Öykü: Soğuk Duş
"Farkında değilmiş gibi davranır ama aramız epeydir şeker renk. Numarasını dayım diye kaydetmek gelmedi içimden."
Nurgök Özkale
Ajandama baktım. Bir sonraki randevum saat 2’de. Günlerdir elimde sürünen makaleyi nihayet bitirebilirim. Nerede kalmışım? Son teknoloji ürünü olan bu lensler mikrobiyal keratite yatkın gözlerde hiçbir alerjik reaksiyona neden olmaksızın…
Telefonum vınladı. Masanın sağına soluna bakındım; yok. Nereye bıraktım acaba?
Ceketimin ceplerini yokladım, masanın üstünde ne varsa kaldırıp baktım. O anda fark ettim. Sesi dosyaların arasından geliyor. Elimi daldırıp çıkardım.
Hilmi yazıyor ekranda. Hastalarımdan biri olmalı. Muayenehane numarasından arasın. Telefonu masaya koyup makaleye döndüm.
Telefon tekrar vınladı. Gözlerimi ekranına çevirdim. Yine Hilmi. Pek ısrarcı çıktı. İyi de kim bu? Telefon sabrı taşmışçasına vınlamaya devam ediyor. Hilmi… Hilmi… Vınlamanın şiddeti arttı. O kadar ki telefon yerinden oynadı. Anlaşılan rahat vermeyecek. Açtım.
“Hele şükür!” dedi asabi bir ses.
Duyar duymaz tanıdım: Hilmi; annemin beş yaş küçük kardeşi. Farkında değilmiş gibi davranır ama aramız epeydir şeker renk. Numarasını dayım diye kaydetmek gelmedi içimden. Adını öyle silmişim ki kafamdan, ekranda görünce dahi hatırlayamadım. Sesini uzun zamandır duymamıştım. Memlekette tanınan bir avukattır, o kadar meşguldür ki ablasını görmeye gelemez. Ben ilkokuldayken her yaz otobüse atlayıp biz onu görmeye giderdik. Annem artık bensiz gidiyor.
“Merhaba dayı!”
“Neredesin sen?”
“Muayenehanedeyim. Nerede olabilirim ki başka?”
“Sağın solun belli olmaz senin. Telefonunu neden hemen açmıyorsun?”
Şeytan lafları dilimin ucuna sıraladı ama...
“Çalışıyorum dayı.”
“Anladım orasını. Ee, ne numaralar peşindesin? Sıfır yirmi beş? Bir yetmiş beş? Üç?”
Cevabımı beklemeden çıngıraklı bir kahkaha attı. Yüzü gözümün önüne geldi. Alnı kırış kırış, gözlerini kısmış, meraklı meraklı bakarken kıh kıh diye gülmeye devam ediyor.
Dayımın esprileri üzerimde oldum olası soğuk duş etkisi yapar. Kaskatı kesilip bekledim. Neyse ki bir şey demeyişime takılmadı. Hafta sonu Buse evleniyormuş.
“Sen Buse’yi de bilmezsin şimdi,” dedi.
Bir şey dememe fırsat vermeden açıkladı. Büyük amcalarımızdan birinin en küçük torunuymuş. Düğün beş yıldızlı otellerden birinde, havuz başında yapılacakmış.
Havuz deyince, aklım karıştı birden.
“Aloo?” dedi dayım. “Duydun mu dediklerimi?”
“Ha? Evet, evet. Eee, düğüne gelecek misin peki?”
“Geldim bile.”
Meğer uçaktan yeni inmiş. Eve gitmeden bana uğrayıp kontrolden geçeyim demiş. Biricik yeğeni dururken, başka birine muayene olmak istememiş. Dayıma bakmayacaksam, neden o kadar okumuşum?
“Aşk olsun dayı,” dedim. “Başımın üstünde yerin var. Buyur, gel, bekliyorum.”
Çıngıraklı bir kahkaha attı.
“Yarım saate oradayım,” deyip kapadı telefonu. Derinden ya sabır çektim. Selma’dan öğleden sonraki randevuyu başka bir güne aktarmasını rica ettim; arkama yaslandım, dergiyi tekrar aldım elime. Ama sanki o beni okuyor; bir türlü toparlanamıyorum. Aklım makalenin satırlarından geçmişe kayıyor. Birinci sınıfı bitirdiğim yaz. Tatil başlar başlamaz atlamışız otobüse, dayıma gidiyoruz. Otobüsün penceresinden yeşil otlakları seyrediyorum, bugün gibi aklımda; bir süre sonra tarlaların, otların, etraftaki her şeyin rengi değişiyor, yeşil yerini parlak bir sarıya bırakıyor. Bozkır akıl almaz sonsuzluğuyla gözlerime doluyor, saatlerce sonu gelmeyen bir boşluğa bakıyorum. Kafamda tek bir düşünce var: Dayım bana ne hediye aldı? Yolculuk çok uzun sürüyor; git git bitmek bilmiyor. Uyuyor, uyuyor, uyanıyorum. Bakıyorum; hâlâ gidiyoruz. Sabırsızlıktan çatlayacağım.
