evin bahçesinde, erik ağacının dalları altında yağmurun dinmesini beklerken, küçük, boz, kahve renkli bir bez parçası süzülerek yere düşmüştü. Yanına yaklaşınca, yaralı serçe yerde kımıldadı. Canlıymış. Kanatları ıslanmış, uçamamıştı. Nereden düştü bu yavru? Dalda, yuvada cıvıltılar, kanat sesleri. Aşağı mı ittiler yoksa? Serçeyi yuvasına koymuş muydu, öylece terk mi etmişti? ‘’Zavallı serçe’’ diye mırıldandı, ‘’zavallıcık.’’ Yeniden saatine baktı, ikiyi on geçiyor. Demet geç kaldı. Dilekçe yanında mı? Sigara tutmadığı sol elini cebine attı. Dilekçe yerindeydi. Pastanenin kapısı açılıp kapanınca, burnuna helva kokusu geldi. Ağzı tatlandı. Ölümün acısını unutturur gibi. Kardeşi gelince sarılacaktı ona, sımsıkı. En son ne zaman sarılmıştı kardeşine? Babalarının cenazesinde bile bir mesafe. Belki çocukluğunda.
Demet, ofisten çıktığında yirmi dakika gecikmişti bile. Abisiyle buluşacağı yer şuracıkta zaten. On kilo fazlası, sol dizini bükmekte zorlandığı için hafifçe aksayan bacağıyla bile on beş dakikada yetişir. Caddeden gelen uğultu, satıcıların bağırtısı, trafikte sıkışan arabaların kornaları. Kaldırımda kimi ağır, kimi aceleci adımlarla yürüyenlerin peşine takıldı. İçsel ritmini, kendi temposunu bozmadan. Hiç sevmez böyle resmi işleri, imzaları falan. Zaten ne zaman abisi istediği için imza atsa, bir şeyler eksildi. Yağmur başlamış, farkında değil. Damlalar sanki kıyafetine çarptığında patlayan su balonları. Bütün gün bilgisayarın başında, sırtını pencereye döner, hava güneşli mi, rüzgarlı mı haberi olmaz. Saçlarından sızan damlalar yüzünü ıslatıyor. Şemsiye tutan anne ile boz palto giyen yirmili yaşlarındaki kızını, Menekşe Sokağın köşesindeki seyyar satıcının önünde gördü. Tezgahtan erik paketi seçtiler. Yeşil, parlak, mevsimi başlamadan kilosu bilmem kaç liradan satılan erikler. Demet’in ağzı sulandı, yüzü ekşidi, hayattan tat alamamış gibi. Rüzgarla sallanan şemsiyeyi, saçları ıslanmasın diye, kızının üzerine tuttu annesi. Tezgahın bir yanından diğer yanına, annesine doğru bale adımları attı kız. Yan yana gelince bir şeyler konuşup, gülümseyen hallerine kim olsa imrenir. Balerin kızın üstüne titreyen annesi, yağmurdan koruyan şemsiyesi var, Demet’in yok. Biriken suyla hafifçe yükselen, yerinden oynayan, kaldırım taşına basınca dengesini kaybetti. Arkasından itmişler gibi, paldır küldür, ayakları havada. Tutunabileceği biri olsa yanında böyle mi olurdu. Yağmura kırgın. Kendisine kızgın. Ayağa kalkabildi yine de. Şemsiyeyi ofiste unutmasa bu kadar ıslanmayacaktı belki. Kendini korumayı beceremiyordu, düşmek de onun kabahati, sağa sola bakmayıp önüne baksaydı. Çocukluğunda bir gün, vaktinde teslim edilmesi gereken bir ödev, unutulmaması gereken bir ziyaret vardı sanki. Anne kız alışverişi bitirince kendilerini bekleyen siyah arabaya binip gittiler. Geçmişteki işler eksiksiz yapılsa şimdiki hayatı, yirmili yaşlarındaki şu kızın hayatına benzer mi?
87 kışı, her yer karla kaplı, hava kapalı. Belediyeye oradan da okula gitmek için, Şentepe son duraktan Yenimahalle’ye iki saat yürüdülerdi babası ve abisiyle. Sabah saatleri, evden çıkmadan bir kez daha hatırlattı babası.
‘’Belediyeye vereceğimiz kağıdı koydun mu çantana kızım, bugün iş başvurusu için son gün.’’
‘’Kaç kere daha soracaksın’’ dedi. Kapıyı çekip çıkarken, kendinden emin.
Sokakta beline kadar gelen kar, bata çıka tepeden inmeye başladılar. Ayaklarında plastik çizmeleri, çizmenin içinde ıslanan çorapları, üşüyen ayakları. Hayatı da bu kapalı, soğuk kış günü işte. Babasına yetişmek için var gücüyle y