Öykü: OKB
"Ben bilmiyor muyum seni yorduğumu. Fiziksel yorgunluk değil bahsettiğim ha, o da var ama ruhunu yordum hayatımdaki herkesin."
Doğan Görmez
Arabaya bindiğimizden beri sessizdik. Birden, uykusunda sayıklar gibi konuştu. Ne dediğini anlamadım. Tam konuştuğu sırada tünele girmiştik. Arabanın motor sesi tünelin içinde boğuk boğuk yankılanıyordu. Bir yandan yola odaklanmaya çalışıyor, direksiyonu sıkıca kavrıyor bir yandan da tünelin tavanındaki turuncu ışıkların ön cama vurup hızlıca, sıra sıra arkaya doğru kayışını takip ediyordum. İşte tam o anda konuştu. Kemeriyle oynayıp yerinde kıpırdandı. Montunun hışırtısıyla söyledikleri birbirine karıştı. Kafamı hafif sağa doğru eğerek kulağımı ona yaklaştırdım. Gözlerim kısıktı ve kaşlarım çatılmış haldeydi. Gözlerimi yoldan ayırmadan söylediği şeyi tekrarlamasını bekledim. Bu sefer daha yüksek sesle ve kesin bir ifadeyle konuştu: “Durmamız gerek.”
Tünelden çıktıktan sonra uygun bir yer bulup sağa yanaştım. Asfalttan ayrılıp hafif çakıllı bir boş alanda yavaşladım. Lastiklerden fırlayan küçük taşlar arabanın altına sıçrayıp takırdadı. Durdum. Arabanın farları bir yerleri sarı sarı aydınlattı. Çakıllı boşluğun bittiği yerde başlayan koyu kahverengi toprak, birkaç küçük çam ağacı, az ötedeki küçük bir çalılık, oradan buradan fırlayan otlar ve yabani birkaç çiçek… Bir süre ikimiz de arabanın tekdüze motor sesini dinledik. Yanımızdan ve karşıdan birkaç araba geçti. Neden sonra Serdar’a döndüm ve merakla baktım. O da bana döndü. Göz göze geldik. Mahcup bakıyordu. Utana sıkıla konuştu. “Abi hani az önce bir tünelden çıktık ya,” dedi. “Evet,” dedim devam etmesini istercesine. “O tünelin adı Tekkebak. Uzunluğu da 170 metre. Tünele girmeden önceki tabelada öyle yazıyordu.” Söylediklerini sabırsızlıkla dinliyordum. Bunu nereye bağlayacağını merak ediyordum. Gözlerini yere indirdi, arabanın konsolunda gezdirdi. Yutkunup devam etti. “Bir önceki tünel çok uzundu. Tünelin adını da hatırlıyorum. Nefise Akçelik. Ama 3805 metre mi yoksa 3905 metre mi onu hatırlayamıyorum. Kafam karıştı. Geri dönelim, o tabelayı görmem gerekiyor. O tabelayı görmezsem kaza yapabiliriz.” Bildik cümlelerdi bunlar, daha önce benzerlerini duymuştum. Sinirlendim elimde olmadan. Derin bir nefes aldım. Sakinleşmeye çalıştım. “Serdar ne olur başlama yine. Bak gecenin bir saatinde kalktık köye gidiyoruz. Arabayı al, sen git dedim. Olmaz yanımda biri olmalı, tek gidemem dedin. Çıktık yola. Bak neredeyse üç saattir yoldayız. Köye varmak üzereyiz. Şimdi o tünele dönmek için bir sonraki sapağa kadar gideceğiz, geri döneceğiz. Bir sürü zaman kaybı. Hem internetten bakalım, kesin yazıyordur tünelin kaç metre olduğu. Hadi Serdar, çıkar telefonunu da bakalım he?” Ben bunları söyledim ama tabii ki Serdar’ın ikna olacağı yoktu. Umutsuzca başını iki yana salladı. “Olmaz abi, biliyorsun tabelayı görmeliyim.” dedi. Direksiyona yapıştım, gaz pedalına yüklendim.
