top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Mualla

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

Sadece kişinin bilebileceği çok özel anları bilir gibi konuşur, çoğunlukla da işin içinden çıkılmaz denilen olaylara yönelik tavsiyelerde bulunurdu. Onu özel kılan ise söylediklerinin tutarlılığıydı. Seçtiği kişi aynaya bakar gibi hissederdi.


Aslı Kaprol


Heybedeki Sır

-Ne düşündüğümü anlıyor gibi baktı abi. Daha sorumu sormadan bakışlarından koşup geldi tüm cevaplar. Göklerin en parlak yıldızlarıydı sanki gözleri. Buluşan sadece gözbebeklerimiz değildi. Öylesine tuhaf bir his ki, nasıl tarif etsem? Işıl ışıl bakışlarıyla başımı okşadı abi. İnanmazsın, ama ben gerçekten hissettim. Elleriyle dokunmadan hem de. Saçlarıma dokundu abi! İnanmazsın, biliyorum. Okşadı abi!


Fısıltıyla eğildiği kulağa, itiraf edenlere has, o her hecede gürleşen sesin kararlılığında, kalın dudaklı küçük ağzından bir çırpıda dökülmüştü bu sözler. Yüzünde orantısız bir halde yer kaplayan ağzı, iki yaş büyük ağabeyinin ‘’Bir dudağı yerde bir dudağı gökte’’ benzetmesiyle dalga konusu haline gelmiş, cüce dev şakalarına maruz kalmasının miladı olmuştu. Ağabeyinin zalimliğe varan sıklıkta ve ürpertici bir tınıyla söylediği bu tekerleme, yedi yaşındaki bir kız çocuğu olarak onu kızdırmaktan çok utandırıyordu. Her konuştuğu yüzde, bakışların ağzına odaklandığı hissine kapılıyor, dudaklarını gerip, endişe bombardımanından bir an önce kaçabilmek gayretiyle, önce gözlerini kaçırıyor, akabinde de bulunduğu yerde adeta hayalete dönüşüyordu. Türbedar Mualla’nın evlerine düzenli aralıklarla yaptığı ziyaretlerini esrarlı bir hikâyeye dönüştürme arzusuyla, ağabeyinin kulağına fısıldadığı sözlerin etkisini coşturacak türden bir karşılık almayı beklerken, ağabeyinin sırıtan suratında yay gibi gerilmiş ağzından yine o lanet tekerlemeyi duymasıyla olduğu yerde sıçradı. Derin anlamlara bulandırmadan, sözlerin ardındaki niyetleri açığa çıkarmak gibi maksatlara sığınmadan, çocukluğun mayasıyla kabaran coşkuyla isyan etti:

-Yeter artık, yapma! Deme öyle! Mualla teyzeye çantasını karıştırdığını söylerim! Sonrasına da karışmam. Bir dudağı yerde bir dudağı gökteyi o zaman görürsün!

- Bak sen! İspiyonculuğa da başladın demek! Sen değil miydin Mualla teyzenin heybesinde sakladığı bir şeyler var diyen?

- Mualla teyze herkes gibi değil diyorlar. Onun büyük bir görevi varmış. Ben sadece çok merak ediyorum çantasında taşıdıklarını dedim. Karıştır demedim ki! Uydurma!

Kardeşlik bağının, özellikle de ağabey ve kız kardeş denkleminin, neredeyse kanun haline gelmiş doğasına has didişmeyle aralarında gerçekleşen laf akrobasisinin hararetinin azalmasıyla esas konuya odaklanabildiler. Doğdukları günden beri Türbedar Mualla hayatlarının bir parçasıydı. Bugüne kadar onunla olan tek bağları rengi solmuş bir heybede getirdiği ve kutsar gibi başlarına dokunup verdiği çubuk kraker ve gofreti yemekle sınırlıydı. Türbedar Mualla ne zaman kapıda görünse önce yoğun bir gül esansı içeri koşar adımlarla girer, ardından kınalı saçlarıyla Mualla teyzeleri arzı endam ederdi. Gülünce kısılan gözlerinden yayılan tevazu ve kadirşinaslık insanı başka alemlere götürecek denli etkiliydi.


Kim Bu Mualla

Mualla kim miydi? Kimse hayat hikayesini doğumundan itibaren bilmezdi ki. Geçmişiyle ilgili mutabık olunan tek olay Yenikapı’da bir dergâha sığındığı ve karın tokluğuna, gönül rızasıyla, bir türbenin bakımını ve bekçiliğini üstlendiğiydi. Kimse nereden geldiğini, başından neler geçtiğini bilmez, çok kurcalamazdı da. Evin en büyüğü olarak babaanne Saadet Hanım, bir dizi tesadüflerin sonucunda Türbedar Mualla ile tanışmış ve her ayın üçüncü cuması onu eve yemeğe gelmeye ikna etmişti. Genellikle ondan bahsederken ismi yerine ‘’Türbedar’’ tanımını kullanır ve adeta adını modifiye ederek misafire hikmetli bir ulviyet katardı.


