top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Necati Bey’in Duymadığı Çığlıklar ve Avokado

"Sevgiyi göstermekte cimri davranmadığında başarısız sayıyorsun kendini. Onu özlediğini söyleyemiyorsun. O an Özlemek ölmekten iki harf fazla dizesi mühürleniyor dilinin altına."


Dilek Altundağ



Necati Bey ve çocuklarını evde bekleyerek geçmiyor zaman. Dışarı çıkıyorsun. İçinin sıkıntısı gibi hava. Bunaltıcı. Torosların dibine kurulan Seydişehir, bu zamanlarda serin olması gerekirdi halbuki. Mevsimlerin nevrinin dönmesini yadırgıyorsun.

Leblebi kokan dükkânların yanından geçerken Bankalar Caddesi’nde gölge bir yer arıyorsun gözlerini kısarak. Önünde durduğun Mavi Köşe marketinin camında müşterileri içeriye davet eden haftanın ürünleri afişlerine bakıyorsun. Evde ihtiyaç olanlar kurcalıyor zihnini. En çok tükettiklerin geliyor aklına: ekmek, kahve, avokado. 


Necati Bey gibi günün yarısını market reyonlarında ürünlerin fiyat etiketini inceleyerek vakit geçirmek sana göre değil. Defalarca dile getirdin bunun saçma olduğunu ona da. Hatta tam da durduğun yerde -tahıl reyonlarının önünde- anlamını kendin bile çözemediğin çığlıklardan birini attın. Can yakmanın o küf renkli acıtan dikenli dokusu, ansızın çarpan tokat gibi. Hep attığın çığlıklardan biriydi sadece. 


-Bir keresinde zaman sarf ederek hazırlandığın, göz alıcı giyiminle her zaman dikkati üzerine çektiğin akrabalar gününe gittiğiniz o gün; odayı dolduran eltilerinin, görümcelerinin, ortalıkta koşuşturan çocukların yanında konuyu alışverişe getiren Necati Bey’in senin hesap kitap işlerinden anlamadığın için alışverişi sevmediğini söylediğinde attığın çığlık: Dikenli, yabancı, soğuktu. Bir keresinde de kaza yapmaktan korktuğu için araba kullanamayan Necati Bey’e Rönesans tablolarındaki kibirli melekleri aratmayan bakışlarınla “Araba kullanmayı bilmiyorsan git trene bin,” dediğinde attığın çığlık: Histerik, kışkırtıcı, acımasızdı- 

Çığlık senfonisi dinleyen Necati Bey’in ruhunda isyan bayrağı dalgalanmıyordu hiçbir zaman. Çatışmanın ortasından çok sesli düşünmeyen kişiliğiyle kurtarıyordu kendisini. Senin dilinden dökülen şekilsiz kelimeler; makarna reyonlarına, pilavlık bulgurlara, pirinç paketlerine çarpıyordu. En çok da boz bulanık gibi akıp giden akvaryum fanusunu teğet geçiyordu.


Sebze reyonunda kaldı aklın. Avokadodan birkaç tane daha almayı düşündün. Necati Bey olsaydı avokadodan üç tane almanın daha kârlı olacağını söylerdi sana. O, böyle hesap yaparken kafanın içinde sayılar birbirinin üstünde çıkıp yarışırdı. İki tane daha alınınca beş avokado ücreti ödemenin denklemini bir türlü kuramazdın zihninde. Alışverişi sevmeme fikrini bir kenara itip kendini marketten dışarıya atıyorsun.  


Caddede yürürken dışarıdaki havanın bunaltıcılığı yapay neşeni söndürüyor. Geçen gün sen evde değilken geri dönen kargonu- Necati Bey’in yüzde otuz indirimli diye sipariş ettiği kitabı- teslim almaya gidiyorsun. Heyecanla açıyorsun paketi. Huzursuzluğun Kitabı çıkıyor içinden. Halbuki sen öykü kitapları dışında başka türleri okumadığını söylemiştin ona. Histerik kahkahaların içinde kalıyor bu kez. Ama durduramıyorsun kendini. İllaki birkaç kelam edeceksin Necati Bey’e. Elin telefona gidiyor. Bu kitabı niçin aldığını soruyorsun ona. Sana farklı dünyaları tecrübe etmek için kalbur üstü okumalar da yapmak istediğini hatırlatıyor. Zihnindeki düğümler çözülüyor. Hak veriyorsun ona ama dilinin ucuyla. Sana gününü nasıl değerlendirdiğini soruyor. Son zamanlarda kullandığın tek yüklemli sözcük çıkıyor ağzından. Hiç. Senin kurtarıcı anahtar kelimen oluyor. Sevgiyi göstermekte cimri davranmadığında başarısız sayıyorsun kendini. Onu özlediğini söyleyemiyorsun. O an Özlemek ölmekten iki harf fazla dizesi mühürleniyor dilinin altına.   


Meyus, yalnız kaldığın akşamların birine sığınarak dönüyorsun eve. Anahtar her zamanki gibi yerinde duruyor. Paspasın altında. Bu yaşayışındaki rahatlık anahtarı koyduğun yer, geleceğe güven elbette. Evde çalınacak bir şey olmamasından değil. 

