top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara

Öykü: Quasimodo

Yazarın fotoğrafı: LiteraLitera

"Ebe kadın, kapıyı açar açmaz heyecandan bir paket sigarayı bitirmek üzere olan babası ile burun buruna geldi. Yıllar yılı müjdeler vermeye alışmış, karşılığında nice bahşiş toplamıştı. Ama o gün adam, avcunun teri ile ıslanmış parayı uzatmaya yeltenmişti ki tuttu elini, durdurdu."

Başar Yılmaz


Bugün hayatının ilk günü Veli’nin. Oysa dün kendini asacaktı. Silah olsa vururdu kendini, ilk onu düşündü, bulamadı. Ölmenin bile gereklilikleri var. Veli gibilerdensen istediğin gibi ölemiyorsun da. Köprüyü düşündü sonra, meşakkatli geldi. Taksi bulunacak, taksici köprüden geçmeye ikna olacak, yoğunluklu bir saat olacak ki köprü üstünde bir fırsatını bulup arabadan fırlayacak; zor iş… İlacın garantisi yok, jileti kan tutuyor diye istemedi -ölecek eninde sonunda ama hassasiyetleri halen önemli-. En iyisi eski usul deyip bir urgan buldu.

Kararı karardı, dönüşü yoktu. Lakin kim kestirebilir talihin döneceği yeri? Veli de bilmiyordu. Tam bir boşluğa bırakmıştı ki kendini, masal diyarından kapkara bir Tuğrul Kuşu yakaladı pençeleriyle onu; yeniden doğuşu müjdelercesine uçurup bilmediği bir diyarın bahçesine bıraktı. Ana rahminden dünyaya düşer gibi. Bu defakinde ağlamadı Veli…

İlk sefer dünyaya geldiğinde on sekiz yıl evveldi. Bahara inat karlı bir mart günü, dar pencereli bir gecekonduda, üst üste üç kızın ardından, kapı önünde en nihayet göreceği bebek çükünü bekleyen babasının heyecanı eşliğinde, ebe kadının üç saatlik uğraşının sonunda, takati tükenmeye yüz tutmuş anasının çıkarabildiği son çığlıkların arasında rahim duvarını yıkarak geldi Veli.

Geliş ki ne geliş. Var gücüyle ağlayan bebek odayı inletirken, geri kalan herkes suspus oluverdi. Şaplak popoya inmeden feryada başlamıştı oğlan kaderini bilir gibi. Şaplağı beklemedi de zaten ne ebenin bu kadim kuralı hatırlayacak ne de odadakilerin bunu hatırlatacak hali vardı. Kaskatı bakakaldılar Veli’ye. Alelacele kundağa sardılar. Ebe kadın, kapıyı açar açmaz heyecandan bir paket sigarayı bitirmek üzere olan babası ile burun buruna geldi. Yıllar yılı müjdeler vermeye alışmış, karşılığında nice bahşiş toplamıştı. Ama o gün adam, avcunun teri ile ıslanmış parayı uzatmaya yeltenmişti ki tuttu elini, durdurdu. Adamın ağzında unuttuğu sigaranın uzamaktan eğrilmiş külüne baktı sonra. Gözünü eğri külden ayırmadan usulca verdi haberi:

“Oğlan sakat, kambur doğdu.”

O an, adaklar adayarak erkek evlat beklemiş babasının çizgili yüzünde bir harita gibi belirdi Veli’nin kaderi; bir daha da silinmedi. Cüzzam gibi önce anasının sonra bacılarının yüzlerine yayıldı kaderinin karanlık haritası; sonradan her birine baktıkça gördü bunu.

Bir çare bulunur mu diye hekimlere gidildi.

“Annenin yaşı kırkı geçmiş, aranızda akrabalık da var. Bu kadarına şükredin” dendi.

Üstüne kıyafet uydurmak dert oldu, dışarı çıkartmak zül oldu. Eğrice burnu, birleşik kaşları, daracık alnı, epeyce sivri çenesi ve sırtında ağır bir yük gibi taşıdığı kamburla kimselere görünmeden yaşamaya başladı Veli. Çocukluk zamanları anası uyuduğunu zannettiği zamanlar sessizce odaya girer, başını usulca okşar, ağlardı. Bacıları, yalnız evin içinde olsa da onu ortalarına alır oyun arkadaşı yapardı. Veli’nin tedirginlikten kasılmış bedeni bir nebze yumuşardı.

Gel zaman git zaman o anlar da kalmadı geride. Mahallenin ufak çocukları korkmasın diye parka fazla salınmadı; sünneti eve hekim getirilip yasaklı bir ayin gibi gizliden yapıldı. Sakınılan, utanılan bir yara gibi üstü örtüldü Veli’nin.

Sınıfında en kıyıda, muhitinde komşu hanımların ve esnafın acıyan bakışları arasında büyüdü boy veremeden. Mahalledeki boş arazide oynanan maçları bir köşeden izledi, yalnız kaleye geçecek adam yokluğunda “kamburu çağıralım” diyerekten akıllara geldi.