Türbedar tombul kısa boyuna rağmen girdiği yerde sükûnetiyle devleşen ve hiçbir ekstra çaba sarf etmeden sahne ışıklarını üzerinde tutmayı beceren, meczup ruhlu, doğal çekiciliğe sahip biriydi. Ellilerinde olmasına rağmen hiç evlenmediği ve kız oğlan kız kalmaya yemin ettiği herkes tarafından bilinir, ama onun ağzından bu konuda tek bir kelime dahi duyulmazdı. Ne zaman ona bu konuda soru sorulsa zarif bir tavırla gülümser ‘’Kısmet efendim, şimdilik hava var soluyacak, nefes tükenince de ebedi istirahat yuvamıza koyacak birileri olacak kadar şanslıysak eğer, toprak var saracak. Varsın ten solsun, razıyım.’’ der, kendinden emin halleriyle karşısındakine daha fazla sorgulama imkânı bırakmazdı. Hayata karşı takındığı olgun kabullenişlerle dolu bu tavrı insanda saygı uyandırırdı.


Türbedar’ın ev ahali için önemi bir başkaydı. Onun marifetini anlatmak için herkes ağız birliği yapmışçasına tek bir ifadede birleşirdi: Ruh okuyucusu. Her gelişinde bir kişiye odaklanır, bazen saatlerce derin derin hülyalara dalarak tüm günü geçirir, giderayak seçtiği kişiye dönerek öyle bir şey söylerdi ki seçilmiş kişi uzun süre o cümlenin ağırlığını üzerinden atamazdı. Bazı günlerde de ara ara seçtiği kişinin elbisesine dudaklarıyla dokunur, kişinin yüzüne doğru saatlerce konuşuyor olsa da uzaklara, derinliklere doğru daldığı hissi herkese bulaşırdı. Neler mi söylerdi? Sadece kişinin bilebileceği çok özel anları bilir gibi konuşur, çoğunlukla da işin içinden çıkılmaz denilen olaylara yönelik tavsiyelerde bulunurdu. Onu özel kılan ise söylediklerinin tutarlılığıydı. Seçtiği kişi aynaya bakar gibi hissederdi.


Ruh Okuyucusu

Küçük kız ilk kez o gün Türbedar Mualla’yı daha yakından görebilmek için yanına kadar sokulmuştu. Türbedar kısık gözleriyle herkesi selamladıktan sonra kızı fark etmiş ve o da ilk kez heybesine davranıp alışık olunan sırada cicibicileri kızın eline tutuşturup, gül kokularını evin dört bir yanına bulayarak salondaki makamına doğru salına salına yol almamıştı. Türbedar ile kız bir süre kıpırdamadan oldukları yerde birbirlerinin gözlerine bakarak tüm seslere kulaklarını tıkamıştı. İşte, o anın etkisiyle kız ağabeyinin yanına koşmuş ve nefesi kesile kesile şu sözleri bir çırpıda söyleyivermişti:

--Ne düşündüğümü anlıyor gibi baktı abi. Daha sorumu sormadan bakışlarından koşup geldi tüm cevaplar. Göklerin en parlak yıldızlarıydı sanki gözleri. Buluşan sadece gözbebeklerimiz değildi. Öylesine tuhaf bir his ki, nasıl tarif etsem? Işıl ışıl bakışlarıyla başımı okşadı abi. İnanmazsın ama ben gerçekten hissettim. Elleriyle dokunmadan hem de. Saçlarıma dokundu abi! İnanmazsın, biliyorum. Okşadı abi!


İki kardeş için Mualla teyzeleri bir misafirden çok keşfedilmeyi bekleyen büyük bir sırdı. Yıllardır hiç aksatmadan getirdiği gofret ve çubuk krakerleri bir an önce yiyebilmek için kapıda bekledikleri kırk yıllık Mualla teyzelerini Türbedar Mualla diye anar olmuş ve meşhur heybesini de türlü türlü efsunlu hikayelere konu etmeye başlamışlardı. Öyle ki, kızın ağabeyi bir gün dayanamamış ve Türbedar Mualla’nın tuvalete gitmesini fırsat bilip, onca kişinin gözü önünde heybesinin içine bakmanın yolunu bulmayı başarmıştı. Ağabeyinin heybe harekatının tüm detaylarını soluk soluğa dinleyen kız her seferinde heyecandan iki büklüm olur ve kollarıyla bedenine sarılarak, kalın dudaklarından tükürükler saça saça biraz sitemli biraz da göz dağı vererek konuşurdu:

- Ay çok korkunç! Ya seni görseydi? Ya ‘‘Seni pis çocuk! Artık benden kurtulamazsın. Gece rüyana gelip sana bunun hesabını soracağım.’’ deseydi. Hiç mi korkmadın? Hırsız gibi nasıl karıştırdın Türbedar’ın çantasını? Aklıma gelince bile tüylerim diken diken oluyor.

