Öykü: Orkestra Şefi
Odadakiler, dönüp birbirlerine baktılar. Bakışlar masaların ortasındaki boş alanda birleşip derin bir kuyuya dönüştü. Pişman olacak oldular, vazgeçtiler. Kuyuya attılar odada asılı kalan kırıcı cümleleri ve güne devam ettiler.
Betül Deveci
İki uyku yastığını üst üste koyup en üste de onunkini yerleştirdikten sonra-çünkü hâlâ kokusu üstündeydi Neriman’ın - secde eder gibi, dizlerini karnına kadar çekip yüzüstü kapanarak, o yastıklara sarılarak uyuyordu Şevki.
Buna uyumak denirse!
Çalıştığı devlet dairesinde, eskiden önünden düğmesini ilikleyerek geçen tanıdıklar, artık göz ucuyla selam veriyorlardı. Ben çok meraklıyım sanki size! Fısıldaşanları, bıyık altından gülenleri gördüğü oluyordu. O zaman gözlerini kırpıştırıyor, masasına dönüyor, evlatlarının fotoğraflardaki gülüşlerine dalıp gidiyordu. Babalarını düşünüyorlar mı acaba? Neriman’ın ela gözlerine kâğıttan bakmak, toprağı eşeleyip altından çıkarıp onu, hayatına geri katmak isteği uyandırıyordu. Birden belirse mutfakta. Kahvaltıya ekmek kızartsa mesela.
Yaşamında düzen kalmamıştı. Kafası çok çabuk karışıyordu. Marketten gereksiz şeyleri alıp çıkıyor, faturaları zamanında ödeyemiyordu. Çocuklarının, torunlarının doğum günlerini hatırlayamıyor, Neriman’la hangi yıl evlendiklerini, kaç ev değiştirip en son bu bahçeli evi aldıklarını hafızasında bulamıyordu.
Bacaklarında farklı bir his oluşmuştu son zamanlarda. Oturduktan veya uzandıktan bir süre sonra bacakları birden hareket etmek istiyordu. O zaman kalkıp yürüyordu. Nasıl tarif edeyim? Edemiyorum. O olsa kesin anlardı beni. Ağrı mı? Değil. Titreme gibi ama o da değil. Eee, yaşlandın artık Şevki! Koridorlarda gezinirken arkadaşları, evde yürürken kafasındaki insanlar, ona katıla katıla gülüyorlardı sanki.
Orkestrayı, onlarca insanın o doğaüstü uyumu nasıl tutturduğuna şaşardınız, tek bir hareketi ile durduran şefin kudretli yüzü gibi bir yüz, ona: “Dur!“ derdi. “Dur, ayağa kalk, yürü!”
-Necati Bey oğlum, ben biraz dolaşıp geleyim. Sen benim telefona bakıver çalarsa.
-Tabii, bakarım Şevki amca. İyi misin?
-Uykusuzum. Bir huy belirdi bende, uyutmuyor. Bacaklarımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Yürüyünce geçiyor, oturunca başlıyor.
-Allah Allah! Ağrıyor mu?
Karşı masadan Akif söze karıştı:
-Senin doktora gitmen gerek Şevki kardeşim. Bu nereye kadar sürecek böyle?
-Gideyim, gideyim de kime gideyim? Hem ne diyeceğim doktora? Bacaklarıma söz geçiremiyorum mu diyeyim?
Başkası:
-Bence sen ortopediye git abi, dedi.
Bir diğeri:
-Yok, yok… En iyisi dâhiliye.
Sami Bey, boğazını temizleyip:
-Şevki’ciğim, arkadaşım. Bilirsin, seni üzmek istemem. Bence sen bir ruh doktoruna görün. Hiç iyi görünmüyorsun. Aklın havalarda! Eee… Yengeyi kaybedince dağıttın kendini biraz.
Üzmek istemezmiş! İstemiyorsan sus be adam!
Oradan Feridun atıldı:
-Şevki abi, ben de fark ettim sendeki değişikliği. Söylemeyecektim ama madem konusu açıldı… Tarihleri yanlış yazıyorsun. Dosyaları karıştırıyorsun. Saygımdan bir şey demiyorum ama arkanı hep ben topluyorum abi! Kusura bakma, seni severim, sayarım. Yalan da diyemem, durum böyle.
Feridun, hızını aldı, son noktayı koydu:
-Şevki abi, senin evde dinlenme zamanın geldi abi! Uğraşma böyle işlerle sen. Otur koltuğuna, gazeteni oku, torunlarınla zaman geçir. Emekli ol bence!
Peh! Sanki ben istemiyorum torun sevmeyi! Gelmiyorlar ki sevelim!
Ceketini aldı. Kasketini taktı, çıktı. Yıllar içinde sararmış perdenin boncukları titredi kapının şiddetinden. Odadakiler, dönüp birbirlerine baktılar. Bakışlar masaların ortasındaki boş alanda birleşip derin bir kuyuya dönüştü. Pişman olacak oldular, vazgeçtiler. Kuyuya attılar odada asılı kalan kırıcı cümleleri ve güne devam ettiler.
Sekreterliğe geçip emeklilik dilekçesini verdi. İstemeye istemeye odaya döndü. Masasındaki fotoğrafları aldı. Kimsenin yüzüne bakmadı. Yalnız, kapıdan çıkarken belli belirsiz söylendiği duyuldu: “Yazıklar olsun size be! Yazıklar olsun! “
Eve girerken yan kapı komşusu Ayten Hanım, bahçesinde oturduğu yerden seslendi:
-İyi misin Şevki Bey? Fena bir şey mi oldu? Gel bir çayımızı iç.
