top of page
  • YouTube
  • IG
  • twitter
  • Facebook
Ara
  • Yazarın fotoğrafıLitera

Öykü: Şekilli Boşluk

"Sessiz anlatı, aramızda bir anlaşma gibi sürerken dayanamayıp söze giriyor Nurşen: 'Niye geldim buraya ben, ne işim var benim burada?'"


Usame Yordem


“Unutulmuş gibiyim ben. Ve insan bir bakıma unutulmuş gibidir.

Bilmem ki, nasıl anlatılmalı. Yalnız bile değilim.”

Edip Cansever


Kurumdan içeri girip ofise doğru yöneliyorum. Kapıyı açıp içeri girdiğimde gözlerim buluyor onu. Yanında bir adam. Adam, elindeki kâğıtları müdüre doğru uzatıyor adam. İçeride birkaç saniyelik bir sessizlik başlıyor ve müdürün “Nurşen…” demesine kadar sürüyor. Müdür, ciddi bir gülüşü yerleştirmeye çabalarken yüzüne, gelenin adının Nurşen olduğunu anlıyorsam da bir şeyi değiştirmiyor bu yenilik benim içimde. İçeri bir kasvet dolanıyor, kâğıtları bırakan adam, bir baş sallayışla çıkıyor odadan. Başıyla karşılık veriyor müdür. Sessiz anlaşı kaldığı yerden devam ediyor.


Nurşen, ayakta. Karşımda benim. Müdürse çaprazdaki masada, ellerinde kağıtlar. Bir kâğıtlara, bir Nurşen’e doğru imleniyor gözleri. Yüzümün eskiyen yanları, bir devinim yakalıyor. Nurşen’e başka bir yere gideceğimi söyleyerek ofisten çıkıyor.

Birkaç adım sonrası görüşme odasına geçip başından geçenleri anlatmasını istiyoruz ondan. O adımlardan ikinciyi atarken durgunlaşıyor Nurşen. Bana bir şey mi yapacaksınız sorusu okunuyor gözlerinden. Tedirgin. Üstelik nefes nefese. Bir bağırtıyı bastırmaya çalışıyor sanki dişleriyle. Omzuna dokununca tedirgin olabilir diye çekinceliyim ben. Dilimde susku sözcükleri. Bir şey demem gerektiğinin bilincinde olsam da hangi cümlenin daha az yaralayıcı olduğunu bilmediğimden, mesafeli bir tavır takınıyorum. Bozma bir gülüşle yaralıyorum kendimi. Adımlarımızı attıkça Nurşen’in tedirginliği, kartopu gibi büyüyor. Terliyor. Sakin olmasını salık veren bir gülüş yerleştiriyorum yüzüme. Yan yana yürüyoruz. Ben, o ve müdür. Sakin ol, bak kimse yok, der gibi sessizleşiyoruz müdürle ben.


Görüşme odasının kapısına gelince aklımdan binlerce şey geçiyor. Böyle anlarda böyle hissediyorum. Birer anlatıya dönüşüyor geçmiş böyle anlarda. Bir anı yumağına. İç içe geçen hadiselerden ibaret birtakım can çekişme çabaları sanki tüm bu yaşadıklarımız. Ortak yaşantıları, ayrı birer yığın olarak aktarıyoruz başkalarına. Onlar da başkalarından edindiklerini (esasında yüklendiklerini) anlatıyorlar uzun uzun. Anlıyoruz, diyoruz. Başımızı sallıyoruz. Hak veriyoruz. Küfür ediyoruz. Kullanıyorsak bir sigara yakıyoruz, kullanmıyorsak öylece bir yere imliyoruz gözlerimizi. Duruyoruz. Vakit geçmek nedir bilmiyor. O da duruyor bizimle. Yan yanayız. Eskiye olan özlemin acısını çekiyor şimdimiz. Düzelebilir her şey yahut daha da kötüsü olmaz, der gibi susuyoruz. Birbirimizi teskin eden yanlarımız, bizi susturuyor. Birbirimizin omzuna dokunuyoruz. Biraz okşuyoruz sırtlarımızı. Geçecekmiş gibi. Sanki tüm bunları yaptıkça… geçecekmiş gibi… Oysa geçmiyor.