Bu sözleri her söyleyişinde ağabeyinin yüzünde kinayelerle dolu bir ifade belirir ve akabinde ağabeyinin keyifle yüzüne vurduğu şu sözleri göğüslemek zorunda kalırdı:

-Seni küçük şeytan! Sen değil miydin o heybede geçmişiyle ilgili resimler, mektuplar vardır diyen? Ve sen değil miydin cüzdanı var mıydı, içine de baksaydın, orada kesin ailesinin fotoğrafları vardır diyen? Şimdi melek oldun bakıyorum. Şeytan fikirli, bir dudağı yerde bir dudağı gökte küçük cadı!

Ama o gün, Türbedar Mualla ile bambaşka bir ilişki kurmuştu kız. Nefesini tuta tuta konuşmaya çalışıyor ve ağabeyine Türbedar’ın gözlerinden fışkırarak tüm bedenine yayılan güçlü hisleri dilinin döndüğünce tarif etmeye çabalıyordu. Ne yaparsa yapsın o büyülü anın üstünde bıraktığı tesiri ağabeyine aktaramadığını biliyordu. Bir şey olmuştu. Sözlerle dile getirilemeyecek ancak yaşayarak anlaşılabilecek türden olağanüstü bir şey!


Olağanüstü O Şey

Çubuk kraker ve gofretten öte bir şeyler vardı Türbedar’da. Omuzlarına kadar uzanan kınalı saçları ve ay kadar beyaz yuvarlak suratıyla, hayatını adadığı bekçiliğe tezat görünümüyle, onunla ilk kez karşılaşan herkesi şaşkına çeviren bu gizemli kadın, her ziyaretinde evden birisine odaklanır, elbisesinin bir parçasına dudaklarıyla dokunarak gözlerini kapatır ve dakikalarca o halde kalarak tüm ev halkını saniyeler içinde adeta paralize ederdi. O bir tür transa girdiğinde küçükten büyüğe herkes olduğu yerde put kesilir ve nefes almakta bile tereddüt ederdi. Bazen yüzlere bakarak konuşur, çoğunlukla da seçtiği kişinin elbisesini öper gibi dudaklarında gezdirir, sonra yere bakarak tıslar gibi hızlı hızlı anlatmaya başlar ve istisnasız elbisesini öpmeyi seçtiği herkesi göz yaşlarına boğardı. İki kardeşin Mualla’nın söylediklerini duyabilecek kadar yakınına yaklaşmalarına ve bu sıra dışı seanslara katılmalarına izin verilmezdi. Salon kapısının her açılışında kısacık bir an için Türbedar’ı görür ve o daha çayından bir yudum bile almadan onunla tek bağları olan kapı zihinlerini gıdıklaya gıdıklaya tekrar yüzlerine kapanırdı. Türbedar’ın çayını içişini gören iki kardeş bu sahne üzerine türlü türlü komplo teorileri oluşturur ve kurguladıkları bu senaryo yüzünden öyle çok korkarlardı ki gece odalarında tek başlarına uyuyamazlardı.


Yılardır sürüp giden bu düzen ilk kez mayıs ayında bozulmuş, Türbedar üçüncü haftanın cumasında değil ayın son haftasında perşembe günü ziyarete gelmişti. Ağabeyi kırk derece ateşle hasta yatağında sesi soluğu kesilmiş bir halde yatarken, kız tek başına kalmanın yarattığı can sıkıntısıyla Türbedar’ı kapıda karşılamamış ve istisnasız her gelişinde heybesinden çıkarıp verdiği çubuk kraker ve gofretleri almak için sabırsızca yoluna çıkmamıştı. Bir kenarda sessiz sessiz oturup elleriyle oynarken Türbedar Mualla’nın yanına kadar sokulduğunu ve bir süredir kendisini izlediğini de fark etmemişti. Ta ki, birinin varlığını hissedip, arkasını dönüp, Mualla ile karşılaşıncaya dek!

Küçük kızla Türbedar bir süre sadece birbirlerine baktılar. Kız bir anda ayağa fırlayıp sersemlemiş bir halde derin bir nefes alarak geriye doğru sendeledi. Mualla olduğu yerde kıpırdamadan duruyor ve gözlerini kızın gözlerinden bir an için ayırmıyordu. Türbedar Mualla’nın salona gelmemesiyle işkillenen ahali Mualla ile kızı o halde görünce ellerini böğürlerinde kavuşturup, çıt çıkarmadan, o anın mahiyetini çözmeye çalışıyorlardı. Küçük kız geriye doğru birkaç adım attıktan sonra durdu. Gördükleri karşısında tüm ailesi gibi o da şaşkındı.