Yaklaşık yarım saat gittikten sonra sapaktan geri döndüm. Hiç konuşmadan yol alıyorduk. Sinirlendiğimi anladığı için sessiz kalmayı tercih ediyordu. Benim de konuşma isteğim yoktu zaten. Bir an önce köye gidip, işimizi halledip eve dönmek istiyordum. Bir süre daha ilerledikten sonra Serdar’ın bahsettiği tünel göründü. Tünele yaklaşınca iyice yavaşladım. Tabela da göründü. Serdar biraz öne eğildi, dikkatlice baktı tabelaya. NEFİSE AKÇELİK TÜNELİ 3805 metre. “Tamam,” dedi yüzünde çocukça bir gülümseme belirirken. “3805 metreymiş,” deyip arkasına yaslandı. Koltuğa yayılıp rahatça oturdu. Hızlandım. İleriki sapaktan tekrar köy istikametine döndüm. Bir saatten fazla zaman kaybetmiştik. İlerledikçe uykum geliyordu. Köye az kalmıştı. Alelade bir benzinlikte durdum. “Tuvalete gideceğim. Geliyor musun?” dedim. Arabada oturacağını söyledi. Arabadan indim. Hava soğuktu. Montuma sıkıca sarındım. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Doğrudan benzinliğin market ve tuvalet bölümünün olduğu tarafa yöneldim. Otomatik cam kapı, önümde iki yana gürültüyle açıldı. Market, küçük iki içecek dolabıyla bisküvi, çikolata, kraker, cips gibi atıştırmalıkların sıralandığı tozlu raflardan ibaretti. Tezgâhta kollarını kavuşturup başını kollarına gömmüş gençten bir adam kapının sesiyle irkildi. Başını kaldırıp bana boş boş baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi, alnında montunun bilek kısmının lastik izi vardı. Başımla selam verip tuvaleti işaret ettim. Yavaşça gözlerini yumup açtı. Başını tekrar kollarına gömdü. Tuvalet kısmını marketten ayıran kapıyı açıp içeri girdim. Serdar’ın arabadan inse bile tuvaleti görür görmez gerisin geri döneceğini düşündüm. Pisuvar ağzına kadar sidik doluydu. Onu kullanamazdım. Dışarıya açılan, tavana yakın küçük pencere tamamen açık olmasına rağmen içerideki koku dayanılır gibi değildi. Pencereden giren soğuk hava da cabasıydı. Yerdeki beyaz fayansların arasındaki derzler kapkara olmuştu. Açık kalmış bir musluktan tıslama halinde incecik bir ses geliyordu. Tuvalet bölümünün içindeki iki kapıdan birini dirseğimle itip içeri girdim. Koku burada daha da yoğundu. İşimi hızlı hareketlerle halledip her tarafı sararmış lavaboda ellerimi güzelce yıkadım. Tuvaletteki belki de tek iyi şey sabunluğun ağzına kadar dolu olmasıydı. Tuvaletten tekrar market bölümüne geçtim. Kasadaki adam hâlâ uyuyordu. Kendimi dışarı zor attım. Titretici bir soğuk yüzüme çarptı. Gecenin soğuğu insanın içine işliyordu. Benzinliğin uzak bir köşesine geçip sigara içmeye başladım. Arabayı Serdar’ın olduğu taraftan, yandan görüyordum. Yirmi metre kadar uzağımdaydı. Serdar, kafasını önüne eğmiş oturuyordu. Mavimsi bir ışık yüzünü aydınlatıyordu. Telefonda bir şeylere bakıyordu. Ara sıra gülümsediğini görebiliyordum. Tıraşlı yüzü onu olduğundan daha küçük gösteriyordu. Benim gibi kirli sakallı değildi. Sana sakal yakışıyor; benim suratım ablak, bana yakışmıyor dediği geldi aklıma. Sakalı ben de kendime yakıştırıyordum ama erkenden beyazlayan saçlarım beni otuzlarımın sonunda değil de elliye merdiven dayamış gösteriyordu. Aramızdaki yaş farkı beşten on beşe çıkıyordu böylece. Ben bunları düşünürken Serdar’ın yüzündeki ışık söndü. Etrafına bakındı sıkıntıyla. Beni gördü, göz göze geldik. Sigaramı gösterdim, başını aşağı yukarı birkaç kez salladı. Bir yandan olduğum yerde küçük küçük adımlar atıp ısınmaya çalışıyor bir yandan da sigaramı güçlü nefeslerle içiyordum. Birkaç fırt daha çektikten sonra sigarayı yere atıp ayağımla ezdim. Dumanı havaya üfleyip arabaya yöneldim. Kapıyı açtım, oturdum. Arabayı çalıştırdım. Tam kemerimi takarken Serdar kapıyı açıp indi. Şaşkın gözlerle onu takip ettim. Benim geldiğim tarafa doğru gitti. Yerdeki sigaraya ayağının ucuyla iyice bastırdı. Bunu birkaç kez tekrarladı. Koşar adım arabaya döndü. Oturdu. Burnunu çekerek konuştu. “Amma soğukmuş ha!”