Bu makale bugün de bitmeyecek. Kapadım dergiyi. Sabah kahvaltı yapmamıştım. Karnım kazınıyor. Mutfağa geçip hızlıca yedim bir şeyler, üstüne bir de sade kahve içtim. Odama geçip koltuğuma oturdum. Kapı tıkladı. Selma kafasını uzattı.
“Hocam, dayınız geldi.”
Ben daha yerimden kalkamadan daldı içeri dayım. Beni şöyle tepeden tırnağa süzdü. Azıcık sinirlenmiş gibi bakıyor. Yaşlanmış. Kıvırcık saçları başının üstüne kondurulmuş bir pamuk topağına dönmüş. Dergiyi masaya bıraktım.
“Hoş geldin dayı.”
“Bozmasaydın rahatını,” dedi alaylı bir sesle.
Onu ayakta karşılamadım diye bozuldu demek. Anlamazdan geldim. Elimi tutup yanaklarıma yalandan iki öpücük kondurdu. Ceketinin düğmesini çözdü, masanın önündeki koltuklardan birine oturdu. Bacaklarını aralayıp sırtını yasladı. Sağına soluna dönerek etrafta göz gezdiriyor. İlgisini çeken bir şey yok; belli. Karşısındaki koltuğa geçtim.
“Nasıl geçti yolculuğun?”
“İyi, rahattı,” dedi. Gözleri arkamdaki kütüphanede. “İkramı azaltmışlar yalnız. Küçücük bir sandviçle çay. Olacak iş değil.”
“Hemen bir şeyler hazırlasınlar sana.”
“Yok, yok, istemem,” dedi elini kaldırarak.
“İçecek bir şey ikram edelim o halde?”
“Sodan var mı?”
“Olmaz mı?”
“Soğuk isterim ama.”
Telefona uzandım.
“Ayşe Hanım, bir soda. Buzdolabından çıkar sana zahmet… Bana da yeşil çay…”
Dayım avucunu alnına bastırıp terini siler gibi gezdirdi. Sonra parmağını bana doğrulttu. Telaşlı telaşlı salladı.
“İçine de bir dilim limon!”
“Ha, Ayşe Hanım… Sodaya bir dilim limon…”
Ahizeyi yerine koydum.
“Tüh ya!” dedi dayım elini alnına vurdu, mahcup mahcup baktı. “Aklımdaydı ama unuttum. Sana bir şey getiremedim.”
Kafamda bir şimşek çaktı. Bu anı daha önce yaşadım ben sanki…Neydi? Tamam, tamam. Aldığı kitaptan bahsederken... Yazın onu görmeye gidişlerimizin birinde…
Dayım duraladığımı fark etti, bozuldum mu diye merakla yüzümü inceliyor. Toparlanmalıyım.
“Aşk olsun dayı! Sen geldin ya işte!”
Duvardaki tabloyu işaret etti.
“Ne yazıyor şurada? Poss…unt…Kuuia? Nece bu?”
“Possunt quia posse videntur. Latince…”
“Manası?”
“Şey demek…” Bir an durdum… Söylesem mi? “Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar.”
Dudakları alayla kıvrıldı. Yanındaki tabloya baktı.
“Ya şuradaki ne diyor?”
“Cave ne cadas… Onun anlamı da…”
Bir uzun hava sesi geldi. Dayım elini ceketinin iç cebine attı. Telefonunu çıkardı. Ekranı çevirip gösterdi: Annem arıyor.
“Alo! Ha, abla! Geldim. Senin kızın muayenehanesindeyim.”
İkisi konuşmaya daldılar mı saatler geçer. Su sebilinin yanına gittim, bir bardak çekip musluğun altına yerleştirdim, mandala bastım.
Gözlerimin önünde hâlâ dayımın alnına vuruşu. Eskiden de böyle yapardı; hiç değişmemiş.