Mualla ağlıyordu.


Sorgu

O günden sonra Türbedar evlerine yaptığı ziyaretleri kesmiş ve babaanne Saadet hanımın görüşme taleplerini de sessizlik yemini kararı aldığı gerekçesiyle geri çevirmişti. Herkes kızı olanları anlatması için sıkıştırıyor, Türbedar’ı kıracak ne yapmış olabileceği konusunda akıl almaz nedenler bulmaya çalışıyorlardı. Kız gözyaşları içinde yeminler ediyor, ağabeyi ile tüm yaptıklarını bir bir anlatıyor ve itiraflarını desteklemesi için de ağabeyine şahitlik etmesi için yalvarıyordu. Ağabeyi de paşa gönlü ne derse ona uygun tavırlar takınıyor, bazen kızın sözlerini destekler konuşuyor, isteklerini yapmaması durumunda da aba altından sopa göstermeyi ihmal etmiyordu. Bir anda ailenin günah keçisi olan kız, muteber kişiliği ile gönüllere taht kurmuş Türbedar Mualla’yı ağlatıp kaçıran kişi olarak lanetlenmişti.

-Kızım ne dedin kadıncağıza? Ağlattın kadını. Kızmayacağız bak, korkma.

-Vallahi billahi yenge, ben bir şey demedim! Hep bakardı da bana, bu kez ne oldu, ben de anlamadım? Garip bir kadın Mualla teyze. Niye ağladı, bilmiyorum. Ben ağzımı açmadım ki!

-Çantasını karıştırmışsınız, daha ne yapacaksınız kızım? Ayıp değil mi?

-Yeminle babaanne, kötülükten yapmadık. Ailesi var mı diye merak ettik. Ağabeyim karıştırdı zaten. Ben dokunmadım çantasına.

-Pis cadı. Demek ben karıştırdım, öyle mi? Ağlatıp kaçırdın Mualla teyzemi. Çarpılacaksın. O dudakların iyice büyüyecek. Oh, iyi olacak!

-Ben tek kelime etmedim, yemin ederim!

-Sen değil miydin gelip Mualla teyzeciğim hakkında abidik gubidik hikayeler anlatan? Yok ellemeden saçını okşamış, yok gözlerinde acayiplik varmış… Kim bilir, Mualla teyzeciğime de ne iftiralar attın ki, kadın ağlaya ağlaya kaçtı!

-Yalan! Vallahi ağzımı açmadım. Bana baktı baktı, sonra gözleri yaşardı. Dahasını bilmiyorum, korktum kaçtım zaten. Siz de oradaydınız ya!

Zavallı kız, kan ter içinde kendini müdafaa etmeye çalışırken, daha fazla üstelemenin çözüm getirmeyeceğini anlayan ev halkı, kıza yönelik sözsüz bir cezalandırma yöntemi uygulamaya başladılar. Sık sık Türbedar’dan söz açıp aniden manidar bir sessizliğe bürünüp kızı kendi içinde bir sorguya mahkûm ediyorlardı. Bu sözsüz işkence aylarca sürdü.

Ta ki o güne kadar…


O Gün

Bir mektup geldi Mualla’dan.

Kızın annesi açtı zarfı.

‘’Annem’’ yazıyor dedi.

Tüm aile bu kelimenin sırrını çözmeye çalışırken, neden sonra küçük kızın gözyaşlarını fark ettiler.

Bir köşeye sinmiş için için ağlıyordu.

‘’Demek onu en çok annesi sevmiş. Bir annesi varmış. Ve onu çok sevmiş.’’

‘’İşte, buydu merak ettiğim Mualla teyzemde. Onu en çok kimin sevdiği? ‘’


Yıllar sonra Türbedar Mualla’nın vefat ettiği haberi geldi. Bebekken sokağa atıldığını ve çocuk esirgeme yuvasında büyüdüğünü öğrendiğinde Türbedar Mualla’nın gönül güzelliği karşısında kızın içi titredi. Kız, o uzun bakışma sırasında, onu en seven kişinin kim olduğu sorusunu aklından geçirmiş, herkesin kaderi hakkında konuşan Türbedar Mualla belli ki hiç tanımadığı annesiyle ilk kez o an karşılaşmış ve gözyaşları içinde onu affetmişti.

Kız bu hissi kimseye anlatmadı.

Anlamazlardı.

Ebedi yuvasına gönül bağı kurduğu dostları tarafından çiçeklerle yerleştirilen Mualla teyzesinin ölüm haberini neden sevinçle karşıladığını anlamadıkları gibi….

Comments


bottom of page