top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Penceredeki Çiçekler

“'Bir mutfağın camında çiçekler olmalı' derdi annesi. Süsler, güzelleştirir; yuvayı yuva yapan mutfağı, mutfağı mutfak yapan camının önündeki çiçekleridir."


Vildan Çelik

  Yazar kendisiyle baş başa kaldığında yazmaya çalıştığı hikâyenin üzerinde uzun uzun düşündü. Birazdan hayat vereceği her kahramanın gerçekliği en iyi şekilde yansıtması ve yaşanılanları okurun gözlerinin önüne ayrıntılarıyla sermesi gerekiyordu. Ne kadarı gerçek ne kadarı gerçekliğin sınırında olacaktı, bilemedi. Çok geçmeden kelimeler parmaklarının ucundan süzülmeye ve hikâyenin kahramanları görünür olmaya başladı.

  Şehrin üzerine çöken gece, bütün kusurları bir bir örtmüştü. Necla sızlayan kemiklerinin acısını umursamadan yattığı yerden kalktı. Bulunduğu odanın nem dolu duvarlarından yayılan küf kokusuna alışmıştı. Alışamadığı tek şey genç yaşına rağmen kendinden vazgeçmiş olmasıydı. Mutfağa doğru ilerledi. İçeriden gelen sese aldırmadan dolaptan yoğurdu ve peyniri çıkardı.

“Yine mi o kör olasıca için çabalıyorsun?”

 Duymazlıktan geldi. Bu aralar en iyi yaptığı şey duymamaktı. Görmüyordu bir de. Onun geldiği gecelerin bazılarında yediği dayaktan şişen gözü de görmesini engelliyordu tabii ama o ayrıydı. Bir de kimseyle konuşmuyordu artık…  Tabağa koyduğu peynirleri çatalla ezerken gözü cızırdayan sarı lambaya takıldı. Ne zamandır değiştirmesi gereken ampulün patlamasından korkarak elini hızlandırdı. Bir yandan da içinden söylenmeye başladı:

  “Kör olasıca ha! Söylenmek kolay tabii. Baktın mı erkeğin eline çabalarsın böyle işte! Yaşına başına da bakmaz, ister her gözüne kestirdiğinden de yine de söylenir durur kocakarı. Son zıkkımlandığı olsun desem kim doyurur karnımızı bu saatten sonra? Söylenmesi kolay tabii” 

 Sıktığı dişleri sızladı. Çayın altını yaktı. Gelme vaktine daha vardı nasıl olsa yetiştirirdi bir şeyler. Gökyüzünün ortasında duran dolunayı simsiyah bir masanın ortasındaki porselen bir tabağa benzetti baktığı penceresinden. “Bir mutfağın camında çiçekler olmalı” derdi annesi. Süsler, güzelleştirir; yuvayı yuva yapan mutfağı, mutfağı mutfak yapan camının önündeki çiçekleridir. 

“Sahi kaç yıl geçti ölümünün üzerinden anne, senin toprağında da çiçekler bitiyor mu? Beni mahkûm ettiğin hayattan memnun musun? Anneannemle beni baş başa bırakmak fikri cazip gelmişti değil mi sana? Artık uğraşamazdın bir kaçış yolu arıyordun hem annenden hem de her gece babamdan yediğin dayaktan. Dayak da çektiğin eziyetin tuzu biberi olmuştu değil mi? Tetiği çektiğinde mutlu muydun? Geride bıraktığın biricik kızına hiç acımadın mı anne?”

“Sanki cevap verecekmiş gibi soruyorum ölmüş kadına ama sorduğum soruların cevabını sen bilirsin değil mi sevgili yazar? Sen annemin korkusunu ya da mutsuzluğunu bilirsin. Anlatsana bana nasıl oldu? Ne hissetti? Hatırlamadığımı biliyorsun...” 

Sen de anlatmazsın tabii, geçmiş sırlarla kaplıdır. ‘Önemli olan yaşananlardan ders çıkarıp    aynı hataları yapmamaktır’ deyip beylik cümleler savurursun ortalığa. Yazarsın ya hani, topluma örnek olacaksın ya! O yüzden en akıllıca olanı, yazar duyguları hasır altı etmeye çalışırsın. Bir de tıpkı Daphne Rose Kingma gibi afili cümle atarsın altına “Anılara tutunmak sadece geçmişin olduğuna inanmaktır. Bırakmak ise geleceğin olduğunu bilmektir.” Baksana bana, oradan geleceği varmış gibi görünüyor muyum ben?” 

   Kızgınlıkla ve bağırarak sarf ettiği cümleler arka odaya vaktinden önce ulaşmıştı. Elindeki soğanı doğrarken titriyordu.

 

Kiminle konuşuyorsun yine deli karı? Çabuk bana yemek getir!”