Herkesten misliyle fazla yere bakarak yaşadı. Çoğunun yere düşen cüzdanını, parasını, yüzüğünü, bilyesini, tokasını hep o bulup götürdü mahallenin bakkalına.

“Yine mi bir şey buldun Veli?”

“Buldum getirdim, anahtarını düşürmüş biri.”

Gönlünce, alabildiğine bakamadığı dünyayı kitaplardan okumaya başladı sonra. Okulun kütüphanesine girip ne bulduysa okudu. Adını yazdırıp ödünç kitaplar taşıdı eve. Babası okuma işini gereksiz bulsa da ona dair her mevzuda olduğu gibi aldırmadı.

Liseye başlayacaktı ki babası düşündü enine boyuna. İşçi olamaz bu oğlan, memuriyete alınmaz. Asker olmaz, polis olmaz; ne olur Veli’den? İnsan eti ağırdır derler, Veli’yi tartsan pek çoğundan ağır çeker… Veli’nin kamburu yalnız kendine değil, dünyaya yüktü. Bir hemşehrisinin çay ocağına yerleştirdi babası, verdiği yük yeter diye.

Veli çay getirdi, kahve götürdü, yerleri sildi, yere düşen markaları, okey taşlarını topladı. Alıştığı gibi, bildiği gibi yere bakarak, yerde bularak, yerden toplayarak gençliğe erdi Veli.

Önce ablaları sırayla kocaya vardı. Hemen sonra da babası zaten usandığı hayattan, kalbinin teklediği bir ikindi zamanı, aniden yol aldı. Veli, kendi için “Bir gün evlenir diyeceğim, bu garibe varan da olmaz” diye sessizce hayıflanan anası ile baş başa kaldı.

Ablalar da enişteler de hayırsız çıktı. Dönüp yüzlerine bakan olmadı. Mahalleden bir kıza tutulur gibi oldu, mevzu anlaşıldı, katıksız bir hoyratlıkla alaya alındı. Çay ocağı kapandı, meyhanede tuvaletçilik başladı. Karanlık, sövgü ve ağır rutubet içinde üç otuz paraya geceleri sarhoş sidiği temizledi. İki üç ay geçti geçmedi bir bahane bulup oradan da sepetlendi. Kitapları bir kenara attı, orada yazılanlar da gerçeklerden uzak yalanlardı.

O vakitten sonra düşündü; neden yaşar Veli? Horlanmak, alaya alınmak için mi? Ne görür bu dünyada Veli? Kaldırım, asfalt, kara beton en çok. Oysa kimse görmez Veli’yi. Görürse de acımak için görür; haline, çoluk çocuğunun sıhhatine şükretmek için. E o zaman yaşamak nedir, ölmek nedir Veli’ye?

Bir urgan aldı, uzunca. Siyah büyük bir poşete koydu. Cebinde kaldı yirmi lira. Anası komşuda olur ikindi, vakit vardı, bir büfeye oturdu. Tam son yemeğinden bir ısırık alacak ki karşısında ona gözlerini dikmiş gençten bir adam fark etti. Alışıktı izlenmeye ama bu adam bir başkaydı. Veli baksa da kaçırmıyordu gözlerini, üstelik hayranlıkla bakıyor gibiydi. Giderayak mevzuya bak diye düşündü, bir hasbin Allah çekip kalan tosta yumuldu. Kalkacaktı ki yanında belirdi adam. Sesi, yüzü kadar kibardı, incelikli bir dikkatle konuştu.

“Merhaba, müsaade ederseniz sizinle bir konu hakkında konuşabilir miyiz?”

Ahir ömründe kimse siz diye hitap etmemiş Veli’ye. Şaşırdı, deli midir nedir dedi içinden.

“Tiyatro yönetmeniyim. Notre Dame oyununu sahneleyeceğiz. Ne zamandır aradığımız role çok uygunsunuz. Oyunculuk düşünür müsünüz?”

Veli sandı ki yine alaya alınıyor. Şu kahırlı ömrünün son saatlerinde bile insanoğlunun gaddarlığına isyan edercesine avucundaki ayran şişesini tam indirecekti ki kafasına, kartını gösterdi adam. Anlamış olmalı Veli’yi, telefonunu çıkarıp sahnelediği oyunları gösterdi sonra. Sersemlemiş gibiydi Veli.

“Ben ne anlarım abi tiyatrodan? Ne oynatacaksın bana?”

“Quasimodo! Merak etme göstereceğim her şeyi.”

Böyle sona vardı eski hikâyesi, böyle başladı yenisi. Bugün hayatının ilk günü Veli’nin. Oysa dün kendini asacaktı. Elinde rolü için hazırlanmış kostümü, yüksek dekorun içindeki büyük kuleye bakıyor şimdi. Bir kitapta kendine ve yaşanan kaderine benzer biri var, adı Quasimodo. Bir hayatı canlandıracak, insanlar izleyecek, alkışlayacak. Bir kez daha doğuyor Veli lakin bu kez ağlamıyor. O çan kulesinin tepesine çıkacak; “Ben varım ulan, buradayım!” der gibi bangır bangır o çanı çalacak.

Comments


bottom of page