Köye varmak üzereydik. Serdar “Dikkat ettim de bir tabelaya ulaşmamız sekiz veya dokuz saniye sürüyor genelde,” dedi. Ne dediğini anlamadım. “Nasıl yani?” diye sordum. “Hani bu, hangi ile kaç kilometre kaldığını gösteren tabelalar var ya, ne bileyim ya da köprülerin, tünellerin tabelaları… Biz giderken o tabelalardan herhangi birini gördüğüm anda içimden saymaya başlıyorum. Biz tabelaya yaklaşıyoruz, yaklaşıyoruz. Tam biz arabayla tabelanın yanından geçtiğimizde kaç saniye olduğunu tespit ediyorum. Genelde sekiz veya dokuz saniye oluyor. Ama gündüz olsa daha uzun sürebilir tabii. Tabelayı daha ilerideyken görebilirim. Ya da yol çok virajlı olursa daha kısa sürede ulaşırız tabelaya. Ortalama sekiz, dokuz saniye ama bugün rekor on iki saniye. Bir tabelaya on iki saniyede ulaştık. Gözlerimi yoldan bir iki saniyeliğine ayırıp Serdar’a baktım. Bunları, çok zor bir işi halletmiş gibi şevkle, karmaşık bir olaya mükemmel bir çözüm bulmuş gibi mutlulukla anlatıyordu. Yüzünden neşe saçılıyordu konuşurken. “Yorulmuyor musun, Serdar?” dedim neşesini bölerek “bunları düşünürken.” Yüzü düştü birden. O çocuk heyecanı yüzünden silinip gitti. “Yoruluyorum abi,” dedi ağlamaklı. “Hem de çok yoruluyorum. Kendim de yoruluyorum. Etrafımı da yoruyorum. Farkındayım. Karımı yoruyorum, çocukları yoruyorum, seni yoruyorum. Herkesi yoruyorum. Bak saatlerdir yoldayız. Yatağından kalktın da benimle yollara düştün. Ben bilmiyor muyum seni yorduğumu. Fiziksel yorgunluk değil bahsettiğim ha, o da var ama ruhunu yordum hayatımdaki herkesin. Biliyorum abi, farkındayım her şeyin. Ama elimde değil, sen de bunu biliyorsun. Engel olamıyorum kendime. Psikoloğa da gittim, biliyorsun. Olmuyor, aşamıyorum abi. Yoruldum tabii, yorulmam mı hiç. En çok da insanları yormaktan yoruldum.” Sustum, bir şey diyemedim. O da sustu. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Ufuk çizgisinde beliren beyazımsı ışık önce kırmızıya sonra da turuncuya dönmeye durdu. Ana yoldan köye gidilen ara yola saptık. Birkaç kilometre daha ilerledikten sonra köye girdik. Çamlar, akasyalar, söğütler, yolun iki yanında sıralanmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan yeşillikler pasparlak uzanıyordu önümüzde. Köyün girişindeki evlerde hiç hareketlilik yoktu. Herkes uykusundaydı. Sadece mezarlığın hemen yanındaki evin üst katındaki perde belli belirsiz dalgalandı. Sonra o ev de diğerleri gibi kıpırtısız bir sessizliğe gömüldü. Mezarlığın kapısına gelince durdum. Serdar’a dönerek “İşte geldik,” dedim. Kemerini hemen çözdü. Arabaya bindiğinden beri ayağının dibinde duran poşeti aldı, açtı. İçinden boya fırçası ve küçük bir boya kutusu çıkardı. Arabadan indi. Ben de oflaya puflaya indim arabadan. Bu kadar yolu boşuna geldiğimizden adım gibi emindim. Arabadan iner inmez ıslak çimen ve ot kokusunu duydum. Hava geceki kadar olmasa da soğuktu. Serdar mezarlığa çoktan girmişti. Elinde boya kutusu ve fırçayla annemle babamın mezarına doğru seğirtti. Ben de peşinden gittim. Mezarlık köyde ağaçların en sık olduğu yerdeydi. Mezarlıkta bütün bitkilerin üstü çiy doluydu. Saksağanlar, eski bir makinenin dişlilerinden çıkan düzensiz çalışma