 

“Bari felçli olmasaydı. Felçli olan bir insana bakmak ne zordur bilir misin anne? Altından almak, karnını doyurmak gerekir. Fazla doyursan çok yapar az doyursan vicdan yaparsın. İki ucu boklu değnektir. Kime anlatıyorum sanki? Bir gün yanına geleceğim hem de senin gibi geleceğim emin ol! Salondaki konsolun çekmecesine sakladığım tabancanın içindeki kurşun yanına geliş biletim.” 

   Kaynayan çayı demledi. Közlenmiş patlıcanı dolaptan çıkardı. Zaten, sarhoş gelip zıbarana kadar içecekti biliyordu malını. Kötü hayattan çekip kurtarmıştı ya onu her hakka sahipti. İstediği her şeyi yapabilirdi. Ne de olsa namusunu temizlemiş, başında bir erkek var dedirtmişti. Para bırakıyor iyi kötü karınlarını da doyuruyordu. O yolun yolcusu olacağına ölse daha iyiydi. En azından öyle demişti adam tam da “âşık oldum sana” dediği zamana denk getirmişti. Hülyalı gözleriyle bakarken ne de güzel dökülmüştü kelimeler ağzından…

   Soğandan mı nemlenmişti gözleri? Elinin tersiyle yanağını sildi. Namusluydu artık gerisi boştu öyleyse! Ya koca karı ne yapacaktı? Kim besleyecek, kim altını temizleyecekti? 

    Namuslu hayatın getirdiği yoksunluk, çile ve dayak çekilmez olduğunda düşlerinin bahçesindeki mutfağında çiçekleri severdi. Bahçeye bakan mutfağın penceresinin önündeki çiçekleri. Annesinin de hiç sahip olamadığı çiçekleri.

    Kapının gümbürtüsüyle kendine geldi.

“Kız Necla! Ben geldim”

Gelmez olaydın, bok vardı da geldin it soyu!”

Kavurduğu soğan ve domatesleri patlıcanla karıştırırken seslendi. 

“Patlama açtım kapıyı”

“Necla diyorum kız!” 

El, ısrarla yumruklarken açtı kapıyı. Zil zurna sarhoş, ayakta durmaya zorlanan adam içeri girerken düşüyordu. Elindeki poşeti uzatıp sordu:

“Kurdun mu masayı?”

“Nerene zıkkımlanacaksın daha?”

“Hazır sayılır. Gir hele sen içeri, düşmeden gir”

Homurdandı bir şeyler söyler gibi olduysa da Necla aldırmadı. Sırnaştı öpmeye çalıştı ancak yüz vermedi. Eline aldığı poşetle mutfağa girdi. 

“Yüzümüze bakmazsın ama torbaya bakarsın! Besle yetimi….

Bir hışımla kafasını çevirip baktı. Gözlerinde yanan ateş sarhoş adamın anlayacağı türdendi. Elinde tuttuğu bıçağı sertçe koydu tezgâhın üzerine. Adamın gözü korkmuştu besbelli, sindi ve cümlesinin gerisini getiremedi.

“Çay hazır mı çay? Ver hele bir bardak dünya güzeli”

“Hazır, otur sen masaya getiririm”

Banyoya girip ellerini yıkadığını görmemişti daha. Gecenin bir vaktine kadar açık olan kahvehanesinde demlenir, etrafındakiler çekilince eve gelirdi. İçeriye girdiğini koca karının

“Hoş geldin oğlum” deyişinden anladı.

Cevap verildiğini duymadı. Çayla doldurduğu bardağın içine bir kaşık şeker attı. İçeride atletiyle oturan adam elinde televizyon kumandası masa başında bekliyordu. 

Çayı bıraktı. Mutfakta hazırladığı mezeleri taşımaya başladı. Adam, getirdiklerini gördükçe pişkin pişkin sırıtıyordu.

“Bu gece dayak olmasın” diye geçirdi içinden. Karılık olmazsa dayak olacaktı biliyordu ama pis bedeninin de altında ezilmek istemiyordu. Çok değil beş sene evveli geçti hatırından. Adamın çapkın gülümsemesi, şişe şişe viski açtırması geçti. O kaçtıkça adam başka bir hünerini sergiliyor, masasından kalkmasın diye şişkin cüzdanının içindekileri her gece masada bırakıyordu.  

   Rakıyı doldururken az daha taşırıyordu bardağı. Daldığı boşluktan gözlerini kurtarıp toparlandı. Allah’tan sek içerdi. Diğer bardağa boşalttı üç buzdan taşacak olan kısmını. Masayı donattıktan sonra kırmızı bir ruj sürdü dudağına. Şiş gözünün etrafı ise hâlâ sarıydı. Odaya girdiğinde koca karıyla göz göze geldi. Bakışlarındaki tiksinti midesini bulandırdı. 

“Anneme de böyle mi bakardın? Hatırlamıyorum sen söyle sayın yazar böyle mi bakardı?      