-İyiyim, iyiyim.
-Yemeğin var mı? Karnın açsa bir kap yemek koyayım. Çocuklar neden hiç uğramıyorlar? Evin işlerine koşan bir kadın tutalım sana istersen?
-İstemem. Haydi iyi akşamlar!
Münasebetsiz! Sana ne be benim evimin işinden!
Plakları çıkardı, gramofona yerleştirdi birini. İki kadeh parlatıp Müzeyyen Senar’ı karşısına oturtup ağladı. Yalnızım Müzeyyen. Bu Allah’ın belası evde yapayalnızım. Herkes bana gülüyor. Kendimi şu ağaca bağlasam diyorum ya da tüpü açsam, hortumu çıkarsam, zehirlesem. Nasıl cezalandırsam kendimi dersin? Kaç, mı diyorsun? Sat bu evi kaç git! Başka bir mahallede yaşa. Yeni baştan başlarsın. Bu yaşta ne başlaması Müzeyyen? Olsun be Şevki. Yaş dediğin nedir ki!
Evin tapusu olacaktı bir yerde. Emlakçı Ercan’a bir kopyasını veririm. Sat, derim şu evi bir an önce! Neriman koymuştu bir dolaba. Hangi dolaba koydun Neriman? Kendini neden koymadın bir dolaba?
Tüm dolap kapaklarını açtı. Ne var ne yok her şeyi döktü yere. Anı oldu dört bir yanı. Ekşi, yakıcı bir madde aktı dolaplardan. Fotoğraflar, diplomalar, resmî belgeler. Hatırlayamadığı ne varsa oradaydı işte. Neriman tüm hayatını yönetmiş, bir idareci titizliği ile kanıtları saklamıştı. Fakat tapu yoktu! Korkuyla etrafa bakarken gözü takıldı kahverengi kapaklı, üstüne kalem takılmış deftere. Kapağını kaldırınca, el yazısı ela gözlü Neriman’ın… Kapağını okşadı, sayfaları kokladı… Uzandı, olduğu yere…
*
Sislerin içinden gördü onu. Bir deniz kıyısında oturmuş, yazlıktayız herhalde, üzüm yiyor boyuna. “Bak, Şevki! Ne güzel üzüm almışım pazardan. Oğlan tanıdı artık beni. En güzelini ayırıver oğlum diyorum, ayırıyor. Bal mübarek, bal! Gel otur haydi!“ Tam oturacakken yer altından kayıyor, deniz birden kayboluyor. Evin bahçesinde Neriman, makası almış eline, elleri kırışıksız, gülleri buduyor. “Bak, Şevki! Nasıl güzel oldu bu bahçe! Gel, kahveni pişirdim. Lokum da aldım en sevdiğinden.” Adım adım gidiyor yanına. O gittikçe Neriman uzaklaşıyor, küçücük kaldıktan sonra kayboluyor. Kocaman bir bulutun üstünde her şey, evin tüm eşyaları. Hepsinin içinde o. Bembeyaz elbisesiyle, yapılı saçları, boyalı tırnaklarıyla ışıldıyor. Gözlüğü yine burnunun üstünde, bir şeyler yazıyor kâğıda. “ Haydi gel! Koş! Bak her şey hazır. Giyilecekler, yenilecekler, gidilecek yerler belli. Yazdım hepsini. Sesini nasıl özlemişim, sesini! Yeni bir ömür verecek Tanrı bize!“ Kıpırdayamıyor Şevki. Bacakları ona ait değil gibi, kaldırıp bir adım atamıyor. “Geliyorum, bekle,“ diyecek ama sesi çıkmıyor. Çırpınıyor sadece.
*
Bahçeden sesler yükseliyordu. Herkes oradaydı. Komşuları, daireden arkadaşları, çocukları, torunları… Gelinler, arabalardan çıkmadı. Polis, uzun zamandır açılmayan kapıyı kırmaya karar verdi. Bahçeyi boşalttırdı. Meraklı kalabalık uzaktan izlemeye devam etti.
Onu Neriman’ın defterine sarılmış, yerde yatar vaziyette buldular. Nabzını yokladılar, atıyordu. Defteri okurken, bacaklarındaki huzursuzluk için iyi gelir düşüncesi ile birkaç ilaç içmişti. Neriman’ın uyku ilaçları alkolle birleşince Şevki, aylardır uyuyamadığı gecelerin acısını çıkartırcasına, yerde öylece uyumaya dalmıştı.
Uyandırdılar, koluna girip koltuğa oturttular. Torunlarını görünce gözleri doldu. Ne olduğunu anlattılar, bahçedeki kalabalığı gösterdiler. Bu kadar tantana benim için mi? Hâlâ var mıyım ben bu insanların hayatlarında?
Neriman’ın ela gözlerini hatırladı. Orkestra şefi gözlerini. Etrafını saran insan kalabalığına içi titredi. Hepsine birden sarılmak istedi. Şef öldü. Şevki, kabul et bunu. Kabul et ve al artık şu çubukları eline! Oğullarının ellerini tutup destek alarak yavaşça ayağa kalktı. Torunlarının saçlarını okşadı. Herkese gülümsedi. Tüm gözler onun üstündeydi. Yürüdü, müzik tekrar başladı.
Comments