Dayımın evine gidişimizi hatırlıyorum. Bir faytona binmişiz, iki katlı bahçeli evlerin çevrelendiği sessiz sokaklardan geçiyoruz. Nihayet bahçe içinde, iki katlı bir evin önünde duruyoruz. Faytoncu dizginleri çekerek, “Brüüüüü!” diye bağırıyor. Fayton yavaşlayıp duruyor. Kardeşimle makaraları koyuveriyoruz. Ben arabacıyı taklit edip, ağzımı onun gibi büzerek çıkardığı sesin aynısını çıkarıyorum, annem bana kötü kötü bakıyor; “Buldun gene bir saçmalık! Yapma ağzını şöyle; arabacı mısın sen?” diyor. Somurtup aşağı atlıyorum. Nal sesleri sokağın ilerisinde kaybolurken eve giriyoruz. Salonda herkes bir koltuğa yığılıyor. Masanın yanındaki boş bir sandalyeye ilişiyorum. Dayımla annem birbirlerine hâl hatır sorarken ses çıkarmadan oturuyorum. Dayım, konuşmasını kesip beni süzüyor, kalbimden mideme doğru ılık ılık bir şeyler akıyor. Dayım anneme kafasıyla beni gösteriyor. “Aman işte bildiğin gibi,” diyor annem, “lüzumsuz işler müdürlüğüne devam.”
Suyu içip bitirdim. Bardağı buruşturup çöpe attım.
Ayşe Hanım, tepsiyle içeri girdi. Kupamı masama bıraktı. Teşekkür ettim. Afiyet olsun deyip soda dolu bardağı dayımın yanındaki sehpaya koydu. Dibe çökmüş limon dilimi hareketlenmişti, bir süre sodanın içinde dolanıp etrafını kaplayan kabarcıklarla birlikte bardağın üstüne uzandı. Ayşe Hanım çıktı. Yerime oturdum.
Dayım telefonu cebine koydu, bardağı aldı, yerinden kalkıp kütüphanenin önüne gitti.
“Bakıyorum, okumalara doymamışsın,” dedi. Kitaplara göz gezdirirken sodayı yudumladı.
“Çoğu tıp kitapları onların.”
“Eee, klasikler de var… Rusları tamamlamışsın.”
“Ayşegül’ün eksikliğini böyle telafi ediyorum.”
Şaşkın şaşkın baktı.
“Ayşegül de kim?”
“Hatırlamıyor musun?”
“Yooo!” dedi. Gözlerini büyütüp dikkatle baktı. “Nereden hatırlayacağım?”
“Boş ver, ben de unuttum zaten.”
Pöf der gibi bir ses çıktı ağzından. Ellerimi birbirlerine vurdum.
“Hadi sodanı bitir de muayeneye başlayalım.”
Yan bölmeye geçip masayı hazırlamaya başladım.
Bardağı kafasına dikti. Sehpaya bıraktı.
“Önce bir lavaboya gideyim…”
“Tabii. Koridorun sonunda.”
Bana göz kırpıp kapıya yürüdü. Göz kırpışı, dudaklarının alayla kıvrılışı hiç değişmemiş. Göz torbalarını unutsak, saçları da eskisi gibi olsa, bana yine aynı şeyleri söyleyecek sanacağım.
Dayımla annem, tatlı tatlı sohbet ediyorlar. Kimse benimle ilgilenmiyor. Bir kenarda, süklüm püklüm oturuyorum. Dayım anneme kaş göz işareti yapıp bana dönüyor.
“Öğrendin mi okumayı?” Yaşasın! Dayım bana bir şey sordu. Sırtımı dikleştirip sandalyeye dayanıyorum.
“Hı hı!”
“İyi okuyabiliyor musun her şeyi?”
“Okuyabiliyorum,” diyorum bir nefeste.
“Ayşegül kitaplarının hepsini su gibi okudum.”
“Çok mu seviyorsun Ayşegülleri?”
“Eveet! Çok!” diye zıplıyorum yerimde. Dayım gülümsüyor, sonra yüzü değişiyor; o anda hatırlamış gibi elini alnına vuruyor.
“Az kalsın unutuyordum,” diyor.
“Şimdi aklıma geldi.” Aklına ne geldiğini söylesin diye bekliyorum. Yüzü zevkten dört köşe; her anın keyfini çıkarıyor.
“Şu tesadüfe bak!” diyor.
“Ben de sana Ayşegül kitabı aldım.” Sevinçten başım dönüyor. Sanırım bayılacağım. “Ayşegül mü aldın? Bana mı?”
“Evet, sana!” diyor dayım.