    Gecenin matemi karanlığın örttüğü kusurları bir bir ortaya çıkarmaya başladı. Karanlık bize kim olduğumuzu öğretir. Adamın karşısına oturduğunda gördüğü manzara iğreti ve ufacık bir yaratıktı. “Yaratık” diye düşündü çünkü karşısında duran adam, insanlıktan nasibini almamış sadece görünüşü erkek olan bir yaratıktı.

     Kırmızı ruju gören adamın gözleri parladı, keyifle bardağını kaldırıp da “Sana içiyorum güzelim” dediği andaki bakışları koca karının bakışlarıyla aynıydı. Gülemedi. Bardağını kaldırdı. Birbirine değen bardakların çıkardığı ses odada çınladı. Bardağı bir dikişte bitirdi. Renksiz sıvı yakıcı tadıyla yemek borusundan geçip midesine ulaştığında sabahtan beri tek bir lokma girmemiş olan midesinin bulantısı ağzına doldu. Ya sarhoş olup karılık yapacaktı ya da adam sızıncaya kadar bu oyunu oynayacaktı.      

   Şarkının nağmeleri doldurdu kulağını “kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime, titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” Annesinin sesi kulağında yankılandı. Ne de güzel söylerdi bu şarkıyı. Bir keresinde annesi, babasına “Her şikâyet bir intikam içerir” demişti o geldi aklına. “Anne yoksa yaşadığın hayatın, ettiğin şikâyetin intikamını kendini öldürerek mi aldın?” 

    Adam bardağını ona doğru kaldırmış şarkıyı mırıldanıyor şehvetle bakan gözlerine bir karşılık arıyordu. Eski günlerin anısına bir kahkaha attı. Acıyla dolu kahkahası kulağına yabancı, bardağı tuttuğu el kendine yabancı… Donakaldı. Bakışlarını kocakarıdan kaçırmak bulunduğu odada kaybolmak istedi ama yapamadı. Gözleri gözlerine takılmıştı bir kere! Mutfağının penceresindeki çiçekler bir bir soluyordu. Acıyla “Annee!” diye bağırdı. 

   Okula gidiyordu. Annesi mutfağın penceresindeki çiçekleri sularken ona el sallıyordu. Üzerinde beyaz yakalı siyah önlüğü, ayağında kırmızı pabuçları. Annesi papatya suyuyla taradığı saçlarını iki örgü yapmıştı. Güneş gökyüzünden; annesi pencereden gülümsüyordu. 

  Yazar parmaklarının ucundan süzülen hikâyenin duygusal ağırlığına daha fazla dayanamadı. Oturduğu yerden kalktı, masanın üzerindeki sigarasına uzandı. Yaktıktan sonra derin bir nefes çekti içine. O da mutfaktaydı. Mutfağının penceresinden derin maviliklere bakıyordu. Gündüzleri geçen gemileri sayar, içindekilerin yaşadığı hayatı hayal etmeye çalışırdı. Bu gece uzun süre yakamozları seyretti. Siyah, kırışık bir çarşaf gibi görünen hafif dalgalı denize dolunayın yansıması düşmüş, oynaşıyor, her dalgada kıyıya doğru bir kulaç atıyordu. Siyah çarşafın üzerinde Necla’nın yansımasını görür gibi oldu. Keskin bir vapur düdüğüyle irkildi. Sigarasını içerken çenesine doğru sarkmış olan dudakları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Gerçekliğin sınırlarında dolaşıp yaşanan acıları yazmamak isterdi ama…

     Necla’nın “Anne!” diye attığı çığlık kulaklarında çınlıyordu hâlâ. Bir hikâyenin sonu daha annesinin kaderini paylaşan bir kızın acısıyla son bulmuştu. Erkeklerin vicdanına emanet edilen, namus yaftasına büründürülen, annelerinin hayalleriyle mutlu olmak isteyen bütün kız çocuklarının yaşadığı hayatın gerçekliği içini ürpertti. Aceleyle masasına oturdu ve yazmaya devam etti. Necla’nın sorularının cevabını biliyordu ancak söyleyecek cesareti yoktu! 

   O arada duyulan silah sesiyle donakaldı. Necla’nın cansız bedeni oturduğu sandalyeye yayılmış, silah tutan eli ise sandalyenin kenarındaki boşlukta sallanıyordu. Eğer cevapları söylese engel olabilir miydi? 

      Kim bakacaktı şimdi koca karıya? Necla yüzünde mutluluk dolu bir tebessüm, açık kalmış gözlerinde huzurla annesinin mutfağının penceresindeki çiçekleri suladığını görüyor, üzerinde önlüğü okuldan dönüyor ve annesine doğru koşuyordu. Çiçekler büyümüş, mutfaktan mis gibi yemek kokuları geliyordu.

bottom of page