Eve giriyorsun. İçerisi kapkaranlık. Panjurlar kapalı. Hafifçe açıyorsun güneş ışıklarının gün içindeki vurma açılarına göre ayarlıyorsun perdeyi. Kalorifer peteğiyle kanepe arkasında sıkışıp kalan saksıyı çekiyorsun gün ışığına. Necati Bey’in gözlerini halının çiçek desenlerine dikerek “Çiçek giren ev huzurlu olur,” dediği geliyor aklına. Aydınlıkta kalan tek odaya mutfağına gidiyorsun. Evin sana ilişkin en fazla söylenebilecek şeylerin olduğu köşesine. Her yer kar tanesi gibi. Dolaplar, tezgâh, duvar. Halı bile bembeyaz. 

Necati Bey olsaydı şimdi yemek pişirirdiniz. Onunla mutfakta vakit geçirmeyi seviyorsun. Anlaştığınız tek ortak payda bu. Yemekleri kendiniz için pişirseniz bile başkaları için yapıyormuş gibi özenli oluyorsunuz. Bazen de özel misafir geldiğinde umursamaz davranabiliyorsunuz. Necati Bey’in karnınızı doyurmak için “Bir lahmacun yeter,” deyişi dervişlerin “Bir ekmek bir su yeter,” deyişi gibi geliyor kulağına. Yemek faslında yoruluyorsunuz hâlince. Bir kahve içme teklifi geliveriyor birinizden birinin aklına. İllaki küçük ev aletleri size özel bir saygı payesi vererek yetişiyor imdadınıza. Türk kahvesiyle Menengiç kahvesi arasında ufak bir çekişme geçse de Necati Bey, senin “yaşamın gayesi” için kusursuzluk çabanla savaşmıyor yine. Yorgunluk kahveni içerken yüzünde muzaffere özgü bir zafer ifadesi beliriyor. 


Tezgâhın üstüne bıraktığın ekmekle zeytini dolaba koyuyorsun. Avokadoyu soyup üzerine limon sosu, tuz ilave ediyorsun. Ağzın sulanıyor avokadonun bir parçasını yiyorsun. Olgunlaşmamış avakodo, kekremsi bir tat bırakıyor damağında. Necati Bey’in hesap-kitap işine uymayıp iç sesini dinlediğin için teşekkür ediyorsun kendine. Şu an yanında olmadığı için onun da tarifsiz bir elektrik akımına kapılmaması, şanslı olduğunu düşündürüyor sana. Mutfağını inceleyerek dışa dönük aydın bir kadın imgeni yaratıyorsun. Sistemlisin. Duyarlılığın çözüm odaklı. Becerini hayal gücünün eline veren salonuna giriyorsun. Hep soğuk bulduğun evin en uzak odasına. Gümüşlükte rahmetli annenin ilmek ilmek dokuduğu dantellere erişiyor gözün. Dantellerin üstündeki tunç çerçevelerden birini alıyorsun eline. Sanki aile albümünden oluşturulmuş bir bölüm burası. Çocukların ve Necati Bey’le Balıklıgöl’de çekindiğiniz fotoğraflar, varoluşun katmanlarında üst üste dizilme yükümlülüğünü üstleniyor âdeta. Her birinin çerçeveleri birbirinden farklı. Papatyalı, mavi boncuklu, düz-siyah çizgileri olan gümüş çerçevelerden bir koleksiyon yaptığını yeni anlıyorsun belki. 


Yaşanmış bu hayat parçacıklarını değerlendirme niyetine yanıt arıyorsun. Kanepelerin ahşap süslemeleri takılıyor gözüne. Hiç simetrik değil. Boyası kalkmış kaplaması yıpranmış. Mobilyalarını değiştirmek istiyorsun. Mor çiçek motifli kanapenin kumaşlarında Alaçatı evlerini anımsıyorsun. Necati Bey’le kahve keyfini en çok burada yaptığınızı ansıyorsun. Yüzünde gülümseme beliriyor o an. Saksılardaki çiçeklerin günlerdir sulanmadığını fark ediyorsun. Ah! Küçük oğluna -bir ergenin sorumluluğuna- bıraktığın geliyor aklına. Necati Bey olsaydı; on beş günde saksıların toprağını eşeler, dinlendirirdi. Çiçeklere su vererek bakardı sevgisiyle. Günlerdir öykülerini yazdığın karakterlerinle kapandığın bu odada tek canlı şahidin çiçekler oluyor. Onların da öykülerini, hayatlarını yazarsın doğal dürtülerini simgesel ipuçları sayarak.     


Yarın bayram. Necati Bey’le çocukların olmadan geçireceksin bu kutlu günü de. Onları bir gün içinde bin yılı katetmiş gibi özlediğini duyumsuyorsun. Yalnızlığını bir nebze unutturacak kitabını alıyorsun eline sabırsızlanarak. Huzursuzluğun Kitabı. Fernando Pessoa’nın huzursuzluğu çöküyor üzerine. Kitap, mürekkep ve kelimeler tünel oluyor aranızda. Bu tünelde kitapla senin aranda bir dil, bir şifre yaratıyorsunuz birbirinize. Yalnız olmadığınızı  düşünüyorsun. Bütün gizemlerin ve kaygıların bir satranç oyuncusu misali zihninde gölgelerle süzülürken dalıyorsun kitaba.

bottom of page