“Adı da… Dur neydi, şimdi bulacağım. Hah! Adı: Ayşegül Nasıl Havuza Düştü?” Havaya zıplıyorum. Neredeyse sandalyeden düşüyordum ama katıksız bir sevinçle gülüyorum. O anda bir şeyi fark ediyorum. Dayım gülmüyor. Kalbim buz gibi soğuyuveriyor. Korkarak dayıma bakıyorum. Elini birden alnına vuruyor.
“Ama büroda kaldı,” diyor. Üzgün görünüyor. Sandalyeye çöküyorum. Annem kahkahalarla gülüyor. Dayım da ona katılıyor. Beni hemen unutuyorlar. Tatil bitince geri dönüyoruz. Dayımın büroda unuttuğu kitap gözlerimin önünden gitmiyor. Kapağı, resimleri, içindeki yazılar bile canlanıyor hayalimde. Bir şeyler sezinliyor gibiyim, kalbimde telaşlı bir merak büyüyor. Ayşegül’ün o macerasında bana denk düşen şeyler var. Kapı açıldı. Dayım ellerini ovuşturarak içeri girdi.
“Gel dayı. Otur şuraya.”
Dayım gösterdiğim koltuğa oturdu. Elimdeki aletin ışığını açtım.
“Kıpırdama, kendini serbest bırak.”
Bir çocuk gibi uysallaştı. Her dediğimi yapıyor. Sol gözüne tuttum ışığı. İçi açık pembe. Diğeri hafif kanlanmış.
“Gözlerin gayet iyi.”
Gülümsedi. Kalkmaya davrandı.
“Dur, bitmedi. Bir işlem daha var. Onun için ilaç damlatacağım. Görmen bulanıklaşacak, korkma.”
Sağ gözünü iki parmağımla aralayıp ilacı damlattım. Sıra ötekinde.
“Gözlerini kapat, beş dakika dur öyle. İlaç etkisini göstersin. Sonra devam ederiz.”
Kafasını sallayıp arkasına yaslandı. Eldivenleri çıkarıp koltuğuma oturdum.
Yüzünü seyrettim bir süre. Ne kadar sakin görünüyor. Ala dağdan serin. Sağa sola oynatıyor vücudunu. Rahatsız buldu yerini galiba. Sanırsın muayenehanede değil de Nuh Nebi’den kalma külüstür bir otobüsün daracık koltuğunda oturuyor.
Tatil gelmiş, biz yine kenarları yuvarlak bir otobüse binmişiz, dayıma gidiyoruz. Aklım otobüsün önünden koşturuyor. Pencereye yapışmış ellerim, Ayşegül kitaplarındaki çocukların ellerine benziyor. Dağları aşınca yine ağaçlar seyrekleşiyor. Bozkır sapsarı seriliyor önümüze. Yüzleri güneşten kararmış çocuklar eşek sırtında giderlerken durup bize el sallıyor, otobüs kaybolana kadar arkamızdan bakıyorlar. Bana öyle geliyor ki o çocuklar da benim gibi... Ayşegül kitaplarındaki çocuklara ben nasıl bakıyorsam, o çocuklar da bana aynı iştahla; ama o kitaplardaki çocuklardan daha uzak bir mesafeden bakıyor. Otobüsün durmak bilmeyen sarsıntısı beni uykuya çekiyor, ağırlaşan başımı nereye koyduğumu bilemeden dalıyorum. Uykunun en tatlı yerinde annem kardeşimle beni uyandırıyor. Sonra faytona binerek, daha önce geçtiğimiz yollardan geçerek dayımın evine geliyoruz. Kalbim hop oturup hop kalkıyor. Dayım geçen yılki unutkanlığından dolayı mahcup bir halde olacak. Beni görür görmez kucaklayacak, sonra Ayşegül kitabını verecek. Evin önüne geldiğimizde, annemin, sakın ha, diye bağırmasına aldırmadan sevinçle aşağı atlıyorum. Dayım bu sefer fazla bekletmiyor. Beni görür görmez elini alnına vuruyor. Geçen yılki gibi inanmaya hazır, karşısında duruyorum. “Sana aldığım kitap büroda kaldı yaaa!” diyor. Sonra kahkahalar atarak anneme sarılıyor. Annem de kriz geçiriyormuş gibi gülüyor. Eve döndüğümüzde, kütüphanenin rafına göz gezdiriyorum; içim biraz daha eziliyor. Ayşegül kitaplarım yan yaba dizili. İçlerinde sadece biri eksik.
Dayımın boğazından bir tıslama sesi geldi, uyudu mu yoksa? Ne çabuk! Hah, kafası da düştü. Vallahi gitti. Ne güzel ya! İçi bu kadar rahat demek. Gerçekten de hatırlamıyor mu acaba? Yıllar yılı üst üste tekrarlanan şeyleri insan böyle kolay unutulabilir mi?