Kapıda, aklıma hep aynı şeyleri getiren şey, henüz bu işe alışamıyor olduğumdan olsa gerek. Bana öyle geliyor en azından. Bu vakitler, biraz durgunlaşıyorum. Bir söz bulamayınca sessizliğin içine kıvrılıyorum. Bir gök ilişiyor yüzüme. Buradayım dediğim bir yerim oluyor. Orada bekliyorum. Yalnız başıma kalıyorum. Böyle zamanlar, durgun bir işleyişi oluyor hayatın. Bir şeyleri kaçırmanın bilincinden yoksun olarak sürdürülüyorum ben. Bunu sürdürüyorum ben. Başkaları tarafından sürdürülüyormuşum gibi geliyor bana. Sanki başkasınınmış bu hayat da ben ödünç almışım. Sürüklüyorum ardım sıra. Ben nereye, o oraya. Peşimden geliyor. Şimdi yanımda Nurşen, müdürün cebine davranıp da çıkardığı anahtar, görüşme odasının kapısı açılıyor ve zihnim, karmaşık bir dünyaya çağırıyor beni…


Görüşme odasına giriyoruz. İçeride dört sandalye var. Üçünü, üçgen bir motifmişçesine sıralıyoruz. Ötekini, kapı ağzına bırakıyor müdür. Üstünde birkaç resim, bir iki evrak var. Üçgenin üst köşesine Nurşen oturuyor. Tam karşısındaki iki köşeye ise ben ve müdür. Bir süre sessizce duruyoruz. Yerlerimize alışalım istiyoruz. Sessizliği müdür bozuyor, “N’aber Nurşen?” diyerek. İki omzunu eşzamanlı olarak havaya kaldırıyor Nurşen. Bilmem yahut fark etmez, der gibi. En azından ben böyle yorumluyorum bunu.


“Anlat bakalım Nurşen…” diye ünlüyor müdür, suskunlukla geçen dakikalar sonunda konuşmanın gidişine bir seyir kazandırmak için. İşe yeni başladığımdan dolayı görüşmeleri gözlemliyorum yalnızca ben. Bir müddet böyle bir çalışma alışkanlığı kazanmamı istemişti müdür. Bu yüzden olanları izliyorum sadece. Şimdilik, suskunluk var sadece aramızda. Yalnızca gözlerimizi kaçırıyoruz birbirimizden. Biri, birimize bir şeyler anlatmaktan kaçınıyor.

Bir mehil hiçbir şey anlatmadan ve hiçbir şey yapmadan duruyoruz öylece. Nurşen’in konuşmaya istekli olmasını bekliyoruz. Müdür, bu süre zarfında yedi defa bıyıklarını tarıyor parmaklarıyla. Gözlüklerini çıkarıp takıyor. Bana birkaç defa gülüyor yalandan. Tüm bunları, Nurşen zaman kazansın diye yapıyor, biliyorum. Sessiz anlatı, aramızda bir anlaşma gibi sürerken dayanamayıp söze giriyor Nurşen: “Niye geldim buraya ben, ne işim var benim burada?” Müdürün yüzü, istemli ve samimi bir tavır yakalıyor. İstediği buymuş gibi bir tavır. Bense anlamsızlığın yitmesine duacıyım halen. “Çünkü…” diyor müdür “bir şeyler yaşamışsın evde ve bu yüzden de buraya gelmen gerekti.” Kısa birkaç hareketle başını sallıyor Nurşen. İlk defa bir şeyleri onaylarken genişliyor yüzü. Suratındaki kalıcı gerginlik, yerini başka bir duyguya bırakıyor. Bir çaresizlik duygusuna. Çözüme bir adım yaklaştığını düşünen müdür, Nurşen’in kendisini onaylamasıyla birlikte “işte biz, bunları senden duymak istiyoruz.” diyor ve ben, içimdeki bir tarafın huzursuzlanmaya başladığını sezinliyorum. Duruyorum, biraz sonra patlayacak bir şeye benzetmeye çalışıyorum kendimi.


“Aslında,” diyor Nurşen “neler olduğunu tam hatırlamıyorum. Yalnızca canımın acıdığını biliyorum. Tanımadığım biri…” Duruyor bir süre burada Nurşen. Derin bir nefes alıyor. Göz kenarları yaşlanmaya başlıyor. Göğsü, nefes alıp verdikçe inip kalkıyor. Gözlerini ilk defa gözlerime imliyor o an. Bir süre kalıyoruz öylece. Aklımdan, yaşamaya dair bir şeyleri geçiriyorum. Yalnızlığın gergefliğini, üstümdeki ve içimdeki buruşuk yanların bana ettiğini, şekilli boşlukları, yuvarlak kederleri düşünesim geliyor, Nurşen’in gözlerine baktıkça.