sesini andıran sesleriyle dallardan dallara uçuyor; siyah beyaz renkleriyle göz kamaştırıyordu. Yürüdükçe sabahın taze havası ciğerlerime doluyor ve her adımda kendimi daha dinç hissediyordum. Annemle babamın yan yana olan mezarlarını uzaktan gördüm. Serdar, mezar taşlarının başında elinde kutu ve fırçayla dikiliyordu. Öylece, heykel gibi bakıyordu sadece. Tek bir kası bile hareket etmiyordu. İyice yaklaştım. Mezar taşları sapasağlam duruyordu. Üzerlerindeki yazılar da simsiyah parlıyordu. Yazılarda ne bir boya atması ne bir solma vardı. İlk günkü gibiydi. Beni fark edince uykudan uyanır gibi oldu Serdar. Kendine geldi. Çenesiyle mezar taşlarını işaret ederek “Baksana gerek kalmadı,” dedi. “bunları boşuna getirmişim,” diye ekledi elindekileri biraz havaya kaldırıp. Bu söylediğini duyunca sinirlendim. “Yani buraya boşuna gelmedik de elindekileri boşuna getirdin öyle mi?” dedim sesimi yükseltip. “Ne bekliyordun Serdar? Daha iki ay önce buradaydık. Çoluk çocuk hep beraber piknik yaptık evin önünde. Sen yine eline aldın boyayı, fırçayı. İkisinin de mezar taşındaki yazıları güzelce boyadın. Elindeki boyaya dünyanın parasını vermiştin. En kalitelisini almıştın. Hem de kaçıncı kez. Ne yağmurdan ne kardan etkilenir o boya, yıllarca çıkmaz. Sen de biliyorsun bunu. Sen burada mezar taşlarındaki yazıları boyarken biz de evi topladık, temizledik. Kapattık evi, buradan hep birlikte mutlu ayrıldık. Daha iki ay oldu Serdar, iki ay.” Konuştukça sinirim yatışacağına artıyordu. Yanaklarımın, kulaklarımın kıpkırmızı kesildiğini hissedebiliyordum. Durduramıyordum kendimi. “Düştük yollara, geldik. Neymiş, ya boyalar çıktıysa. Çıksın ulan çıksın. Ne olur çıkarsa? Saatlerce yol tepmeye değer mi buraya kadar?” Ben konuştukça Serdar başını önüne eğdi. İki damla yaş süzüldü yanaklarına. Elindekiler yere düştü. Boya kutusunun eğreti duran kapağı açıldı. Boya aktı otlara. İki üç karışlık alan yeşilden siyaha döndü hemencecik. Serdar hiçbir şey söylemeden mecalsiz adımlarla arabaya doğru yürüdü. Ben orada öylece kaldım. Ayakta bekledim birkaç dakika. Zaman geçtikçe üzerine çok gittiğimi düşünmeye başladım. Hak etmedi bunu ama ben de insanım, bir yere kadar dedim kendi kendime. Babamla annemim mezarını çevreleyen mermerin kenarına oturdum sonra. Bir sigara yaktım. Yavaş yavaş içtim. Gelmişken dualarını okudum. Çıktım mezarlıktan. Serdar arabada oturuyordu. Küskün, dalgın bir hali vardı. Öylece dışarıyı izliyordu arabanın camından. Kapıyı açtım. “Buraya kadar gelmişken şu eve bir uğrayayım. Evi havalandırayım geliyorum,” dedim. “Olur,” dedi kafasını hiç benden yana çevirmeden.
Dönüş yolunda hiç konuşmadık. Serdar yolun çoğunda uyudu. Benim de iyice uykum gelmişti. Bir an önce eve varmak istiyordum. Önce Serdar’ı evine bırakacaktım. Onun evinin olduğu sokağa girince uyandı. Esnedi, gerindi. Öğlen olmak üzereydi. Evin önünde durdum. Tam inecekken aniden bana döndü. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Büyük bir heyecanla hızlı hızlı sordu:
“Abi kapıyı kilitledin mi?”
Şaşırdım. Neyden bahsettiğini anlamadım. “Ne kapısı oğlum?” diye sordum.
“Köydeki evin diyorum, kapısını kilitledin mi?”
Comments