Bir sonraki bayram tatilinde de hiç vazgeçmemişim, aynı hayalin ateşiyle tutuşuyorum. Dayıma giderken yol boyunca rastladığım ağaçlara otobüsün camından kalbimdeki gizli isteği fısıldıyorum. Bizi dayımın evine taşıyan fayton sallanarak ilerlerken aynı duayı ediyorum. “Dayım bu sefer Ayşegül’ü bürosunda unutmamış olsun, bana kitabımı versin. Lütfen!” Dayım bizi kapının önünde karşılıyor yine, gülerek eğilip yanaklarımı sıkıyor. O anda aklına gelmiş gibi birden gözleri parlıyor. Bir umutla havalanıyorum. Dayıma taptaze gözlerle bakıyor, yeniden, yeniden, inanıyorum. Elini alnına vuruyor. Artık başka bir şey demesini bekliyorum. Ama o, hep, o anda hatırlamış gibi, diline pelesenk ettiği cümleyi tekrar ediyor. Elim ayağım titremeye başladı. Kalbime kötü bir his doluyor.
“Kalkabilirsin dayı! Beş dakika doldu!”
Sesimi ayarlayamadım ama. O kadar yüksek çıktı ki dayım irkilip gözlerini açtı.
Aptallaşmış. Neden öfkelendin, der gibi bakıyor yüzüme. Masamdan kalkıp yanına gittim.
“Nasıl durum?”
Gözlerini kıstı. Etrafına baktı.
“Hiçbir şey göremiyorum.”
“Tamam, yavaşça kalk… Tut elimi, şimdi cihazın önündeki koltuğa oturacaksın. Çok güzel… Şimdi çeneni şuraya daya…”
Annem çok ısrar edince akrabamızın düğününe ben de katıldım. Bahçede gözlerden ırak bir köşede, bir masaya oturdum. Orkestranın çaldığı enstrümantal şarkıları dinleyerek ikram edilen içkilerden içtim. Nihayet orkestra düğün marşını çalmaya başladı, davetlilerin mırıltıları çığlıklara döndü, yükselen alkışlarla kıyamet koptu.
Üç metre kuyruklu gelinliğiyle gelin ve açık mavi takımıyla damat bahçeden içeri girdi. Davetlilerin arasından geçerek havuz başındaki dans pistine ilerlediler, orkestranın çaktırmadan çalmaya başladığı tangoyla ilk danslarına başladılar. Misafirler de onlara katıldı, pist bir anda doldu. Birbirlerinden şık kadınlar bir elleri eşlerinin avucunda, diğer elleriyle uçuşan eteklerini zapt etmeye çalışıyorlardı.
Havuz başında durmuş, içkisini yudumlayan dayıma baktım uzaktan. Yeni lenslerinden olacak, etrafını pek iyi göremiyor gibi. “Alışman zaman alır dayı,” demiştim ilk kez denerken. “Rahat etmediysen gözlük vereyim.” “Yok, yok, gayet iyi,” deyince fazla ısrar edememiştim. Havuzun kenarından çıkışa doğru yürüdüm. Kapının yanında, dayımı görebileceğim bir yerde durdum. Saçları körfezden esen rüzgârla karışmıştı. Elindeki bardağı masanın üzerine bıraktı, parmaklarını saçlarının arasından geçirerek geriye doğru yatırdı, sonra bardağı almak için elini uzattı. Ama bardak eline gelmeyince afalladı, parmaklarıyla havayı avuçladı. Avucu açılıp kapandı. Bakışlarımız buluştu. Gözleriyle bana bardağı nasıl olup da tutamadığını soruyordu sanki. Ne bileyim der gibi dudaklarımı büzdüm. Birden aklıma geldi. Annem arayınca, o Latince cümlenin anlamını dayıma söyleyememiştim. Cave ne cadas…
Yani: Düşüşe hazırlıklı ol… Dayıma baktım. Eyvah!
Elimi gayriihtiyari alnıma vurdum. Dayım bana bakarken ileri doğru atıldı, birden tepetaklak oldu ve yüz üstü havuza devriliverdi. Her şey birdenbire oldu. Dayım nasıl havuza düştü, tam olarak izleyemedim bile. İçinden çıkması ne kadar zaman alacak, doğrusu bilemiyorum ama havuzun buz gibi, idrak açan klorlu suyunu yutarken; o kafa karışıklığıyla şimdi onun da boğuştuğundan adım kadar eminim.
Comments