Bir şey demem gerekliymiş gibi bir his, buluyor beni. Gözlemci olduğumu unutup söze karışıyorum: “Sana ne yaptı o, yani o tanımadığın biri?” Müdürün keskin bakışları üstümde. Olay akışına müdahale ettiğimden olsa gerek sert bakıyor. Neyse ki, bu soruma cevap vermiyor Nurşen. Olayın gerginliği, yumuşamasa da çok fazla ortama yansımıyor. “Peki ya sonra…” diyor müdür “sonra ne oldu?” Nurşen’in cevap verme ihtimalini düşürmek adına, çok beklemeden araya giriyor bu soru. Bir süre duruyor Nurşen. Ne kadar süre geçtiğini bilemeyecek kadar bir süre. Bir nefes alıyor. Sol tarafında bulunan pencereden dışarıya bakıyor. Dışarıdan gelen birkaç öksürük sesi işitiyorum ben, eş zamanlı. Gözüm Nurşen’de, tüm dikkatimi ona vermeye çalışıyorum. “Sonra…” diyor ve duruyor. Nemli gözlerinden birkaç damla yaş düşüyor, sandalyelerin dibindeki parke zemine. Pıt pıt… İki tiz ses çağıldıyor odada. İşitiyorum. Müdürün yüzü, göçerik bir tabloyu andırıyor o an. Keşke bir şeyler dese diyorum içimden. Oysa demiyor müdür. Söze yeniden Nurşen giriyor, bir süre sessizce ağladıktan ve bu ağlayışına bizi seyirci bıraktıktan, bu seyirci olma süresinde izlencemize herhangi bir müdahalede bulunmamış olmamızdan sonra: “Annemden sonra,” diyor. Duruyor. Sesi taraçalanıyor. Ufak bir hıçkırığı, konuşmanın arasına sıkıştırmak ister gibi geliyor bir an bana. Bir şey sorarak dikkatini dağıtmak için zihnimden birkaç soru geçiriyorum. Bir şeyler sormalı, dikkatini dağıtmalı, şimdiki anın yoğunluğuyla karşı karşıya gelmesine engel olmalı, diyorum kendi kendime ya. Duruyorum niyeyse. Üstümde bir ölü toprak sanki. Gözlerini pencereden henüz çekmiş Nurşen ve benim gözlerim, müdürün gözleriyle buluşuyor, içerideki boşluğun aksında. Başını sağa sola sallıyor müdür, hiçbir şey sormamalıyız anlamına gelen bir baş sallayış olarak düşünüyorum ben bu sallayışı. Susuyorum bu yüzden. Az önceki gibi bir müdahaleye girişmiyorum. Duruyorum öylece. Bir şeyler geçsin diye…


Nurşen de duruyor bir süre daha. Sonra yeni ağlamış bir çocuk sesiyle “o tanımadığım biri, bana kötü şeyler yapmış işte. Biz doktora gittik sonra. Orada öğrendik bunu. Benim de canım acıyordu zaten. Gittik ve şey dedi doktor…” diyor Nurşen. Benim kafamdan, tanımadığım doktor sesleriyle cümleler geçiyor: Biraz hırpalanmış… Biraz hasta hissediyor… Biraz dinlenmeli… Biraz kötü olmuş… Bütün doktorların biraz diyerek ihtimalli konuştuğuna ve hiçbir şeyden emin olmadığına, en azından karşılarında bulunan insanlar için de inanacak bir şeyleri, kapı boşluklarını bıraktıklarına inanıyorum. Bu yüzden zihnimde bu şekilde yer ediniyor bütün doktorlar.


Müdür, benzeşik tabloların uzantısı gibi davranıyor. Yıllarca aynı işi yapmanın ve aynı duyguları duyumsatmanın arasından sıyrılmaya çalışmanın bir sonucu, bu davranışlar bütünü. Bense yalnızlığımdan sıyrılmaya çalıştığım zamanlardan birinde olmamdan dolayı her sözcükte duraksıyorum. Neyse ki uzun sürmüyor, bu hiçbir şey yapmama davranışlarımız. “Doktor, ‘Nurşen hamile’ dedi bizimkilere…” diyor Nurşen. Benim zihnimdeki bütün doktorlar siliniyor. Bütün sesler iç içe geçiyor. Doktor söylemleri, yüksek bir yerden düşerek yerin dibine çakılıyor. Yokuş ağzında freni patlamış bir kamyondayız da yokuş aşağı iniyoruz gibi. Son sürat. Duraksamadan. İçimde, katı olduğunu düşündüğüm bütün uzuvlarım parçalanıyor. Dağılgan bir şeye benzediğimi düşünüyorum. Müdürün suratı, onun suratı değilmiş gibi duruyor. Emanet. Başkasının. Geri götürülmesi gerekircesine.


Bir şeyler demem gerektiği hissini, birkaç an önce geride bırakmış sansam da huzursuz yanlarım depreşiyor. Nurşen’e sarılmayı, onunla uzun bir süre susmayı, başka bir anlatıda karşılaşmayı geçiriyorum aklımdan. Sanki tüm bunlar, onun yaşadıklarını unutturacakmış gibi. Ona değilse de bana unutturacakmış gibi.


Müdür susuyor. Nurşen susuyor. Hayat, dış dünya, iç savaş, zihin sesleri susuyor. Her şey çok sessiz diye olsa gerek “Annem babam kızmadılar ama sanki bana küsmüşlerdi” diyor Nurşen. Midemde bir kramp büyüyor. İçimde bir yumruk filizleniyor. Bir ses “Nurşen’i burada, bu dünyada yalnız bırakıyoruz…” diyor bana. İşitiyorum.

bottom of page